Yusuf NazımT24 | 23 Ağustos 2019
Ağustos, yine yangınlarla geldi. Sükûn yok, belli ki uzun
süre de olmayacak. Yine telaş içinde şehirler, yine sabırsız geçiyor günler.
Seçmek ve seçilmek nicedir günah artık bu coğrafyada. Demokrasi,
çoktandır bir maskeye dönüşmüş, iri, kıllı elleriyle hunharca yürüyor üzerine, kadim
şehirleri boğazlıyor.
Ah Diyarbakır; güllerin diyarı, 27 kavme yurt olmuş Amida;
Doğunun incisi Van; Masalların ve efsanelerin efendisi Mardin; üç şehrin
iradesi birden kırılıyor.
İşte size, adına parlamenter rejim denen şeyden kalan
bakiye. İşte size, üstüne toz kondurulmayan millet iradesi. İşte size
demokrasinin vazgeçilmez cazibesi.
* * *
Bayram sonrası. İzmir’de bir hastane. İğne atsan yere düşmez
bir kalabalık.
Kadın, hastanenin koridorunda. Bir türlü gelmeyen sırasını
bekliyor. Kocası Şırnak’ta bombacıymış, öyle diyor; ayda on bin lira alıyor, yetmiyormuş.
Yaşadığı şehirden hikâyeler anlatıyor yanındakilere…
Bizzat tanığıymış, seçimlerde sürekli para dağıtıyormuş AKP.
Üstelik, Halk Eğitim’den başvuranlara, batıda en lüks otellerde tatil…
HDP liler mi? “Hepsi
de terörist,” diyor! “Ama,” diye
ekliyor, “asla oylarını parayla
satmıyorlar…” Sonra gülümsüyor; “aslında
iyi insanlar, bir de terörist olmasalar…”
Makbul devlet adamları
Diyarbakır’da bir caddedeyiz.
Kalabalıklar toplanmış öbek öbek. Şaşkın ve öfkeliler... Millet
iradesi denen şeyden, nasiplerine düşenin peşindeler. Teslim etmek istemiyorlar
iradelerini…
“Oyumu istiiiim! Oyumu
istiiiim!” diye bağırıyor yaşlı bir kadın.
Ne var ki “cahiller.”
Ne oyları makbul, ne de tercihleri! Böyle buyuruyor, makbul bir televizyon
kanalının prime time’ına post atmış bir yorumcu; kerameti kendinden menkul,
kibirle sıralıyor cümlelerini. Unvanı mı? Efendisince makbul görülmüş bir
güvenlik uzmanı o…
“Helal oyları
kaptırmayacağız” diye, sıraya giriyorlar makbul devlet adamları.
Zulalarında haram sözcükleri saklıyorlar, ceplerinde ayetler. Hepsi de zekâ
küpü; çok eğitimli, görgülü, kültürlü; hanımefendiler, beyefendiler; hepsi de
demokrasi…
Diyarbakır’ın caddelerinde tomalar. Tafrayla tutmuşlar sokak
başlarını. “Helal oyları istismar ettirmemek”
telaşındalar. Talimat bekliyorlar efendilerinden. Birazdan bir böcek sürüsü
gibi önüne katıp püskürtmeye hazırlar ahaliyi…
Kalabalıklar dalga dalga. Yüreklerinde uluorta bir isyan. Kırık
dökük sözcükleri ısırıyorlar dişlerinde. Kimi esnaf, kimi şoför, kimi memur; öğrencisi,
işsizi, genci…
En çok da kadınlar… Kol kola, zılgıt zılgıta kadınlar…
Öfkeleri, bakışlarından bulut bulut sızan kadınlar… Hep en öndeler, hep yüzleri
mağrur, hep başları dik. İradesi zapt edilmiş, hayalleri çalınmış bir kentin
insanları bunlar…
Karşılarında, sanırsın düşmana karşı, bin yıllık kudretiyle şatafatlı
bir ordu. Göz açtırmıyor kolluk. Kibirleri boylarından büyük, kinleri nemruttan
beter; arkalarındaysa saraylar ve saltanatlar...
Şiddet kol geziyor sokaklarda; dört yan akrep, kılıç,
kalkan, biber gazı, maske, jop; buyruk üstüne buyruk; ters kelepçe, göz
yaşartıcı bomba, kanun hükmünde kararname; dilediğince darp, keyfince gözaltı, istediğince
hapis… Velhasıl, demokrasiden göz gözü görmüyor ortalık. Diyarbakır, Van,
Mardin... Bir kez daha acımasızca yağıyor talimatlar, bir kez daha kırılıyor
iradesi şehirlerin.
Neylersin, güçlüler; dualarla kutsanmış zırhları var; demire
ve çeliğe bürünmüşler. Güçlüler, her daim acı ve zehir kokuyor nefesleri…
Yasalar koymuşlar; itaat etsinler diye. Torba torba kanunlar
çıkarmışlar; boyun eğsinler diye. Ayetler indirmişler; yoldan çıkmasınlar diye…
Elazığ Bulvarı’nda bir kadın oturuyor
Zaman bir yanda hüzünlü ve buruk, alkışlarla geçiyor. Bir
yanda hantal, paslı, çürümüş gövdesiyle bir çark dönüyor. Bürokratlar demeçler
veriyorlar birbiri peşi sıra. Vicdanlar mütemadiyen ölüyor, tuz kokuyor,
ajanslar zehir püskürtüyor üç şehrin üzerine.
Elazığ Bulvarı’nda bir kadın oturuyor. Dağ Kapı’nın arkası şimdi
bir küfür. Yere bağdaş kurmuş, öfkesini burnundan soluyor kadın. Diyarbakır’ın
bazalt kayaları gibi ağır, sert; ak leçeği altında, canlı bir heykeli andırıyor
yüzü.
Öfkeyle sallıyor bir elini, yumruklarıyla dövüyor bağrını.
Sitemi tanrısına mıdır, yoksa bir kentin kaderine mi? Korkunun zerresini aramak
boşuna gözlerinde, bilinmeyen bir dilden söylüyor şarkısını.
Anlamıyorum… Ama olsun. Bir yerden tanıdık geliyor ezgisi,
teni tenime dokunuyor, duyguları duygularıma… Sesinde, gelmiş geçmiş cümle
kavimlerin ahı, bir ağıt olup akıyor Amida’nın surlarına…
Zaman nasıl da acımasız akıyor bu diyarda. Hevsel Bahçeleri hiç
bu kadar yalnız olmamıştır belki, yavaş yavaş soluyor. Dicle’nin kıyısında, beş
bin yıllık bir mezara dönüşüyor bir şehir.
Aklım, geçmiş zamanların burgacında. Ulu Camii’nin minaresi,
Surp Giragos’un çan kulesi, Keçi Burcu’nun hikâyesi. Güneş, Urfa Kapı’nın
üzerinden ağır ağır batıyor. Sur Dibi’nde bir çocuk ağlıyor, bir düş bozuluyor,
bir kez daha kırılıyor umut, son kavmin ayak izleri de yavaş yavaş soluyor.
Bir esinti, bir rüzgâr çıkıyor, ruhumda aykırı düşler,
içinde bir fırtına. Beynim asi sözcüklerin kıskacında, dayanamıyor, pervasızca
kanıyor.
Eğilip bakıyorum. Bir çocuğun mavi gözlerinde görüyorum
geleceği; “bizi unutmayın,” diyor; “bizi unutmayın!”
Kalbim, yıkılmış bir kentin surlarında; harap ve çaresiz.
İçinde yaralı bir kuşun çırpınışları. Amida’nın çığlıkları bunlar. Amida’nın
çığlıkları.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
yusuf.nazim1@gmail.com