30 Temmuz 2024 Salı

Olimpiyatlar, soykırım ve şarlatanlık: Gazze’de son akşam yemeği

Yusuf Nazım
T24 | 30 Temmuz 2024

1 Ağustos 1936, Berlin.

Genç atlet, her iki yana bir ordu disipliniyle yerleşmiş kalabalığın arasından koşarak ilerlemektedir. Elinde taşıdığı meşale, Yunanistan’ın Olimpiya şehrindeki antik Oyunlar’ın yapıldığı yerden diğer koşucular tarafından elden ele taşınmış, en son 2999. atletten ona devredilmiştir.

Atlet, yolun sonuna kadar koşarak gelir, basamakları tırmanarak stadyumun tepesine çıkar ve elindeki meşale ile olimpiyat ateşini tutuşturur. Etrafında devasa büyüklükte gamalı haç flamaları sallanmaktadır.

O anda, bütün olimpiyat stadında yankılanan tanıdık bir ses duyulur:

"Modern çağın On Birinci Olimpiyatını kutlayarak Berlin Olimpiyat Oyunlarını açtığımı ilan ediyorum."

Konuşmayı yapan Adolf Hitlerdir ve yanında dünyayı kana bulamak üzere hazırlık yapan bütün Nazi komutanları sıralanmıştır…

Genç atlet, olimpiyat ateşini yakarken, hiç kimse Berlin’in arka mahallelerinde Romanların, Yahudilerin ve eşcinsellerin toplandığının farkında değildir.

Amerika Birleşik Devletleri ve diğer batı “demokrasileri” 1936 yılında Almanların Nazi Olimpiyatları’nın boykot edilmesi talebini reddetmiştir.

11.Yaz Olimpiyatları Berlin’in ev sahipliğinde gamalı haç flamaları altında tamamlanır. ABD ve Avrupa’nın egemenleri, Almanya’daki ırkçılığı masum ve insancıl göstererek faşizmin yükselmesinin önünü açarlar.

Olimpiyat meşalesi taşıyıcısı Berlin, Almanya, 1 Ağustos 1936
Olimpiyat Köyü direktörü, Şef Wolfgang Fuerstner’e gelince. Bir Yahudi olarak vitrindeki yerini almış, görevini lâyıkıyla yapmıştır. Olimpiyatlardan iki gün sonra, diğer Yahudilere uygulanan muameleden o da payına düşeni alır. Askerî görevlerinden uzaklaştırılmasını onuruna yediremeyen Fuerstner intihar eder.

Olimpiyatlar ve sahtekârlık

27 Temmuz 2024, Fransa.

33.Yaz Olimpiyat Oyunları’nın açılış gösterilerini izliyorum.

Asırlardır sırtlarına kene gibi yapışıp kanını emdikleri Afrika’nın yoksul ülkelerinin kanolarla, küçük teknelerle geçişini buruk bir gülümsemeyle takip ediyorum. Emecek kanı kalmadığı için onları özgür bırakan eski köle sahibi devletlerin, büyük bir kibir ve şatafatla geçişlerini de…

Sen Nehri’ndeki ritüellerde, efendileri ve köleleri görüyorum.

Sömürgeciler ve sömürgelerin geçişini izliyorum.

Değişen ne, yeni rollerin sahipleri kimler, hangi aklın eseri Gazze’de yaşananlar?

Modern olimpiyatlar tarihinde, 66 yıl boyunca Cezayir’i işgal altında tutan Fransa, bu süre içinde yapılan 15 olimpiyat oyununun tamamına katıldı.

ABD’nin Vietnam’ı işgal ettiği 20 yıl içinde bayrağını sallandırdığı 5 olimpiyat oyunlarına ne demeli?

Peki ya Filistin? Çağımızın kapanmayan yarası Gazze?

BM kararlarına karşılık işgal ettiği Filistin topraklarından çekilmeyi reddeden, aksine buraları işgal eden İsrail?

Peki ya, işgal süresince yapılan bütün olimpiyatlarda dalgalanan Siyonizmin bayrağı?

Hitler’e olimpiyat açılışı yaptırma şerefini tattıran IOC (Uluslararası Olimpiyat Komitesi) 21.yüzyılın en büyük soykırımını yapan İşgalci İsrail’i 33.Yaz Olimpiyatlarında ağırlamakta da beis görmedi.

Buna karşılık, Olimpiyat Komitesi ve arkasındaki güçler, dünyaya kötülük saçan iki şeytan ülkeyi bulmakta hiç zorluk çekmedi. Yaz Olimpiyatlarına katılmayı hak etmeyen iki ülke olarak Rusya ve Belarus’u seçtiler.

Biri Ukrayna’yla savaşa girdiği için, diğeri ona destek olduğu için…

Bir yanda olimpiyatlar ve kardeşlik teması, bir yanda eşitlik ve özgürlük mesajları.

Öte yanda, dünyayı kana bulayan, işgaller ve soykırımlarla beslenen, tarihlerini talan ve sömürgecilikle yazan, her daim yüzlerinde özgürlük, demokrasi, eşitlik maskesinin düşürmeyen usta bir sahtekârlık…

Gazze’de son akşam “yemeği”

Olimpiyatların açılış töreni muhteşemdi. Dans gösterileri, zengin mekân kullanımı, sanat ve estetiğin görkemli buluşmasıyla tartışılmaz, görsel bir şölen.

Köklerini Paris Komünü’nden alan mesajlar bütün açılış seremonisinin vaz geçilmezleriydi.

Ancak, duygusal zekânın en parlak uygulamalarının sergilendiği, sanatın ve estetiğin büyüleyici örneklerinin, en göz alıcı kareografiler eşliğinde yer aldığı gösterilerde, sinsi bir kurnazlıkla gölgelenmek istenen bir gerçek vardı.

Sahte bir özgürlük aşkı, ikiyüzlü eşitlik vurgusu, gülünç denecek bir kardeşlik teması.

Hitler’e olimpiyat açılışı yaptıran, dünyanın diğer işgalci ülkelerini görmezden gelen, son yüzyılın en büyük soykırımcı devletini masum gösteren sanatla ve sporla estetize edilmiş bir sahtekârlık bu.

Sadece Afrika’yı, Asya’yı, Amerika’yı değil, doymak bilmez bir iştahla bütün dünyayı kemiren ve ona sahip olma histerisinden bir türlü vazgeçmeyen üstün aklın şarlatanlığı.

*  *  *

Açılış törenlerinde gözüme çarpan bir de ironi oldu.

Sanat yönetmeni Thomas Jolly’nin müthiş yaratıcılığında açığa çıkan, Leonardo Da Vinci’nin ünlü tablosu Son Akşam Yemeği’ni konu alan sanatsal gösteriydi bu. İsa'nın Kudüs'te Romalı askerlerce yakalanıp çarmıha gerilmesinden önce havarileri ile yediği son akşam yemeğini konu alan tablonun yorumu bana çok ironik geldi.

Umarım ki dünyayı yönetenlerin Ortadoğu ve Filistin’de yarattıkları tablo da, tanrıların cehennemi yeryüzünde yaratmadan önce, Gazze’deki soykırım sofrasında yedikleri son akşam “yemeği” olacaktır.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/olimpiyatlar-soykirim-ve-sarlatanlik-gazze-de-son-aksam-yemegi,45812

29 Temmuz 2024 Pazartesi

Orada bir köy vardı, uzakta

Yusuf Nazım
T24 | 11 Temmuz 2024

Orada bir köy vardı, uzakta.

Adı eskilerde kaldı. Apçağa mıydı, Hemite mi, Eğridere mi? Yoksa Orçoki mi, Sashara mı veya Carishev mi?

Orada bir köy vardı eskiden, uzakta...

Hayalleri aynı coğrafyada yeşeren hayatın adıydılar. Hep aynı suların can kattığı, aynı toprağın sinesinde soluk alıp veren; benzer umutların yeşerdiği hayatın adı…

Çayırlarında öbek öbek sürülerin toplandığı, harmanlarında kazların, tavukların otladığı…

Orada bir köy vardı eskiden.

Uçsuz bucaksız bozkırları olan; şırıl şırıl akan temiz dereleri, soğuk pınarları, kına yeşiline boyanmış bayırları…

O köy kimin köyüydü sahi?

* * *

Rengârenk çiçeklerle bezenmiş dağları, diş donduran sularıyla yaylaları; içinden dereler akan çayırları,  hayvan otlatırken güle oynayan çocukları, adları türkülere yazılı genç kızları vardı.

Damların saçak altlarında, ikindiüstü sohbetlerinde şen şakrak hikâyeler anlatan, kırmızı yanaklı insanları; kırmızı yanaklı insanların Anadolu’yu besleyen kocaman, nasırlı elleri vardı…

Öfkesi haksıza, yalana, dolana sert; paylaşmada cömert, dayanışmada mert; yağız, delikanlı gençleri vardı. İşte o yağız deli kanlı gençlerin ne cüretkâr hayalleri vardı.

Evde çocuk büyüten, tarlada ekin eken, derede çamaşır yuyan, kuşlukta aheste aheste su taşıyan; sırtında dünya yüküyle yaşayan çilekeş kadınları vardı. Dertleri çok ama neşesi eksiksiz, bitmeyen çeşme başı sohbetleriyle genç kızları vardı...

* * *

Söyle bana, o köy hâlâ var mı? Duruyor mu?

Hayal meyâl uzaklarda; sessiz, solgun, cılız, yaşıyor mu?

Yıllar sonra, çocuk düşlerimin özlemiyle geldim sana. Heybemde, en asi hayallerimle dayandım kapılarına.

Şimdi görüyorum, nasıl da değişmiş mevsimlerin. Suların azalmış, yok olmuş koyun sürülerin. Yolların dersen halâ taşlı, toz toprak içinde. Dağların dertli, yaylaların viran; süreni yok, keder içinde kalmış tarlaların.

Elektriğin gelmiş gelmesine, traktörün çoğalmış çoğalmasına. Evlerde çeşmen bile akıyor. Ve sen toprağım gibi kokuyorsun hâlâ.

Lâkin boğazına kadar borç içindesin, halâ yoksunsun. Eksen, para etmeyecek tahılın, ekmesen açsın! Çocukların sofrada boynu bükük kalacak, ele-güne muhtaçsın!

Sen ki hayalleri kurumuş toprağımsın; sen ki suları çekilmiş çayırlarım, sen ki geleceği karartılmış memleketimsin.

Görüyorum, bir süredir haramiler basmış toprağını. Paraları çok, kanunları destursuz, vekilleri iş başında.

Bulunca fırsatını, el koymaya hazırlar toprağına, bağına, bahçelerine; son damlasına varıncaya dek suyuna.

Öyle kurumuş ki sofran, öyle küçülmüş ki lokman, öyle azalmış ki mecalin. Hele az daha bekle, hele biraz yum gözünü; derelerine HES’ler yapacaklar senin, dağlarına duble yollar, ovalarına fabrikalar…

Buğdayını üç kuruşa alacaklar, yerine tohum satacaklar sana. Toprağından kovacaklar seni. Seni ırgat, seni maraba, seni köle yapacaklar…

Büyük kentlere sürgün gideceksin. İşsizlik bekleyecek seni oralarda; seni açlık, seni yokluk, seni yoksulluk bekleyecek.

Çaresiz, varoşlara göçeceksin. Oralar köyün olacak senin, sokaklar yurdun, kahvehaneler mekânın. Madenlere sokacaklar seni, naylon çadırlarda diri diri yanacaksın. Sağ kalırsan eğer, mahkemelerde sürünmek de cabası...

Çeşmendeki suyunu parayla satacaklar sana, bilesin! Peynirini gramla alacaksın. Unutacaksın et yemeyi, süt içmeyi. Ciğerlerin görmeyecek bundan böyle temiz havayı.

Yaşamak dert olacak, gün yüzü görmeyecek; esrara, tinere alışacak çocukların.

* * *

Ahmet Kutsi Tecer'in Apçağa'daki müze evi
İşte o köy!

Şimdi ne kadar da uzaklarda…

Eksen, buğdayı hâlâ temiz, kirlenmemiş, toprağı halâ cömert, halâ vefalı.

Bir versen bin vermeye hazır. Yeter ki sahiplen yurdunu! Yeter ki yârin yanağından gayri, her şeyde, hep beraber. Yeter ki kaptırma lokmanı eşkıyaya.

Şimdi bakıyorum da…

Göremiyorum, orada bir köy var mı uzakta?

Varsa eğer, görüyorsan, o köy kimin köyü sahi şimdi?

Nicedir tütmez olmuş bacaları; damları sahipsiz, duvarları dermansız, dokunsan yıkılacak sanki!

Kaç zamandır gelememiştim, şimdi vardım, oturdum divanına.

Nicedir içmemiştim sularından, yine içemiyorum, kurumuş pınarların.

İşte geldim sana, nasıl da mahzun görünüyorsun uzaktan; nasıl böyle boynun bükük, nasıl böyle dertli.

Ama olsun!

Özleyenin öyle çok ki, biliyorum sen hâlâ buram buramsın.

Yeter ki bir dokunalım toprağına; yeter ki bir el verelim, yeter ki sevelim, yeter ki terk etmeyelim!

Bak gör ki tohum nasıl düşecek toprağa, nasıl can bulacak hayat, nasıl yeşerecek.

Bak gör ki, ağız dolusu nasıl gülecek çocuklar.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/orada-bir-koy-vardi-uzakta,45572

28 Temmuz 2024 Pazar

Dersim kaç dağ içinde?

Yusuf Nazım
T24 | 1 Temmuz 2024

Genç kız elindeki kimlik kartına dikkatlice baktı.

Doğum yeri Deşt!” dedi.

Evet evet, yanılmıyordu. Kenarları eprimiş eski kimlik kartının doğum yeri hanesinde “Deşt  yazıyordu. Kimlik belgesinin bir o yüzünü, bir bu yüzünü çevirdi; bir elindeki kimlik kartına, bir de yaşlı kadının kırışıklarla dolu yüzüne baktı.

Teyzeciğim, senin doğum yerin neresi?” diye sordu.

Yaşlı kadın masaya küçük adımlarla biraz daha yaklaştı. Kaşlarını kaldırdı. Hiç sevmezdi bu soruyu.

 Deşt” dedi, “kızım Deşt!”

 *  *  *

Leyla'yı Beklerken adlı öykü kitabımdaki Babamın da Makinası Vardı öyküsünden bir metindi yukarıdaki. Belgeselci ve sözlü tarih araştırmacısı sevgili Nezahat ve Kazım Gündoğan dostlarımdı. Bu ikili, Dersim’in Kayıp Kızları/İki Tutam Saç belgeselinden sonra kayıp kızların izini sürmeye devam ediyorlardı. Kazım, şehir şehir, kasaba kasaba, köy köy dolaşır, anlatılar dinler, tanıklarla konuşur, bunların video kayıtlarını alırdı. Zor işti. Heybesinde, köklerinden kopartılmış çocukların yürek burkan öyküleriyle döner, yüreğinde birikmiş yükü boşaltmak için bana uğrardı.

Bunlardan birinde, 1938 tertelesinde ailesi ve köylüleri öldürülen küçük bir kız çocuğunun, sisler içinde kalmış bulanık belleğinden yavaş yavaş sıyrılarak yaşanan katliamı anımsayan Emoş Gülver’in hikâyesi vardı.

Kendisini evlatlık olarak alan subayı babası bilen, kimliğinde sadece Deşt yazan Emoş Gülver’in yaşamını, Kazım ve Nezahat belgesele çekmiş (Hay Way Zaman), ben de hikâyesini yazmıştım.(Leyla’yı Beklerken)

Pertek Kalesi su içinde kalmış, başı dik

Şimdi ben, aradan on bir yıl geçtikten sonra Deşt’e gidiyordum. Hakkında nice yazılar, öyküler yazdığım Düzgün Baba diyarına, yitik bir tarihin topraklarına, kayıp kızlar ülkesine gidiyordum.

Gözlerim, yüksek dağların sarp yamaçlarında dolanıyor. Kına yeşili vadinin derinlikleri, kümeler halindeki ağaçlıklara konaklık etmekte. İçimde, sanki başka bir zamandan tanıdıkmış gibi gelen bu coğrafyaya karşı tuhaf bir yakınlık duyuyorum. Bir bölümü, artık Uzunçayır Baraj Gölü’nün uzantısı haline gelmiş Munzur ve Pülümür Çayı, eski hırçınlığından çok şey kaybetmiş, sakince akmaya devam ediyor.

Gola Buyere Buzul Gölü, Pülümür, Dersim
Pertek Kalesi su içinde kalmış, başı dik. Dersim dağlar içinde. Bir yanında Karaoğlan, Sürünbaba, Bağır Paşa, bir yanında Akbaba ve Katır Tepesi, Mercan ve Sultanbaba Dağları. Eteklerinde Munzur Baba’nın gözyaşları…

Yöre halkıyla söyleşiler yapıyoruz. Bir zamanlar, pek de şefkatli olmayan bir devlet aklının dağına, taşına, diline ve kültürüne yabancı topraklarda yaptıkları üzerine anlatılanlar. Yüzler ekşi, dudaklar buruk, gözler hüzün topu. Hikâyeler sert, hikâyeler dram akıyor bu coğrafyada. Daha önceden bildiğim, öykülerime de bulaşan, zaman zaman yazılarımda da yer alan, öteki tarihten öğrendiklerim dışında canlı hikâyeler dinliyorum:

Yakılan evler, boşaltılan köyler, yasaklanan yaylalar, mezralar…

Dersim yolunda yol kesip kitap isteyen eşkıyalar:
Mehmet ile Muhammet Ali
Bir festival nedeniyle Ovacık-Tunceli yolu kapalı. Tırmandığımız dağ yolunda eşkıyalar kesiyor yolumuzu. İstedikleri şey kitap! Kitap istiyor Mehmed ile Muhammed Ali. Dersimli Mehmed’in dilinden akıyor hikâyeler.

Bir kez daha farklı kelimelerle kılıflanmış derin anlamlarla yüklü yeni sözler, eski kavramlarla birbirine karışıyor. Şark Islahat Planı, 1935 Tunceli Kanunu, Haydaran Aşireti, Dersim Harekâtı, Seyit Rıza, tedip, tenkil…

Zümrüt yeşilini sürmüş gözlerine Pülümür. Dereyi arkama alıp Deşt’e dönüyorum yüzümü. Tülük köyünün eteklerinde geçmiş zamanlardan kalma hikâyeler bana yol gösteriyor.

Deşt’in torunlarına rastlıyorum orada; Hüseyin, Ferhat, Haydar, Sabriye ve Naciye kadın. Zel dağının arkasından öyküler topluyorum. Harçik Çayı, Pax Köprüsü, 38 Kayalığı, Veraniz mezrası. Anlatırken kabuk tutmuş yaralar bir bir açılıyor, Savut köyünün eteklerinde Haydar’ın dudakları kanıyor; Abasan, Yusufan, Demenan, Haydaran ve daha niceleri…

Her birinin eline kendi tarihlerini tutuşturup ayrılıyorum.

Diyarbakır, Tülük Köyü, Veraniz mezrası:
Hüseyin, Ferhat, Haydar, Sabriye ve Naciye 

Sen kaç dağ içindesin, kaç namlunun ucundasın Dersim?

Tunceli çıkışında, Munzur Çayı ile Pülümür Deresi’nin birleştiği yerden Erzincan yönüne sapıyoruz. Kısa süre Pülümür Deresi boyunca ilerleyip sonra çaya dik bir şekilde, dereyi arkamıza alarak tepelere doğru tırmanıyoruz.

İşte sol tarafta yıkılmış eski bir karakol, işte Deşt’e giden yol, Tülük Köyü, Veraniz Mezrası. Bir kadının yaralı çocukluğunu görüyorum orada. Emoş Gülver’in sisler içinde sökün eden bölük pörçük çocuk anılarına gidiyorum. Sene 38, askeran basmış köyü, erkekler birbirine bağlı, kadınlar çocukların ellerinden tutuyor, bebeler biteviye ağlaşıyorlar. Kim bunlar, niye böyle sıralanmışlar, nereye gidiyorlar? Harçik Çayı neden böyle kan akıyor, mağaraları niçin zehir soluyor?

Kulaklarımda, anlatılan hikâyelerden kalma yaralı sözlerin izi var. Sorular birbirini yalanlıyor. Söyle bana ey şehir, senin çocuklarına idam fermanları çıkaranlar kim? Kim senin nehirlerine kelepçeler vuran, sofrandaki lokmana göz koyan? Hangi kirli asrın yüzü seni suyundan, toprağından koparan? 

Biliyorum bebelerin kayıp, kızların kayıp, tarihin kayıp senin ey şehir!

Biliyorum sen, bire bir dövüşte yenilmeyenlerdensin. Söyle bana sen kaç dağ içindesin, kaç namlunun ucundasın Dersim?

İdam sehpalarına başı dik çıkanlar senin evlatların değil mi? Peki ya, şu dağlarda özgür dolaşan Bezuvarlar, karlarında açan kardelenler...? Görüyorum, umudun bitmediği yerdesin sen hâlâ, özgürlüğe olan tutkun var, barışa dair inancın var. Hilesiz, sömürüsüz, haramisiz bir dünyaya olan özlemin var.

*  *  *

İşte dönüyorum.

Yabanıl, sert yüzüyle öfkesini bağrına basmış dağlar. Derin vadilerin kına yeşili eteklerinden geçiyorum. Yola saldırır gibi duran kızılağaçlar, dişbudaklar, çalılar ve türlü türlü ağaçlar, uzansan dokunacak kadar yakınlar.

Deşt’ten dönüyorum!

Düzgün Baba diyarından; Ana Fatma’dan, Gola Çetu’dan, Sultan Baba’dan; kayıp kızlar ülkesinden dönüyorum.

Bir süredir özgür akmıyor dereleri Dersim’in. Her gün yeni barajlar, yeni setler kuruyorlar. Bu güzelim vadiler; badem ağaçları, ardıçlar, meşeler, çan çiçekleri; buraları yurt edinmiş tilkiler, ayılar, vaşaklar ve bezuvarlar, yavaş yavaş sular altında kalıyor, tarih bir kez daha ağır ağır yaralanıyor.

Tarihin belleği en karanlık yerinden kanıyor

Doruklarda yalçın kayalıklara bakıyorum. Sarp ve hırçın dağlara, tepelere…

Araç hızla ilerliyor, anılar birbirini kovalıyor aklımın dehlizlerinde.

Tarih, tarih olalı bu coğrafyada susmuş, susmuş, hep susmuş. Ardımda, kendi belleğini kazmaktan yorgun bir şehir. Tarihin kir tutmuş perdesi yavaş yavaş aralanıyor, kazdıkça tarihin belleği en karanlık yerinden kanıyor. İsimleri bir bir sıralanıyor; Halvoriye, Zımeq, Kırnige, Serkemer ve Deşt…

Tunceli tabelası arkamızda kalıyor.

Önümde Pülümür Çayı, bilekleri kelepçeli, yas içinde. Arkamda Fırat Nehri, şimdilerde kâr akıyor sularında. Derin vadiler, sarp yamaçlar, bir süredir geçit verir olmuş dağlar…

Vadinin derinliklerinden kıvrıla kıvrıla akan Munzur Çayı. Yamaçlarında badem ağaçları, fundalıklar, sazlıklar… Her renkten yeşilini kendi zerreciklerine katarak, yer yer yorulmuş gibi yavaşlayıp bazen de hızlanarak akıyor.

Yüreğimin duvarlarında, hırçın bir rüzgârın kanatları. İşte karşıda derin bir vadi daha, işte ortasında döne dolana Munzur Çayı. Yamaçlarında badem ağaçları, fundalıklar, kızılağaçlardan oluşmuş yeşil bir perde. İçinde, Dersim’in kayıp çocuklarından Emoş Gülver’in sureti, bana gülümsüyor. Yüreğim pare pare, gözlerim ıslak, ruhum darmadağın. Dönüp arkama bakıyorum, Dersim’in bütün kayıp kızları bana el sallıyor.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/dersim-kac-dag-icinde,45440