T24| 24Nisan 2019
Acılar kalbimizi,
ihanetler ruhumuzu, yalanlar ise tarihimizi kanatır.
3 Haziran 1915.
İstanbul’da o gece, başka bir karadır. Taksim’den
Dolmabahçe’ye inen yolun sağ tarafında askeri bir hastane uzanmaktadır. Gümüşsuyu’ndaki
hastanenin karşısında, Azaryan Apartmanı
sessizdir. Sanki elleriyle yüzünü kapatmış gibidir.
Ayazpaşa’daki haziran sıcağında, elleriyle yüzünü kapatmış binadan
paltolu bir adam çıkar. 26 nolu apartmanın 3.katında, 11 nolu dairede kızı ve karısı
ağlamaktadır. Polisler kollarına girmiştir. Saçları taranmış, traşlı, düzgün
giysileri içindeki bu kişi Osmanlı Meclisi milletvekili, hukukçu, yazar, bir Ermeni’dir.
* * *
Sene 1915, Haziran’ın ikisi.
İki arkadaş, az önce birlikte yemek yedikleri masada kâğıt
oynamaktadırlar.
Birisi nam salmış bir Osmanlı paşası, diğeri bir Osmanlı
mebusudur. Gecenin ilerleyen saatlerinde, ikisi ayağa kalkar, vedalaşırlar.
Paşa, masa arkadaşının karşısına geçer, ona sarılır, yanağından öper. Sanki
uzun bir yolculuğa uğurlar gibidir. O an göz göze gelirler. Diğeri, içinde garip
bir ürperti hisseder. Bir anda aralarında sanki sessiz, soğuk bir duvar örülmüş
gibidir...
Osmanlı paşasının adı Talat’tır; nam-ı diğer Talat Paşa. Onun, sarılıp yanağından
öptüğü mebus ise, hukukçu bir Ermeni, edebiyatçı, yazar, ceza hukuku profesörü,
Krikor Zahrab’tan başkası değildir.
Krikor Zahrab, ayrılırken
Talat Paşa’nın ona niye sarıldığını, yanağına neden bir veda öpücüğü
kondurduğuna şaşırır, bir anlam veremez. Bir gün önce, hakkında verilen
tutuklama kararının altında Talat Paşa’nın imzası olduğunu da bilmez.
Hâlbuki 47 gün sürecek uzun bir yolculuk beklemektedir onu. Ilık
bir haziran gecesinde, Pera’daki bir öpücükle başlayıp İstanbul’da, Azaryan Apartmanı’ndan tutuklanarak
devam eden, Diyarbakır yolundaki Şeytan Deresi’nde sonlanacak olan bir ölüm
yolculuğudur bu.
Solda Istanbul mebusu Krikor Zohrab, sağda Erzurum mebusu Vartkes Serengülyan |
Aslında izleri 1911’lerde başlayan; dipten, sessiz ve ağır
ağır Anadolu’nun içlerine doğru sokulan, bir ölüm fırtınasının kopmaya
başladığı andır bu.
1908’de yıkılan ve baskıcı Abdülhamit istibdat rejiminin yerini alan 2.Meşrutiyet anayasal rejimi
Osmanlı toplumuna görece özgürlükler getirmiştir. İstibdatın baskılarından yurt
dışına kaçmış Osmanlı, Rum ve Ermeni aydınları ülkeye dönmüştür. Bunların
içinde, Abdülhamit rejimine karşı
İttihat Terakki Cemiyeti ile birlikte ortak mücadele eden birçok Ermeni aydını
da vardır.
Enver, Talat ve Cemal
Paşa üçlüsünün kontrolündeki İttihat
ve Terakki Cemiyeti’nin 1911 ‘deki gizli toplantılarında alınan kararlar;
anayasal rejime geçilmesine önayak olmuş İttihat ve Terakki’nin 1912 de
iktidara gelişi; aynı yıl yaşanan Adana’daki Ermeni katliamı, bu üçlünün 1.Dünya
Savaşı’na girerek Osmanlı ülkesini, Türk-İslam eksenli bir hatta çekme planı,
Adriyatik’ten Çin Seddi’ne bir imparatorluk hayali; turan yolunda Sarıkamış’ta
kırdırılan on binler, Çanakkale’deki büyük direniş, Van bölgesindeki
Ermenilerin Rus cephesine katılarak giriştiği işgaller… Anadolu’nun
Ermenilerden ve Rumlardan arındırılması için yapılan planlar, gizli hazırlıklar;
adım adım yaklaşan ve kopmaya ramak kalmış bir fırtına…
Ve Gümüşsuyu’ndaki Azaryan
Apartmanı’ndan başlayacak ölüm yolculuğunun 45 gün öncesine işaretlenen o meşhur
tarih:
14 Nisan 2015!
İstanbul’daki Ermenilerin ileri gelen şahsiyetlerine yönelik
bir tutuklama furyası başlamıştır. İçlerinde yazar ve gazeteciler, hekim ve
eczacılar; şairler, sanatçılar, eğitimcilerin bulunduğu aydınlar topluluğudur
bu. İlk gün 180 olan tutuklu sayısı, birkaç gün içinde 235’e, ilerleyen
günlerde sadece İstanbul’da 2345’e ulaşacaktır. Tutuklamaların sevk edileceği
yön, Ankara üzerinden Çankırı ve Ayaş’tır.
Artık beklenen o büyük fırtına kopmuş, ölüm yolculuğu
başlamıştır…
* * *
Zohrab, o gece
götürüldüğü Galatasaray Karakolu’nda
bir tanıdıkla karşılaşır. Bu kişi yakın dostu, İttihat Terakkicilerle, onların
ünlü paşalarıyla sıkı ilişkileri olan, üç dönem Erzurum milletvekilliği yapmış Varkes Serengülyan’dır.
Zohrab
iyimserliğini korumaktadır. Karakoldan karısı Klara’ya şöyle yazar:
“Sevgili karıcığım;
Konya’ya gönderileceğimi şimdi haber verdiler. Biliyorsun bu şehrin valisi
benim arkadaşımdır ve bu sayede hiçbir zorlukla karşılaşmayacağımı tahmin
ediyorum… Endişelenmeyin, hiçbir girişimde bulunmayın, kimseye bahsetmeyin.”
İki Ermeni milletvekili, Vapurla Haydarpaşa’ya geçirilirler.
He ikisi de, halen 3.dönem milletvekilliği yapmakta olan bu insanlar
İstanbul’da ikamet ettikleri halde, ne tuhaftır ki yargılanmak üzere
Diyarbakır’a götürülmektedirler.
İkisi de Osmanlı vatanına bağlı Ermeni vekilleridir.
Yaklaşan büyük fırtına öncesinde dostları, iktidardaki yakınları ve hatta
bizzat Talat Paşa tarafından yurt
dışına çıkmaları yönündeki yardım, destek ve telkinleri reddetmişlerdir.
Başlayan fırtınaya rağmen Ermenilerin “Osmanlı
devletinin refah ve mutluluğu” içinde yaşayabilecekleri konusunda
iyimserdirler.
Öyle ki Zohrab,
büyük fırtına bu kadar yaklaşmışken bile, Osmanlının savaşta galip çıkması için
Ermenilerin ellerinden gelen her şeyi yapması yolunda çağrılar yapan bildiriler
yazmış, bunları Patrikhane’ye yayınlatmıştır. Çeşitli yardım kampanyalar
açarak, 100 yataklı bir sahra hastanesinin hibe edilesine de önderlik etmiştir.
Bu çabaların içinde, yaralı askerlerin tedavisi için Anadolu’daki Ermeni hekim
ve sağlıkçıların seferber edilmesini sağlamak da yer alacaktır…
Tanrının ellerine sığınan Ermeni
vekil
4 Haziran günü Haydarpaşa’dan trenle yola çıktıklarında,
öncekiler gibi Ankara üzerinden Çankırı
veya Ayaş gideceklerini bildirirler.
Sonradan bu güzergâh, Diyarbakır olarak değiştirilecektir.
1915 sürgüne gönderilip öldürülen Ermeni aydınlarından bazıları |
Diyarbakır yolculuğunda Zohrab’a
neredeyse özel bir protokol uygulanır. Yol boyunca valiler, bürokratlar,
milletvekilleri ve dostları ona konuk muamelesi uygular. İçlerinde, “otel sizindir” diye onu karşılayan otel
işletmecisi, eski piyano hocası Soulier
bile vardır. Dostları ve sevenleri tarafından, İstanbul-Diyarbakır yolculuğu,
onu ağır ağır gelmekte olana kötü sondan uzak tutmak için adeta yavaşlatılır…
Krikor Zohrab yol
boyunca karısına, dostlarına mektuplar gönderir, yapılan yanlışlığın bir an
önce düzeltilmesi için ısrar eder. Bir zamanlar, İttihatçılara karşı Anadolu’da
başlayan ayaklanmada, evinde sakladığı Halil
Paşa’ya, son gece birlikte yemek yedikleri Dâhiliye Nazırı Talat Paşa’ya, Harbiye
Nazırı Enver Paşa’ya; diğer meclis arkadaşlarına, Şeyhülislam’a, büyükelçilere… Karısından, yazdığı mektupları
belirttiği kişilere, yakın dostlarına iletmesini, onların tavsiyelerin almasını
ister. Cümlesi şöyle biter:
“… etrafında hala
kaldıysa.”
Neredeyse hiç kalmamıştır! Eski dostlar hep yüz çevirmiş,
oyalamış, Klara’nın etrafında hemen
hemen yardım edecek kimse kalmamıştır. Zohrab
her fırsatta yazmış, şifreli/şifresiz telgraflar göndermiş; Osmanlı Ülkesi’ne
bağlılığını kanıtlamaya çalışmış, ortak ülkülerini anlatmış, uğraşmış,
çırpınmış, didinmiştir.
Başka hiçbir umut ışığı, hiçbir dost eli, hiçbir çıkar yol
kalmayınca, son çareyi ilahi kuvvetin insafına bırakmış, son olarak karısına “Tanrının ellerine sığındım, hepinizi
öpüyorum.” diye yazmıştır…
Oysaki ilahların kudreti, tahminlerinden öte kötücül ve
acımasızdır. Sürüklendiği bu ölüm yolculuğundan onu, Tanrı bile
kurtaramayacaktır artık...
Şeytan Deresi cinayeti
19 Temmuz 2015, sabah 5 suları.
Bir saat önce Urfa’dan Siverek yönünde yola çıkan iki at
arabası, beraberindeki atlı jandarmalar eşliğinde, Şeytan Deresi üzerindeki Şeytan
Köprüsü girişinde dururlar. Arabacı, içinde Zohrab ve Varkes’in bulunduğu
arabanın atlarını elleri titreyerek çözer, hızla uzaklaşır. Bir anda ölüm
sessizliği kaplar ortalığı. Arkadan gelen diğer arabadakiler etraflarını sarar.
Verilen bir işaret üzerine önlerindeki arabaya ateş etmeye başlarlar…
Varkes anında
ölmüştür. Nasıl olmuşsa Zohrab
sağdır ve arabanın içinde, şok geçirmektedir.
Güruhun lideri olduğu anlaşılan biri, arabaya tutunmaya
çalışan Zohrab’ı sırtından yakalar,
hızla aşağı savurur; ayaklarının altına alır, defalarca kez vurur, hınçla tekmeler.
Bununla yetinmez, galiz küfürler ederek oradaki bir taşı alır, yerde
kıvranmakta olan Zohrab’ın kafasına kaldırır
vurur, kaldırır vurur, kaldırır vurur...
Kimisi şalvarlı, üniformalı; kimisi suratı kirli, kırçıl
sakallı, tümü silahlı güruh, yerde inlemekte olan Zohrab’a yaklaşır. Önlerinde, başı taşla ezilmiş, can çekişmekte
olan bir ceza hukuku profesörü, Osmanlı Meclisi milletvekili vardır. Bu onlar
için hiçbir şey ifade etmez. Kanlar içindeki adama ifrit gözlerle bakarlar.
Dört kişi silahlarını çıkarır, Zohrab’a
doğru ateşlerler.
Sayıların baş edemediği bir felaket
Krikor Zohrab, 2.Meşrutiyet
sonrasında umutluydu.
Kendini hem Ermeni, hem de Osmanlı olarak görürdü. “Osmanlı devletinin farklı kimliklerin,
birbirlerinin farklılığını tanıyarak bir arada yaşaması temelinde var olacağına”
inanırdı.
Krikor Zohrab'ın Gümüşsuyu'ndaki Azaryan Apartmanı |
Kendilerinin sonradan dâhil oldukları; çoğunun aceleyle, bazılarının
üstünü dahi giymeye fırsat bulamadan çıktıkları Çankırı ve Ayaş yolundaki
bu ölüm yolculuğundan sağ kurtulabilenlerin sayısı sadece 15-16 olacaktı.
Arkasından gelecek büyük sürgün ve kıyımdan ise yüzbinlerce
Ermeni payını almaktan kurtulamayacaktı. Bu öylesine bir kıyımdı ki, yüz yıl
geçse dahi sayılarla baş etmesi bile mümkün olamayacaktı.
Cemal Paşa anılarında
600 bin Ermeni’nin öldürüldüğünü yazarken, tarihçi Murat Bardakçı, 20 şehri hariç tutarak, 1 milyon Ermeni’den
bahsedecek; Talat Paşa ise
defterinde, 924 bin Ermeni’nin sürgüne gönderildiğini yazacaktı…
Yaz geldi ama ölüm de geldi
Krikor Zohrab. Ölümün
soğuk elleri boğazına sarıldığında 54 yaşındaydı.
Yaz gelse de Büyükada’ya gitsek, denizinden, temiz
havasından yararlansak, dinlensek diye düşünmüştü. Yaz geldi ama ölüm de geldi.
Kendisini, İstanbul’dan başlayıp Konya, Adana, Halep üzerinden; Urfa, Diyarbakır
yönünde ilerleyen bir ölüm yolculuğunda buldu.
Onu bu yolculuğa çıkaranlar, kâh zor günlerinde evinde
sakladığı, kâh aynı masada yemek yiyip kâğıt oynadıkları, aynı meclis çatısı
altında, aynı sıralarda, aynı komisyonlarda birlikte çalıştıkları; Aldülhamit istibdatına karşı birlikte
mücadele ettikleri İttihat Terakki’li
yol arkadaşlarıydı.
Pera’daki Cercle
d’Orient Kulübü’nde, bir Osmanlı paşası tarafından onun yanağına
kondurulmuş ölüm öpücüğü, Anadolu’nun bağrındaki bir milyondan fazla Ermeni’nin
ölüm fermanı gibiydi sanki. O, bunun farkında bile olmadı, belki ihtimal dahi
vermedi. Bütün iyimserliğiyle Ermenilerin, Osmanlı Devleti’nin güvenliği içinde
huzura kavuşacağına inandı.
Urfa Diyarbakır arasındaki Şeytan Deresi’nde, Teşkilat-ı
Mahsusa’nın adamları tarafından kıstırılıp başı ezilerek öldürülürken bunu
fark etmiş miydi, bilinmez.
Ölümünden sonra, ailesinin yurt dışına çıkmasına izin
verildi. Adı daima, Osmanlı-Ermeni toplumlarının birlikteliğini savunan bir Ermeni
milletvekili, gazeteci, yazar, hukuk adamı, saygın bir insan olarak anıldı. Yüz
yıl önce verdiği edebi ürünleri, konuşmaları, konferansları Ermenice olarak 22
cilt halinde yayınlandı. Eserleri 26 dile çevrildi.
Ölümün, o soğuk yüzünü gösterip ağır ağır yaklaştığı
günlerde bile, hep ülkesinde kalmayı tercih etti. Başı ezilerek öldürülmeden
bir gün önce, yakın arkadaşı, Urfa milletvekili Nedim Beyin konağında,
kendileri için verilen yemekten sonra, gece yarısı bacadan odasına giren Mıgırdıç Utyelparyan’ın kaçırma
teklifini dahi reddetti.
Ölümünden bir gün sonra, altın saati ve yüzüğü Urfa
Pazarı’nda satışa çıkmıştı bile. Aynı pazardan satın alınan ve üzerinde baş
harfleri ile kan lekeleri bulunan deri çantası ise Halep’te bir İngiliz’in
elinde görüldü.
Eşi Klara’ya, 15
Temmuz’da Halep’ten gönderdiği mektubunda, “yolculuk
boyunca yeni ayı iki kere gördüğünü” yazmıştı. Üçüncü kez göremedi.
Son mektubunun içine, vasiyetini de koymuştu.
Osmanlı-Ermeni ortak vatanı olarak gördüğü bu kutsal topraklar
ona, bir mezar taşını dahi çok gördü…
Not: İlgilisi için kaynak; 1915 Bir Ölüm Yolculuğu, Krikor Zohrab /Nesim Ovadya İzrail, 2.Baskı
Not: İlgilisi için kaynak; 1915 Bir Ölüm Yolculuğu, Krikor Zohrab /Nesim Ovadya İzrail, 2.Baskı
https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/buyuk-felaketin-olum-opucugu,22337