31 Ocak 2024 Çarşamba

Emeklinin ölüm yılı

Yusuf Nazım
T24 | 30 Ocak 2024

Onu, ilaç almak için beklediğim eczanenin önünde, arabanın camından bakarken gördüm.

Bölünmüş yolun ortasında, otların arasındaydı. Eğilip kalkıyor, yerden bir şeyler alıyor, ara sıra başını kaldırıp etrafa bakınıyordu. Belindekini sonradan fark ettim. Avuçlarıyla otları yoluyor, kucağındaki torbaya dolduruyordu.

Dikkatle onu izlediğimi gören yanımdaki esnaf, merakımı anlamış olacak ki;

“Bizim Ramazan.” dedi, “Emeklidir. Bir kaç günde bir gelir, yol kenarlarında yetişen turp otlarını, ısırgan otlarını ve diğer yenilecek bitkileri toplar.”

Ramazan’a bir kez daha baktım, arkasından bir kadın aynı hareketlerle onu izliyordu.

Esnaf devam etti;

“İnsanlar et yiyemeyince ot yemeye başladılar.”

*  *  *

 Emekliler...

 13,5 milyon can; nefes alan, acıkan, canı yanan, evladını özleyen, torununu seven, aybaşını iple çeken, yaşıyormuş gibi yapan milyonlar...

Bir zamanlar sırtlarında bu ülkenin yükünü taşıyanlar.

Kimi öğretmen, kimi memur, kimi işçi ya da çiftçi; hekimi, teknisyeni, mühendisi olarak yıllar yılı çalışmış; ömrünce can vermiş, alın teri dökmüş, göz nurunu akıtmış; üretmiş, beslemiş, değer katmış, yetiştirmiş...

Şimdiyse değersizler.

Tam da, bundan böyle yaşamak zamanı dedikleri anda acımasız bir kapana sıkışıp kalmışlar.

Bir süredir siyasal İslamcı, vahşi bir kapitalizmin çarklarındalar. Yaşayacakları en güzel zamanları, yıllardır bekleyen umutları, ertelenmiş hayalleri bu kötücül çarkların dişlileri arasında acımasızca öğütülmekte.

Posası çoktan çıkartılmış, artık yok hükmündeler.

Devletin eli emeklinin boğazında; sıktıkça sıkıyor, sıktıkça sıkıyor, sıktıkça sıkıyor...

Nasıl olsa örgütsüzler, üretim dışı kalmışlar; nasıl olsa din sosuna batırılmış vaatlerle çoktan dumura uğratılmış düşleri, kolayca gözden çıkarılabilirler. 

Nasıl olsa vicdanı yok rakamların, istatistikler iki dudak arasına sıkışmışlar.

Kanun hükmünde talimatlar, binlerce kez yinelenen vaatler, damardan verilen ayetler, hepsi hazırlar.

Tek bir düdük sesiyle emre amadeler.

Bakın, nasıl da koro halinde bağırıyorlar:

“Emekli et yerine ot yesin” diyorlar!

Emeklinin 26 yılda alacağı maaşı tek bir yılda huzur hakkı olarak cebe indiren şirket yöneticisi bürokrat bağırıyor;

“Et yemesin, ot yesinler!”

Devletin tepesine çöreklenmiş üçer beşer maaşlı, hayır hasenatçı beyefendiler; belediye parasıyla Amerikalara, Avrupalara gidip, bedavadan unvan peşinde koşan hanımefendiler avazları çıktığınca bağırıyor:

“Et yemesin, ot yesinler!”

Memleketin sırtına kene gibi yapışmış doymak bilmez zevat, bir eli yağda bir eli balda kapı kulu bürokrat; liyakatsiz memur, anlı şanlı yönetici, kibirli devlet adamları hep bir ağızdan bağırıyor:

“Et yemesin...”

Sigortasız, sosyal güvencesiz göçmen işçilerin sırtından palazlanan kan emicilerin cümlesi hep bir ağızdan tekrarlıyor:

“Ot yesinler!”

*  *  *

1 Kasım 1918.

Osmanlı Dünya Savaşından yenik çıkmış, toptan bir yok oluşun arifesindedir. Ülke topraklarının tamamının işgal edileceği konuşulmaktadır.

Posta ve Telgraf İdaresi yabancıların yönetimine verilmiş; limanlar, demiryolları ve ulaşım tamamen işgal devletlerinin kontrolüne geçmiş, maliye yönetimi Avrupalı devletlerin idaresine bırakılmış, dış borçlar ve mali gelirlerin kontrolü bile yabancı özel komisyonların denetiminde.

Turan macerası peşinde askeri kırdıran, Anadolu’yu Ermenilerden arındıran, halkı canından bezdirip Osmanlıyı sonu gelmez bir trajediye sürükleyen ittihatçıların kudretli liderleri; Enver, Talat ve Cemal Paşa pılısını pırtısını toplayarak o gece ülkeden kaçmıştır.

Akşam Gazetesi’ndeki köşesinde Refik Halid, geride yenilmiş, harap bir ülke bırakarak kaçan şanlı paşalara şöyle seslenir:

“Yaz başlangıcında sırtı karnına yapışmış, sarı, sıska, cansız birtakım tahtakuruları çıkar, iğne gibi vücudumuza batarlar, derimizi haşlarlar, kanımızı emerler, sonra sabaha karşı etli, canlı, iri yarı şuraya buraya kaçarlar… Galiba şafak attı, güneş doğuyor; tahtakuruları nereye?”

Kaleminin ucunu, mürekkep yerine zehre batıran yazar, bir devrin muktedirleri için zehir zemberek sözlerle devam eder:

“Vurdular, kırdılar; yaktılar, yıktılar; astılar, kestiler; kastılar, kavurdular; nihayet leşimizi meydanlara sererek yılan gibi kaçtılar; memlekete düşmanları sokarak üstümüzden aştılar… Eli sopalı, beli palalı, gözü kanlı paşalar damdan dama nereye?”

Şimdi siz, elinizde ayetler, dilinizden düşmeyen besmeleler, yıllar yılı vatandaşın sırtına basarak tırmandığınız sihirli kulelerinizde, halka yukarıdan bakan efendiler.

Neredeyse çeyrek asrı bulan iktidarınızın sonunda milyonlarca emekliye müjde diye ölüm yılı sunuyorsunuz.

Aslında biliyorum, sayınız göründüğü kadar hiç de çok değil. Hepi topu bir avuç soyguncu müteahhit, faizci bezirgan, yeni yetme zenginsiniz. Çevrenizde mafyacı, yandaş ihaleci, uyuşturucu baronu, haramzade, vurguncu bir elit. Memleketin sırtına yapışmış parazitler gibisiniz. Yıllar yılı halkın sofrasına çöktünüz; tıksırıncaya kadar yediniz, içtiniz, semirdiniz.

Fabrikaları kapattınız; madenleri, barajları, limanları ve marinaları sattınız; üniversiteleri hallaç pamuğu gibi dağıttınız. Güzide kurumların kapısına kilit vurup bilim yuvalarını çökerttiniz; halkın sesini boğmak için demokrasinin boynuna ilmik taktınız. Şehirleri ve kasabaları yağmalayıp parsel parsel sattınız. Ormanları, bağları, zeytinlikleri talan edip dereleri kuruttunuz. Doymadınız, ülkenin en güzel koylarına çöktünüz; el değmemiş her karış toprağına, son damla suyuna; parkına, bahçesine, ağacına kadar göz koydunuz. Gençlerin umudunu ve geleceğini yok ettiniz.

Nice umutlar kırıldı sayenizde, kaç can kurudu, nice ocaklar söndü ihtirasınızla? Sefil perişan oldu halk, kaçının ahını alıp günahına girdiniz?

Doymak bilmez iştahınız sakın ola ki kesilmesin, semirmeye devam edin beyler; görüyorum, yedikçe büyüyor, büyüdükçe şişiyor karnınız, lâkin yükseldikçe çürüyor kuleleriniz.

Merak buyurmayın efendiler, yükseldikçe daha da çürüyecek o kuleler. Bir gün gelecek, bu devir bitecek, şan şöhret balonlarınız bir bir sönecek; bu kulluk dönemi de sona erecek. Refik Halid’in yüz yıl önce dediği gibi, siz de diğerleri gibi pılınızı pırtınızı toplayarak çekip gideceksiniz.

Ne diyordu Refik Halid:

“Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir de acı kahvemizi içmeden efendiler nereye?”

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/emeklinin-olum-yili,43319

15 Ocak 2024 Pazartesi

Tarih nasıl affedecek bizi?

Yusuf Nazım
T24 | 30 Aralık 2021

Kadınlar koğuşu kalabalıktı.

Demir mazgallar gürültüyle açıldı. Yanında, vahşi köpeğiyle binbaşının gölgesi beton zeminin üzerinde sivri bir hançer gibi uzadı.

İçerdekiler hep birden ayağa kalktı. Binbaşı, kalabalığın arasında sert adımlarla yürüdü, tavırları küstahtı. Hoyrat, kıyıcı bakışları kalabalığın arasında tek bir kişinin üzerinde kilitlendi.

Kadın on dokuz yaşındaydı. Ayaktaki kalabalığın arasında, oturduğu yerde kıpırdamadan durdu! Gözlerinde, aylardan beri işkence görmüş, gururu kırılmış, ruhu incinmiş olmanın öfkesi vardı. Omuzlarını düzeltti, meydan okur gibi binbaşıya dimdik baktı.

Faşizmin, ülkede yeşil bir kasırga gibi estiği yıllardı. Darbeciler tarafından üniversite sıralarından alınmış Diyarbakır zindanlarına atılmıştı.

Hani şu, insanların lağımlarında fareler gibi süründürüldüğü, dışkı yedirildiği, salt bu yüzden kimi mağdurların hapis sonrası dişlerini çektirdiği, işkencenin akla hayale gelmeyecek her türünün denediği Diyarbakır Zindanları...

 Kadının, bu davranışının bedeli ağır oldu. Binbaşı onu, vahşi köpeği Co’nun kulübesine kapattı. Nefes almanın dahi güç olduğu, pislik içindeki o kulübede tam alt ay kaldı; dayak yedi, eziyet çekti, işkence gördü…

Genç kadın eğilmedi. İki yıl yattı, çıktı. İzmir’de iletişim, halkla ilişkiler ve gazetecilik okudu. Gazetecilik, yazı işleri müdürlüğü, yayın koordinatörlüğü yaptı. Gazete çıkardı, kadın hareketi içinde yer aldı, hak savunuculuğu yaptı, belediyelerin sosyal projelerinde çalıştı.

Yıllar içinde evlendi, anne oldu. Çalışkanlığı, sabrı, güçlü iradesiyle halkının gönlünü mest etti. 2007’de Diyarbakır, 2011’de Siirt’ten bağımsız milletvekili seçildi. 2014 seçimlerinde, dünyanın en büyük Kürt nüfusunun yaşadığı Diyarbakır şehrinin halkı, %55 oyla onu, kenti yönetmesi için belediye başkanı seçti.

12 Eylül darbecilerinin, Diyarbakır Zindanlarında köpek kulübesine kapatmasından tam 36 yıl sonraydı; Türkiye ‘demokrasisi’ onu belediye başkanlığı koltuğundan aldı, bir kez daha cezaevine kapattı.

Adı Gültan Kışanak; beş yıldır cezaevinde…

 *  *  *

 Hava karanlık ve serin.

Ankara’nın Eylül akşamları bazen ruhsuz olur. 78 yaşında hayata veda eden kadın, vasiyeti üzerine evinin penceresinden seyretmeye alıştığı İncek Mezarlığı’na defnedilecektir.

Kalabalık, merhuma son görevini yerine getirme telaşındadır. Cenaze son yolculuğuna uğurlanmak üzere mezara indirilir, üzeri toprakla kapatılır. Tam bu esnada, bir saattir mezarlıkta peydahlanan serseri bir gürûh, ağızlarında kin ve nefret çığlıklarıyla yaklaşmaktadır.

Havada taşlar, sopalar uçuşmaya başlar. Gözü dönmüş kalabalık Alevilere, Kürtlere, Ermenilere karşı galiz küfürler eşliğinde saldırıya geçerler. Birçok milletvekili, siyasetçi, belediye başkanı da oradadır. Saldırgan gurup mezarlığa bir Kürt’ün, Alevi’nin ölüsünü gömdürmek istemez. Ardından mezara saldırır, söküp parçalamaya çalışırlar.

Ölen kişi bir Kürt Alevi’si olan Hatun Tuğluk’tur. Kızı, izinli olarak cezaevinden çıkıp gelmiştir. 78 yaşındaki annesinin, topraktan alelacele çıkarılarak kaçırılır gibi götürülüşüne tanık olur. Cenaze, yakınları ve sevenleri tarafından Dersim’e götürülerek orada defnedilir… 

*  *  *

 Hatun Tuğluk’un kızı, annesinin cenazesini gömmek için Dersim’e gidemedi, cezaevine döndü.

İstanbul’da hukuk okumuş, avukatlık yapmıştı. İnsan Hakları Derneği üyesi, Yurtsever Kadınlar Derneği kurucusuydu. Toplum ve Hukuk Araştırmaları Vakfı Yönetim Kurulu Üyeliğinde bulunmuş, Demokratik Toplum Partisi kurucu eş başkanlığını yapmıştı. 2007’de Diyarbakır, 2011’de Van’dan bağımsız milletvekili seçilerek HDP ’ye katılmıştı. Son olarak da Parti Meclisi'ne girmiş, Genel Başkan Yardımcılığı görevini üstlenmişti…

Adı Aysel Tuğluk; beş yıldır cezaevinde.

Annesinin ölüsüne karşı yapılan, eşi görülmemiş canavarlığın acısıyla yaşıyor. Öyle bir acı ki bu, Kürt’ün dirisinden sonra, ölüsünü bile rahat bırakmayan zalimliğin, devlet katında hoş görülmesiyle katmerlenen; derin, derin olduğu kadar dilsiz, dilsiz olduğu kadar da sahipsiz hali…

Aysel Tuğluk o gün cezaevine döndü; tüm hapishane, cümle kapılar, parmaklıklar üzerine kapandı; dünyası karardıkça karardı. Ölü bir Kürt’e iki karış toprağı dahi çok gören ırkçı nefretin acısını bir türlü kabullenemedi, dindiremedi. Yaşadığı derin acı onu, dilsizleştirdiği kadar hafızasızlaştırdı.

O bir Demans hastası artık; giderek ağır Alzheimer’a dönüşüyor. Belki de, tüm topluma sirayet eden bu ağır lekeye belleğini kapanmak, üstesinden gelemediği acıyı unutmak istiyor…    

*  *  *

Peki, sadece Gültan Kışanak, Aysel Tuğluk mu?

Çoğu Kürt olan HDP’li kadın siyasetçi de benzer durumda. Hepsi, adeta üzerlerine ateşten bir gömleği giymişler. Geride eşlerini, işlerini, çocuklarını bırakmış zindanlarda ömür tüketmekteler.

1935’te kadınların siyaset sahnesine çıkmasından sonra, 1960 darbecilerinin tutukladığı 7 DP’li kadın vekili saymazsak en çok çile çeken, bedel ödeyen; en çok gadre uğrayan Kürt kadın siyasetçileri olmuştur. Onlar ki yürüttükleri kadın siyasetiyle birlikte 2007’lere kadar %1’lerde seyreden meclisteki kadın vekil oranını %17,1’lere taşımışlardır.

İyi ama karşılığı ne oldu bunun?

Karşılığı hiç kuşku yok, daha çok acı oldu elbette; yerinden yurdundan edilmek oldu, çoluğundan çocuğundan ayrılmak oldu; sürgün oldu, dert oldu, hapis oldu. Hem de öyle beribenzer bir hapis değil. Ömürlerinin en güzel yıllarını zindanlarda tüketti bu insanlar.

1994’te TBMM kapısında tutuklanan 7 vekilden biri kadındı. Leyla Zana ’ya, kürsüde ana dilinde konuştuğunda, et-tırnak hoşgörüsünü gösteremedik. Bir tek linç edilmediği kaldı. Sonraki yıllarda da Kürt kadın siyasetçileri benzer nefretin kurbanları olmaktan kurtulamadılar. Bağımsız ya da HDP üyesi 18 kadın milletvekili tutuklandı; cezaevine girdi, çıktı; söyledikleri her sözcük, kurdukları her cümle, attıkları her adım aleyhlerine delil olarak kullanıldı. Haklarında üst üste yüzlerce davalar açıldı, açılmaya devam ediyor.

Onlarsa, yaralarına tuz basmayı yeğlediler. Mayınlarla dolu siyaset yolundan ayrılmadılar, üzerlerindeki ateşten gömleği çıkarmadılar. 

*  *  *

Hâlbuki ne insan öldürmüş, ne cana kıymışlardı.

Hiçbiri katil değildi, ellerine silah almadılar.

Uyuşturucu kullanmaktan, kokain kaçırmaktan; hırsızlıktan, rüşvetten, mala çökmekten hapis yatmadılar.

Mafya ve çek senet işlerine bulaşmadı; cezaevlerinden, kendilerine özel çıkarılan afla serbest kalmadılar.

Köylünün deresini kurutup üzerine HES yapmak mı?

İmar planlarıyla oynayıp şehirleri betona boğmak m?

Dağlara siyanür ekip ormanları tarumar etmek mi?

O taraklarda bezi yoktu hiçbirinin.

Sorarsan, sevdaları vardı, öyle diyorlardı.

Sadece insana dair miydi?

Değildi tabii!

Börtünün böceğin yaşadığı toprağa, toprakta büyüyen ağaca, ağaçta öten kuşa dairdi sevdaları.

Üzerinde yaşadıkları coğrafyada on yıllardır süren bir ateş vardı. O ateşi söndürmek için yollar aradılar. Söz kurdular, itiraz ettiler, soru sordular; yanıtlar aradılar. Onlara bu görevi halkları vermişti, yaptıkları her şey, bu görevi layıkıyla yerine getirmek içindi.

Belki kusurları da oldu, yanlışlar da yaptılar; öyle büyüktü ki acıları, heyecanlandıkları da oldu, yalpaladıkları, öfkelendikleri de…

Lâkin hiçbir zaman bir köpek kafesine kapatılmayı hak etmediler.

Ölülerinin, mezardan çıkartılarak kendi toprağından sürgün edilmesini hiç hak etmediler.

Milyonlarca seçmenin iradesinin yok sayılarak ömürlerinin, zindan zindan çürütülmesini ise hiç mi, hiç hak etmediler! 

*  *  *

İki binli yıllar…

Yeni bir yüzyıla girdiğimizde biraz umutluyduk kuşkusuz.

Dünyaca kutladığımız milenyumdaydık. Ay’ı bırakmış Mars’a, yıldızlara gidiyorduk. İçinden ışık hızıyla geçtiğimiz bu çağa isim vermekte bile zorlanıyorduk; bilgi çağı diyorduk; uzay çağı, robot çağı, sibernetik çağı…

Oysa öylesine uzağındaydık ki çağın!

Halâ diline kilit vurmakla meşguldük bir halkın. Ezgileri hep yabancı geliyordu bize; renklerini yasaklıyor, düğünlerini basıyor, partilerini kapatıyorduk... Kendi halkının şölenlerle meclise uğurladığı vekillerini, enselerinden tutup zindanlara atıyor, bununla övünüyorduk.

O bile yetmiyordu; ölülerini topraktan çıkartıp diyar diyar sürüyor, en yüksek devlet katından yetkililerle, tarihe utanç fotoğrafları bırakıyorduk.

Sahi kimdik biz?

Nereden geliyor, nereye gidiyorduk?

Son çağın lanetlileri miydik yoksa?

İnsanlığa bu kadar zulmü nasıl reva görüyorduk?

Tanrı bu kötülük fermanını ne zaman buyurmuştu bize?

Bu deli gömleğini hangi ara giymiştik üzerimize?

Bakın, tüm dünya durmuş, nasıl da utançla seyrediyor eserimizi.

Öyle bir günah çukuruna yuvarlandık ki; karanlık, dipsiz.

Bilmiyorum, tarih nasıl affedecek bizi?

        

Not: Yeni yılda Sayın Aysel Tuğluk’un, Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Kurumu’nun verdiği ‘cezaevinde kalamaz’ raporuna uygun şekilde ‘infaz ertelemesi’ yapılmak suretiyle serbest bırakılmasını umut eder, tüm okurlarıma kavgasız, savaşsız, incinmesiz, huzurlu bir yıl dilerim.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/tarih-nasil-affedecek-bizi,33643