30 Mart 2019 Cumartesi

Dışarda kar vardı, içerde ölü çocuklar

Yusuf Nazım
T24 | 30 Mart 2019


Özgürlüğe kanat çırpan kelebekler gibiydiler. Nasıl bir yangına uçtuklarını bilmediler.

Sene 1971, Maltepe Cezaevi.

Bir gazeteci, cezaevindeki İlhan Selçuk’u ziyarete gider. Kısa süren hoş sohbetin ardından çıkarken, İlhan Selçuk’a ve tesadüfen yanında bulunan delikanlıya “bir ihtiyacınız var mı?” diye sorar. Selçuk’un yanındaki genç “abi üşüyoruz, bana bir kazak ya da battaniye getirir misin” der.

Gazeteci, “sana battaniye yollarım ama şu kazağı al” der, üzerindeki mavi
kazağı çıkarır, delikanlıya verir.

Kazağı veren kişi, yıllar sonra onun için “çok sağlam bir çocuktu” diyecek olan ve gazetecilik yaşamında “hiç kimseyi satmamış” olan Engin Konuksever’den başkası değildir. 

Delikanlıya gelince. O gün, Konuksever’in uzattığı mavi kazağı alır, hemen üstüne giyinir, “sağ ol abi” der.

Adı Mahir Çayan’dır.

Dünyada 68’in geri çekildiği yıllar, Türkiye’de yükselmeye devam eden bir dalga gibidir. Gençlik daha özgür, daha bağımsız, daha güzel bir yaşam istemektedir. Bunun için DEV-GENÇ örgütlülüğünde gösteriler, boykotlar, grevler yapılır; işgaller ve tarım mitingleri gerçekleştirilir. Devrimci gençler, ülkenin her yanından kendilerine gelen sorunları çözmek için canla, başla çalışırlar. O yıllarda Hakkâri’de Zap Nehri’ne köprü yapmak bile onlara düşer.

Bu sıralarda, üniversiteli gençliğin içinden zeki, gözü pek, civanmert çocuklar çıkmaktadır. Birer gençlik önderi olarak sivrilirler. Bunlardan birisi de, entelektüel zekâsı ve ustaca kullandığı kalemiyle kendisine “kalem efendisi” denilen Mahir Çayan’dır.

Mahir Çayan arkadaşlarıyla piknikte
Ve gökyüzü görünür birden!

Etraf zifiri karanlıktır.

Aylardan beri aynı şeyi yapmaktadır. Genç adam, elindeki çekici kaldırır, indirir, kaldırır indirir… Aniden hiç ummadığı bir şey olur; üzerine boşalan bölük pörçük, toz, toprak parçalarının arkasından gökyüzü görünür birden!

İçini tarifsiz bir heyecan kaplar. Bir yıldız ona göz kırpmaktadır. Büyülenmiş gibi bakar yıldıza. Açılan daracık delikten uzun uzun seyreder yıldızı. İşte tam bu noktada durur, kazmayı bırakır, koğuşa döner. Arkadaşlarına haber verir. Şimdi bekleme zamanıdır.

Beklenen kimdir, niye bekleyeceklerdir?

Tabii ki Mahir’i bekleyeceklerdir. THKP-C liderlerinden biri olarak bir an önce özgürlüğe kavuşmak, darbecilerin mahkemelerinde yargılanan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını idamdan kurtarmak için can atan Mahir Çayan’ı…

Peki ama Mahir nerededir?

*  *  *

Birkaç ay öncesi…

1 Kasım 1971. Selimiye Kışlası’nda, bir duruşma solonu.

Mahkeme kapısı aralandığında içeri, gözleri çukurlarından fırlamış, bembeyaz suratlı, saçı sakalı birbirine karışmış, zayıf, bitkin bir adam girer. İçerdekiler onu, önce tanıyamaz. Güçlükle ayakta durmaktadır. Askerler kollarına girmek istemiş, o ise buna izin vermemiştir.

Sallanarak gelir, arkadaşlarının yanına oturur, mahkeme heyetine dönerek;

“8 gündür ölüm orucundayım. Avukatlarımla görüştürmüyorsunuz! Kitap kalem yasak! Belli ki bizi idam etmek istiyorsunuz. Bilin ki, savunma hakkımı almazsam, benim bu hücreden ölüm çıkacaktır” diye bağırır.
                 
Keçi gibi inatçıdır. Oldukça kararlı gözükmektedir. Verdiği karardan asla esnemeyen bir yanı vardır.

Mahkeme onun, Selimiye’den Kartal Maltepe Askeri Ceza ve Tutukevi’ne sevkine karar verecektir. Artık, ortak savunma yapacakları D koğuşundaki yoldaşları Ziya Yılmaz, Ulaş Bardakçı ve Necmi Demir’le birliktedir. Onun gelişini koğuştakiler, Atilla Sarp’ın yaptığı boğma rakı ile kutlayacaklardır.

İlk işi, THKO koğuşuna giderek kazılan tüneli görmek olan bu genç Mahir Çayan’dan başkası değildir.

“Temizliğe titiz çocuklar”

Hikâye bir halayla başlamıştır aslında.

Koğuş, eski bir çay ocağından bozmadır. İçindekilerse “temizliğe düşkün” çocuklardır. Ya da cezaevi yöneticileri öyle sanmaktadır. Temizlik için istenen tuz ruhuyla erittikleri betonun, sonunda, içinden yıldızları seyredecekleri bir tünele açılacağını kimseler tahmin edemeyecektir. 

O sabah, teybin sesi sonuna kadar açıktır. Ömer Ayna’nın başı çektiği dört kişi halaya durmuştur. Delikanlı, halay ve türküler eşliğinde oluşan gürültü arasında, elindeki çekiçle, bir gece önce dökülen tuz ruhunun erittiği betona ilk vuruşu yapmıştır…

Koğuştakilerin akıllarında tek şey vardır. O da Denizlere ulaşmaktır!

Evet, Deniz Gezmiş ve yoldaşlarına ulaşmak!

İlk çekiç darbelerini çürümüş betona indiren delikanlıya gelince… Cezaevinde, döllenmiş tavuk yumurtalarıyla deneyler yapan; embriyolojik türlerin farklı ortamlarda gelişimi inceleyerek antropolojiye olan ilgisini, cezaevinden çıktıktan sonra tutkuya dönüştürüp 40 ın üzerinde ulusal ya da uluslararası konferans ve makaleler verecek olan Oktay Kaynak’tır. O Oktay ki, geleceğin antropoloji dünyasında tanınacak, insan evrimine ilişkin süreç ve mekanizmaların gizemini çözen, bağımsız araştırmacı bilim insanı olarak adlandırılacaktır.

Onları, Maltepe Cezaevi’nin nemli hücrelerinden özgürlüğe kavuşturacak tünelde, beton zemin çabucak geçilmiş, hava kararmadan önce alttaki toprağa ulaşılmıştır bile.

Cümlesi, iyiyle kötüyü fark etmiş, güzelle çirkini ayırt etmiş gençlerdir. Bir yanlarıyla erken büyümüş, bir yanlarıyla hala çocukturlar. Oktay Kaynak, hayatlarında ellerine çekiç almamış Cihan ile Ömer’le, “amatör kazıcılar” diye dalga geçmekten geri kalmaz. Cezaevindeki dostlukları için, yıllar sonra Oktay, “anlatılması mümkün olmayan, tekrarını da bir daha yaşamadığı bir bağ” olarak tanımlayacaktır.

Soldan sağa Kamil Dede, Ulaş Bardakçı, Mahir Çayan THKP-C davasında.
Gözleri Mahir’de, akılları Deniz’de

Evet, bir tünelin sonundadırlar artık. Gökyüzünde bir yıldız, içerdekilere göz kırpmaktadır. İçerdekilerse, ona karşılık vermek için sabırsızlıkla Mahir’i beklemektedirler. Koğuştakilerin gözleri Mahir’de, akılları ise Deniz’dedir.

Mahir’in Selimiye’deyken aylarca zincire vurulmuş bedeni, başladığı ölüm orucundan sonra iyiden iyiye zayıflamış, takatten düşmüştür. Bu yüzden arkadaşları onu adeta besiye almışlardır. Diğer koğuşlardan günlerce etler, tavuklar, sütler, türlü yiyecekler taşınmaya başlar.

Kendine gelmesi, güçlenmesi için biraz daha zamana ihtiyaç vardır. Bu yüzdendir ki, mahkemede gün boyu süren ifadeler verilir. 12 Mart darbecileri tarafından zaten rafa kaldırılan 27 Mayıs Anayasası’na muhalefetten yargılanmaktadırlar. Savunmalarını, “Gazi Mustafa Kemal’in başlattığı Anadolu ihtilalini” sürdürmek ve 6. Filo’nun bir daha gelemeyeceği, anti-emperyalist bir perspektif üzerine kurarlar.

Cezaevinin futbol sahasında kıran kırana oynanan maçlar vardır… Bu maçlarda iyi futbolculuğuyla bilinen Mahir’de sahaya sürülür. Üstelik bütün paslar ona verilmektedir.

Mahir’i güçlendirmeyi amaçlayan bu maçların bir yararı daha olacaktır. Aylardır kazılan tünelin toprağıyla dolup taşan tuvalet, rögar, yastık ve yataklardaki toprağın yakalanması an meselesidir. Bu toprağın bir kısmı, futbolcuların cepleri, çorapları ve diğer giysileri aracılığıyla futbol sahasına boşaltılır. Her maç yoğun bir toz bulutu içinde, kıran kırana geçer, ortalık toz toprak içinde kalır.

Mahir iyice güçlenmiş, kendine gelmiştir artık. Gökyüzündeki yıldıza göz kırpmaya hazırlardır. Yaşları 20 ila 25 arasında olan bu çocuklar, çıkacakları tünelin ardından, kendilerini geri dönüşü olmayan nasıl bir labirentin beklediğinden ise habersizlerdir. 

Çıkış için çok sert bir toprak paçası kalmıştır artık geride. TKP komünündekilerin, limon sandıklarından bir kütüphane yapmak üzere cezaevi yönetiminden temin ettikleri çekiç, o gece son görevini tamamlamaya hazırdır.

O halde akşama şenlik vardır.

Her biri, kozasından çıkmaya hazırlanan kelebekler gibidirler. Yaşar Kemal ve Dündar Kılıç’ın yolladığı üzümlerden, Mustafa Lütfi Kıyıcı eliyle damıtılmış şarap içilmiş, o gece yıldızlara açılacak yolun başarısı, şimdiden kutlanmıştır bile.

Keyiflerine diyecek yoktur.

Artık özgürlüğe kavuşma vaktidir. Soğuktan, rutubetten, nemden harap olmuş ciğerlerine, tünelin ağzındaki temiz havayı armağan etmekte gecikmezler.

Bu 5 gözü pek insan, 5 yağız genç; Cihan Alptekin, Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Ömer Ayna ve Ziya Yılmaz, Oktay Kaynak’ın göz ucuyla yıldızları seyrettikleri tünelden kelebekler gibi süzülürler. Artık, gökyüzünde parıldayan bütün yıldızlar onlara göz kırpmaktadır.

Ölümün sıcak koynunda

Oysaki içine kanat çırptıkları özgürlük, onlara kötü sürprizler yapmaya hazır gibidir.

Mahirler, 10 Ocak’ta alırlar ilk kötü haberi. Denizlerin idamları yıldırım hızıyla onaylanmıştır. Kısa süre sonra ise Ulaş Bardakçı’nın öldüğü, Ziya Yılmaz’ın yaralı yakalandığı haberi anons edilir radyolardan. Grup İstanbul’dan Ankara’ya geçer, hemen sonrasında Koray Doğan da öldürülecektir. Bir tünelden çıkar çıkmaz içine düştükleri labirent onları kuşatmaya başlamıştır bile. Mahir’i ülke dışına çıkarmayı önerirler, şiddetle reddeder. Denizler içerdeyken, kendisinin dışarda olamayacağını söyler. Bölge halkı tarafından çok sevildikleri Karadeniz’e geçmekten başka çareleri kalmamıştır.

Amaçları, THKP-C ve THKO kadroları olarak Denizleri kurtarmak amacıyla Ankara ve İstanbul’da yapamadıkları “büyük eylemi” Karadeniz’de yapmaktır. Bir makarna kamyonuyla geldikleri Ünye’den Fatsa’ya geçerler. “Büyük eylem” için bulabildikleri, Ünye’deki NATO’ya ait Radar Üssü’nde görevli, ikisi Kanadalı, biri İngiliz üç teknisyeni kaçırmak olmuştur. Aynı evde kalan diğer İngilizlere ise dokunmazlar. Tarih onları, Tokat’ın Niksar ilçesinin bir Alevi köyünde; adı sonradan Alaköy olarak değiştirilecek olan Kızıldere’de konuk edecektir.

Labirentin, darala darala gelip dayandığı son yerdir burası.

Mahir, gruptaki Ziya Yılmaz ile Ertan Saruhan’ı araçlarıyla Kızıldere’den ayrılıp, izlerini kaybettirmek suretiyle Ankara ve İstanbul’a gitmelerini, bu tarihsel eylemi bütün dünyaya anlatmalarını söyler. Ziya ve Ertan gruptan ayılırlar. Aracı, uzaklarda, kolay bulunamayacak bir yere bırakırlar. Tarihin ne garip cilvesidir ki, yüreklerinin sesi bu ikisini, Ankara ya da İstanbul’a değil, yoldaşlarının kaderinin çizileceği Kızıldere’deki o eve geri getirecektir. Ertan ve Ziya, adım adım sokuldukları ölümün o sıcak koynunda yoldaşlarını yalnız bırakmak istememişlerdir.

Sağken alnından vurularak öldürülen Havacı Teğmen Saffet Alp
Önce Mahir düşer

Takvim yaprakları o gün, 30 Mart 1972’yi gösteriyordu.

Dışarda kar vardı, içerde ise yiğit çocuklar.

Olayın tanığı, evin sahibi yaşlı kadın, yıllar sonra böyle diyecektir; “dışarda kar vardı.

Ve darbeciler emir komuta zinciri içerisinde çıka gelirlerdi...

Gelenler, haki üniformaları içerisindedirler. Işığı kıra kıra, umudu vura vura, sevinci yara yara gelirler. Arkalarında karanlık bir toz bulutu bırakarak, bir “tavada 80 mermi” yarası açarak gelirler.

Mütemadiyen gelmeye de devam ederler.

Gelenler tepeden tırnağa silahlıdırlar, çünkü darbecidirler! Ne sanattan haberleri vardır, ne müzikten, şiirden ve estetikten. Suçlarını bilerek, korkularını giyinerek gelirler; dalga dalga, akın akın, yağmur gibi gelirler…

Havada ölüm kokusu vardır artık, dağlarda kar.

Önce Mahir düşer.

Çünkü darbecilerin gözünde lider odur.

Gelenler, içerden birisiyle görüşmek istemiştir. Çatı aralığına çıkan Mahir’dir, arkasında Ertuğrul Kürkçü, sonra bir kaçı daha.

Dama çıktıklarında, önce üç el silah sesi duyulmuştur.

Ölüm pusudadır çünkü Kızıldere’de. Darbecilerle konuşmak üzere çatıya çıkan Mahir, açılan kiremitler arasından keskin nişancılar tarafından vurulmuştur.

Ardından yağmur gibi gelmiştir mermiler; ardından ateş, barut ve kan! Merdivenden boşluğunda aşağı yuvarlanan Ertuğrul, yüzünce bir ılıklık hissetmiş, başını yukarı kaldırdığında, çatıya uzanan merdiven boşluğunda, Mahir’in sallanan kolunu görmüştür…

Kan kokulu bir bahar

Sonra susmuştur silahlar.

Kızıldere’nin semalarında gökyüzü kararmaya yüz tutmuştur. Niksar’da analar beklemektedir, yüzleri çocuk, yürekli büyük gençlerin anaları. Bilmezler o gün, kaç ömür daha gençliğinden kurumuştur.

En iyi üniversitelerin en iyi bölümlerinde okuyan, derslerinden tam not alan; ellerinden kitapları eksik olmayan; kimi şair, sporcu, müzisyen; ülkenin idealist gençleri Kızıldere’nin yamaçlarında kırılmıştır.

Bahar kan kokuludur şimdi Kızıldere’de.

Dışarda kar vardır, içerde yiğit çocuklar. Mahir’dir adları, Ömer’dir, Cihan’dır.

Vakitsiz, cenneti fethetmeye kalkışmışlardır; Ahmet’tir, Nihat’tır, Hüdai’dir adları. İçerde yanık kokusu, kan, kesif bir duman.

Önce, yaralı ele geçmiştir Saffet; sonra alnında bir gül, bir yanı akça pak, bir yanı pare pare mermi yarası. Adları Ertan’dır, Sabahattin’dir, Sinan’dır; cümlesi, kolları sıcak düşlü, kadife kanatlı bir uykunun kollarındalar.

Çocuk yüzlerinde masum gülüşleri, birinin üzerinde kanlı, mavi bir kazak.

Dışarda kar vardır, hava keskin, ayaz, içerde ölü çocuklar.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/disarda-kar-vardi-icerde-olu-cocuklar,22102


26 Mart 2019 Salı

Ömrünü veremeden gitti

Yusuf Nazım
T24 | 26 Mart 2019

Üç insan.

Üçü de kadın; üçü de ana, üçü de çilekeş, üçü de emektar.

Evlatlar vermişler hayata; oğullar, kızlar, torunlar.

Üçü de feleğin çemberinden geçmiş, üçü de derin öyküler biriktirmiş, üçü de bedeller ödemişler.

Üçü bir divanda yan yanalar.

Üçünün de yüzünde birikmiş acıları, çekilmiş kahırları, yaşanmış kederleri var.

Namaz vaktidir.

Sessiz, sakin, duru akan bir sohbetin ardından Mesude ve Lalezar Ana ayağa kalkar. İki yaşlı kadın namaza dururlar. Son rekâtı da kıldıktan sonra, diz çöküp dua okumaya başlarlar. Sessizce okudukları dualarını bütün sevdiklerine üflerler.

Son dileklerini ise şöyle mırıldanırlar:

“Tanrım, ömrümün geri kalanını Müzeyyen Hanım’a ver.”

Müzeyyen ise, aralarında namaz kılmayan üçüncü kadındır, benim annemdir. Diğerleri, onun daha çok çile çektiğini, daha çok duaya ihtiyacı olduğunu düşünmektedirler…

*  *  *

Geçen gün kaybettik onlardan birini.

Mesude Ana’yı sonsuzluğa uğurladık.

Evinde, bir akşamüstü, ansızın yokladı ölüm.

Nice acılara göğüs germiş, nice kötülüklere siper olmuş, nice ağrılara katlanmış en naif yerinden vurmuştu onu ölüm.

İnce bir sızı gelip göğsüne yüklendiğinde, “geçer” demişti Mesude ana, “çocuğum, Erdoğan’ım duymasın, bu İstanbul şehrinde gece vakti yorulmasın” istemişti…

*  *  *

Onu, nasıl anlatmalı diye düşündüm. Cenazesinin kaldırıldığı gün okumuştum Nimet Demir’in yazısını; en iyi onun kaleminden dile gelmişti Mesude Ana’nın yaşamı. Sevgili Nimet’ten, yengesi Mesude Tatlav hakkında kaleme aldığı aşağıdaki duygu yüklü yazıyı paylaşmak için izin aldım:

“Canım Mesude Yengem, hiç tanıyamadığım dayıcığımın genç yaşta dul bıraktığı sevdiceği. Aramızda sadece dokuz ay yaş farkı olduğu için birlikte ve kardeş gibi büyütüldüğümüz biricik oğlu Erdoğan’ın anacığı…


Annemin ölene kadar hiç ayrılmadığı kader arkadaşı; kuzeni, ahretliği, yengesi..
Benim de yengem, kimi zaman ablam, annemi kaybettikten sonra annem, bazen de çocuğum…

Mesude Tatlav bir cezaevi ziyaretinde
Oğlu Erdoğan Aydın ilk yakalandığında, içine düştüğü derin yas döneminde, tırnağını kestirmek istemediğinde zorla kestiğim, banyo yapmak istemediğinde ellerimle yıkadığım çocuğumdu.

Cezaevi yolculuklarımızda, eylemlerdeki yoldaşım; duyduğumuz her idam ve işkence haberinde en içten ağlaşmaların eşlikçisi ablam…

Onun, biricik yavrusunun idamla yargılanmasının yakın tanığı oldukça, hem Erdoğan’ın hem de yüzlerce-binlercesinin başına gelecek olanlardan benim de delirircesine hissettiğim korkuyu bastırabilme gücü bulduğum ana’ydı..

Oğlu Erdoğan cezaevine girdiğindeki mektuplarını ilk yıllar ben yazardım. Sadece birkaç cümle olurdu söyledikleri. Ama öyle şiirsel, öyle derin duygulu cümleler olurdu ki, ağlarsam görmesin diye arkamı dönerdim yazarken.  O günlerde, kimi zaman anne olmadığıma şükredesim gelirdi!

Hep çok güzel, hep çok mağrur, hep çok anneydi; “Erdoğan’ın Annesi” idi hep. Hayatı Erdoğan’dı, Erdoğan Hayat’tı onun için!

Oğlu cezaevine girene kadar, hiçbir yere tek başına çıkmayan 39’undaki kadın, kendi durumundaki anne babalarla kaynaştıkça 12 Eylül dönem eylemlerinin en genç üyelerinden biriydi artık o. Didar Şensoy’un, Melahat Sarptunalı’nın, Şükriye Nazari’nin, Gülizar Çağlayan’ın, Vahide Açan’ın, Sacide Çekmeci’nin ve daha birçok ananın eylem kardeşi, kader arkadaşı, kızı olmuştu. Tabii ki her zaman kendi tarzında: sessiz, durgun ama hep dimdik; dimdik!

Çektiği bütün acılara, yalnız bir kadın olarak yoksunluklara, başına gelenlere rağmen hiçbir zaman ezik, arabesk bir kadın olmadı. Cezaevine bile girdi. Bir duruşma sırasında askerlerin oğluna ve diğer tutuklulara karşı saldırganlığına direnince, görevliye mukavemetten yargılandı, hüküm giydi. Birkaç ay cezaevinde yattı. Artık sadece “dışardaki” tutuklu yakını değil, “içerdeki” de olmuştu!

Bir gün, bir diğer anam-canım-idolüm-pamuğum, hayatımın öğretmeni Sacide Teyzem’le ders çalışmaya başladılar. Sacide Teyzem ona okuma yazmayı öğretti. Mektuplarını bile bazen kendi yazmaya başladı. Evde tutamaz olmuştuk artık!

15’inde halasının yakışıklı, eğitimli oğluyla evlenmiş, onu çok sevmişti. 16’sında biricik oğlu Erdoğan’ı doğurmuş, 18’inde dul kalmıştı. Dayımı, yedek subaylığını yaparken kaybetmiştik. Bütün şehri karanlığa boğan bir elektrik arızasını gidermek için tırmandığı yerden Botan suyuna düşerek kaybolmuş, cesedi Botan Çayı’nın Suriye’deki kolunda, bir mazgalda aylar sonra bulunmuştu. 

Canım Mesude yengem. Yine kendi tarzıyla gitti; kalp krizinden, aniden, yine sessiz ve dimdik. Çok yük taşıdı, zorluklar çekti, acılar gördü. Tek tesellim, son yıllarını oğulcuğunun, gelininin, torununun ve çok sevdiği yakınlarının iyi günlerini de görebilmiş olmasıydı. Güzel uyusun, hep anacağız, hep seveceğiz, hep özleyeceğiz. Orada, adına daha layık, daha ‘mesut’ olur belki ‘Mesude’…”

*  *  *
Soldan sağa Melehat Sarptunalı, Güler Demirel, Sacide Çekmeci,
Visal Ateş,  Mesude Tatlav 

Üç kadın.

Üçü de annemdi, annemizdi.

Çıkardan, paradan, puldan arınmış hayatlarıyla bedeller ödemiş çocukların anneleriydi.

Her biri, acıdan ibaret hayatlarını yok sayar, diğerinin acısına melhem olmak isterdi.

Mesude Tatlav da öyle biriydi.

İnsan Hakları Derneği’nin kurucusu, bir hak savunucusu, 12 Eylül Anasıydı…

Acı haber tez gelmişti, Mesude Ana’yı kaybetmiştik!

Nimet Demir’in yazısını okuyunca, sözcükler asi bir eşkıya gibi çarptı yüreğime. Birden bu yazının içinde buldum kendimi.

Bahardı, neylersin, erguvanlar açmaya devam ediyordu. Ve ben bir kez daha dayanamıyor, yazıyordum.

Sevgili anacığıma ölüm haberini verdiğimde, “vah!” dedi, beli bükülür gibi olmuştu. Gözleri dondu kaldı. Elini böğrüne götürdü, sözler buruk bir öykü gibi döküldü dudaklarından:

“Namaz kıldığında, ömrümün geri kalanı Müzeyyen’in olsun diye dua ederdi.”

Bunu daha önce de dinlemiştim annemden. 

Anlıyordum, yüzlerinde gülüş yığınakları biriktiren evlatların annesiydi Mesude Ana.

Bir kez daha secdeye vardı, son kez namazını kıldı.

Bu sefer duası erken bitti.

Nice acılarla sınanmış ömrünü, çocuklarına güzel bir ülke bağışlamaktan başka hayalleri olmayan bütün ay yüzlü çocuklara vermeye hazırdı.

Ömrünü veremeden gitti.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/omrunu-veremeden-gitti,22056


18 Mart 2019 Pazartesi

Tarihi kanatan yalanlar-2: Selanik’ten ezana

Yusuf Nazım
T24 | 16 Mart 2019


Yalanla beslenmiş toplumlar, zamanla öylesine hissizleşir ki, ancak bir trajediyle kendine gelebilir.

Tarih 6 Eylül 1955.

Türkiye radyoları, Selanik’teki Atatürk’ün evinin bombaladığı haberini vermektedir. Ortalama tirajı 20-30 bin olan Ekspres Gazetesi öğleden sonra yaptığı iki ayrı baskıyla haberi manşetten verir.
Bir anda nereden geldiği anlaşılmaya kalabalık İstiklal Caddesi’ni doldurur. Gösteriler hızla gayrimüslimlere yönelik saldırılara dönüşür. Evler ve işyerleri yakılmaya, tahrip edilmeye, yağmalamaya başlar. Olaylar, kısa sürede şehrin 15 ayrı semtine yayılır.

Sonuç; iki gün boyunca devam eden saldırılarda resmi rakamlara göre 5300, gayri resmi rakamlara göre ise 7000’e yakın bina tahrip edilmiş ya da kundaklanmıştır. 16 Rum yurttaş ölür; 73 kilise, 8 ayazma, 2 manastır, 1 havra yakılır. 50 ila 200 arası kadına tecavüz edilir. Olayların ardından binlerce Rum Türkiye’yi terk eder…

Çok sonraları, saldırıya katılanların tamamının aynı boyda sopalar kullandığı, önemli bir kısmının çevre illerden geldiği/getirildiği anlaşılacaktır. Bunlardan bazıları, Haydarpaşa Garı’nda, üzerlerinde yağmalandıkları değerli eşyalarla yakalanırlar.

6-7 Eylül 1955 olayları
Ekspres Gazetesi’nin o gün, o yılların kâğıt yokluğunda toplam 300 bin baskı yaptığı anlaşılır. Selanik’teki Atatürk’ün evini bombalayan kişinin ise MİT görevlisi Oktay Engin olduğu iddia edilecektir. Engin, gıyabında yargılanarak hüküm giyecek, ancak Yunanistan’a iade edilmeyecektir. Sonraki yıllarda kendisine, Emniyet Genel Müdürlüğü’nde görev verilen Engin, hayatın başka lütuflarıyla daha tanışmaktan geri kalmayacak; önce Çankaya Kaymakamı, ardından Nevşehir Valisi olarak görev yapmak şansına sahip olacaktır...

Olaylar sırasında Özel Harp Dairesi’nin başında bulunan Sabri Yirmibeşoğlu, MGK Genel Sekreteri iken bir gazeteye verdiği söyleşide, “6-7 Eylül olaylarının Özel Harp’in marifeti ve muhteşem bir örgütlenme olduğunu” söyleyecektir…

Maraş’ta Ulu Cami’nin yakılması

3 Eylül 1978, Sivas.

Küçük bir grup, şehrin ana caddelerinden birinde sloganlar atarak ilerlemektedir. “Komünistler, Kızılbaşlar Müslümanları öldürüyor, kimse yok mu, Allah’ını seven gelsin!” diye çağrılar yapılmaktadır. Sivas’ta elbette Müslümanlar vardır ve dinin elden gitmesine asla izin vermeyeceklerdir! Kalabalık hızla büyür, Alevi mahallelerine doğru yönelir.

3 Eylül 1978, Sivas.

Sonuç; Dört gün süren saldırılarda 9 kişi ölür, 100’ e yakın insan yaralanır, 1000’den fazla bina, ev ve işyeri tahrip edilir.

Oysaki gerçek bambaşkadır. Olaylar, Alevilerin yoğun olduğu Ali Baba Mahallesi’nde bir çocuk kavgasıyla başlamıştır. Ülkücü bir grup tarafından 2 kadın öldürülmüş, sonraki gün camilerde kılınana bayram namazı sonrası “Kanımız aksa da zafer İslam’ın” sloganlarıyla başlayan saldırılarla olaylar çığrından çıkmıştır…

Maraş'ta katliam öncesi işaretlenen işyerleri, 1978
Aynı yıl, Kahramanmaraş.

Şehirde artarda patlamalar olmaktadır. Emniyet yetkililerinin yaptığı açıklamada, ülkücü komandoların provokasyon amacıyla kendi mekanlarına bombalar attığı, bazı faillerin yakalandığı ifade edilir.

19 Aralık günü ülkücülerin gittiği Çiçek Sineması’nda bir film gösterimi sırasında bomba patlar, yaralananlar olur. Patlama sonrası ülkücü gruplar devlete ait bazı binalara saldırırlar. Olaylar sırasında önce 2 solcu genç, ardından da 3 ülkücü ölür. Solcuların düzenlediği cenaze yürüyüşünün önünü kesen sağcı gruplar sloganlar atarak grubu provoke eder. “Komünistlerin namazı kılınmaz, Ulu Cami’yi yakıyorlar, Alevilere ölüm, din elden gidiyor” gibi sloganlarla şehirdeki gerginlik hat safhaya ulaşır.

Sonuç; belediyenin ve camilerin hopörlerinden yapılan anonslar, toplanan kalabalıklar, ilan edilen sokağa çıkma yasağı; yasağa rağmen sağcıların yönlendirmesiyle birçok mahalleye yapılan saldırılar; 111 ila 150 arası ölüm, yüzlerce yaralı; tecavüz edilen kadınlar, acımasızca katledilen Alevi yaşlılar, çocuklar, yakılan evler, harap edilen işyerleri… Katliam sonrası Maraş’tan yaşanan Alevi göçü ve 14 ilde ilan edilen sıkıyönetim…

Gerçeklerin, illa da ortaya çıkmak gibi bir huyları vardır. Maraş’ta da öyle olacaktır. Saldırıya uğrayan Aleviler ile solculara ait binalar, daha önceden işaretlenmiştir. İlk gün, askeri birliklerin, “Aleviler kışlaya saldırdı” haberiyle kent merkezinden çekildiği ortaya çıkar. Keza, ordu komutanının, olaylar sırasında İçişleri Bakanı’nın olaylara müdahale isteğini geri çevirdiği anlaşılacaktır. Verdiği ifadesinde arkadaşlarıyla birlikte Çiçek Sineması’na bombayı kendilerinin attığını itiraf eden MHP’ li Ökkeş Kenger (Şendiller), katliamın 1 numaralı sanığı olarak yargılanacaktır. Oysaki Türkiye, çoğu zaman şaka dolu bir ülkedir. Hayat, sonradan Ökkeş Kenger’i, bu sefer Şendiller soyadıyla, 19.Dönem Kahramanmaraş milletvekili olarak ödüllendirmekten geri kalmayacaktır.

Aradan biraz zaman geçer… Benzer olaylar 1980 yılının Temmuz’unda bu sefer Çorum’da yaşanır. Şehirde, Komünistlerin Alaattin Cami’sine bomba koydukları söylentileri yayılır. Aynı iddia, TRT’nin haber bültenlerinde tekrarlanınca olaylar hızla tırmanır.

Sonuç 57 ölü, 200 ü aşkın yaralı, 300 civarında ev ve işyerinin tahrip edilmesidir. 12 Eylül Darbesi’nin son yapı taşları da böylece döşenmiş olur.

“Ezanı bastırmak istiyor zındıklar”
Sivas'ta Madımak katliamından son anda kurtulan Aziz Nesin, 2 Temmuz 1993

2 Temmuz 1993, Sivas.

Pir Sultan Abdal Şenlikleri kapsamında birçok aydın ve sanatçı valinin özel davetlisi olarak şehirdedir. Çoğu Madımak Oteli’ nde konaklamaktadır. Şeytan Ayetleri kitabının Türkçesini yayınlamış olan Aziz Nesin ve gelenler hakkında saldırı olacağı yönünde şehirde dedikodular yayılır. Bilinmeyen kişilerce evlere ve etkinliğe yakın mekanlarda dağıtılan bildirilerde, “..Kur-an’a alçakça küfredilmekte ve müminlerin izzet ve nefislerine saldırılmaktadır” denmektedir. O gün kimi gazeteler de benzer manşetlerle çıkar.

Can Şenliği oyuncularının gösterileri için davul eşliğinde çağrı yapmaları, o esnada Cuma namazı için Çifte Minare’ de toplanan kalabalık tarafından, “Ezanı bastırmak istiyor zındıklar” diye protesto edilir.

Sonuç; içlerinde gazeteci, yazar, şair, sanatçı ve ozanların bulunduğu, çoğunluğu Alevi 33 kişinin yakılarak katledilmesidir. 51 kişi ağır yaralanmıştır. Olay, dünya tarihine, aynı gün içinde meydana gelmiş en büyük aydın katliamı olarak geçecektir.

Kabataş manşetlerinden biri, 2013
Başbakanlığa Erdal İnönü vekâlet etmektedir. Devletin çeşitli birimlerinin, takviye güç ha gitti, ha gidecek diye İnönü’yü, İnönü’nün de oteldekileri oyaladığı anlaşılır. Yapılan soruşturmada Madımak Oteli’ne gelen askerlerin, saldırgan grupla görüştükten sonra kışlalarına döndüğü ortaya çıkacak, devletin iki adım ötede, yanan insanları seyrettiği anlaşılacaktır.

Kabataş’ta türbanlıya linç, camide içilen bira

Tarih 7 Haziran 2013.

“Çok önemli bir yakınımın gelinini yerlerde sürüklediler.”

Dönemin başbakanı R.Tayyip Erdoğan’ın, AKP grup toplantısında yaptığı konuşmadır bu...

1 Haziran günü, Gezi protestoları devam ederken bazı medya organlarında, göstericilerin Kabataş’ta türbanlı bir kadını ve bebeğini darp ettikleri haberi çıkar. Olay vahimin ötesindedir. Dönemin AKP’li bir ilçe belediye başkanının gelini olan kadın, Beşiktaş’ta beklerken bir grup üstü çıplak göstericinin sataşma ve saldırılarına maruz kalmıştır. Kadın ağır bir şekilde darp edilir, bebeğin arabası devrilir! Üstleri çıplak, elleri deri eldivenli 70-100 kadar gösterici kadının üzerine çişlerini yapalar!

Haber infial yaratacak cinstendir. Bir kez daha devlet kademesinde en yüksek seviyeden sahiplenilir. Gerek camide içki içilmesinin, gerekse kadın ile bebeğinin darp edilme görüntülerinin ellerinde olduğu, en kısa sürede yayınlanacağı söylenir. Elif Çakır, İsmet Berkan, Balçiçek İlter, Abdülkadir Selvi, Sevilay Yükselir, Nihal Bengisu Karaca ve Nagehan Alçı gibi ünlü gazeteciler, kaseti bizzat izlediklerini, görüntülerden dehşete kapıldıklarını ifade ederler…

Birkaç gün önce zaten, başka bir haber ülkeyi yeterince sarsmıştır. 3 Ocak 2013 günü Anadolu Ajansı ve CHA’nın “camide içki içtiler” haberi Gezi Parkı göstericilerinin görüntüleri eşliğinde verilmiş, başbakan ve iktidar üyeleri bu iddiayı yüksek sesle sahiplenmişlerdir.

Her iki olayın sonucu mu? Elbette ki olaylar, Gezi Parkı’ndaki barışçıl gösterilere gölge düşürecektir. Ancak halkın gösterdiği sağduyulu tavır, olayın başka tahriklerle farklı mecralara sürüklenmesine yine de engel olacaktır.

Daha sonra ne mi olur? Gerçek, bir kez daha itildiği karanlık dehlizlerden çıkıp gelir. Ve yalanlar ne kadar sinsiyle, gerçekler de bir o kadar baş döndürücü ve açık sözlüdür. Olayın ardından haftalar, aylar, yıllar geçecek, ne bir kanıt gösterilecek, ne de kaset yayınlanacaktır. Kaseti izledim diyen, mağdur olduğu iddia edilen kadınla röportaj yapan gazeteciler, utangaç tavırlarla birer birer çark etmeye başlar. “Ben, camide içki içildiğini görmedim” diyen Bezm-i Alem Valide Sultan Camisi’nin imamının payına ise camiden camiye sürülmek düşer…

Ezanı ıslıklayan kadınlar

8 Mart 2019, İstanbul, Beyoğlu.

Tüm dünyada her yıl, ülkemizde ise 2003’ten beri yapılan Feminist Gece Yürüyüşü için kadınlar İstiklal Caddesi’ndedir. O gün, Dünya Emekçi Kadınlar Günü’dür. İlk defa olarak Valilik İstiklal Caddesi’nde yürüyüşe izin vermez. Polis, caddeye girişleri önlemek için her zamanki yerine ek olarak, bu sefer yeni yapılmakta olan Beyoğlu’ndaki caminin hizasında da barikat kurar. Dalga dalga kadın kalabalıkları barikatı bir türlü aşamaz; sloganlarla, ıslıklarla, zılgıtlarla kolluk güçlerini protesto eder…

Aradan 2 tam gün geçmiştir. 10 Mart günü televizyonlarda, en yüksek mevkilerden bir ses duyulur:

“Ezan-ı Muahammediyeye terbiyesizlik ettiler!”

Söz, AKP genel başkanı ve Cumhurbaşkanı R.Tayyip Erdoğan’a aittir. Ertesi günü gazetelerin çoğu aynı manşetle çıkacaktır. Aynı söylem çeşitli bakanlar, AKP sözcüleri ve MHP lideri Devlet Bahçeli tarafından da farklı şekillerde dillendirilecektir.

Kısa sürede sosyal medya üzerinden MHP’li Ülkü Ocakları’na bağlı gruplar tarafından “ezana uzanan eller kırılsın” şeklinde Taksim’de toplanma çağrıları yapılır. Çağrı akşamüzeri yerini bulur. Aralarında sarıklı, cübbeli kişilerin de bulunduğu bir grup İstiklal Caddesi’nde, barların ve içkili lokantaların bulunduğu Mis Sokak’a yönelirler. Attıkları sloganlar manidardır. Acılarla dolu bir tarihten kopup gelmiş, ürkütücü zamanların korkunç anılarını çağrıştırırlar:

“Allahuekber… Ya Allah Bismillah, Allahuekber… Kanımız aksa da zafer İslamın… Tek yol şahadet…”

Ellerinde Türk bayrakları taşıyan, tekbirler eşliğinde yürüyen öfkeli kalabalığın tavırları saldırgan, sloganları kışkırtıcı, sözleri tehditkârdır. Bir süre yürüdükten sonra, daha fazla katılım sağlayamayan göstericiler Tarlabaşı civarında kolluğun müdahalesiyle dağılırlar…

Gerçek ise, bu sefer gün yüzüne çıkmak için acelecidir. Çarpıtmalı videoyu kullanan yandaş gazeteci özür dileyecek, ilk günkü tahriklerinin etkisiyle kışkırtıcı haberler yapan diğer kimi gazeteciler de geri adım atacaklardır.

Feminist Gece Yürüyüşü’ne katılan kadınlara gelince. Olayı ibret verici bir şaşkınlıkla karşılayacaklardır. İki polis barikatı arasında sıkışmış, plastik mermi, biber gazı, kalkan ve cop darbeleri arasında kolluk güçlerini ıslıklarla, sloganlarla, çığlıklarla protesto eden kadın kitlesinin okunan ezandan haberleri bile olmamıştır.

Geriye kalanlar

Gelişmemiş bir toplumda, bir yalana inanmak ne kadar kolaysa, bir gerçeği kabullenmek de o kadar zordur. 8 Mart ve sonrasında yalanla gerçek bir kez daha karşı karşıya gelmiş, bir kez daha çarpışmıştır. Ne kadar şanslıyız ki, bu sefer gerçek, toplumsal sağduyu ile birlikte galebe çalmıştır.

Geride ise kâh bir cumhurbaşkanının, kâh AKP’li bir il başkanının, kâh da AKP’li belediye başkan adayının infial yaratacak ibretlik sözleri kalmıştır:

Ezan-ı Muahammediyeye terbiyesizlik ettiler, …bunların tek ittifakı ezan bayrak düşmanlığıdır, ...onları ayaklarımızın altına alacağız!”

“Millet İttifakı'nı destekleyenlerin bu sokaklarda, mahallelerde gezme şansı olmayacak!”

“Millete Küfür ettiler, analarını belleyeceğiz!”

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/tarihi-kanatan-yalanlar-2-selanik-ten-ezana,21940


14 Mart 2019 Perşembe

Tarihi kanatan yalanlar-1 : Reichtag’tan Irak’a


Yusuf NazımT24 | 14 Mart 2019


Acılar kalbimizi, ihanetler ruhumuzu, yalanlar ise tarihimizi kanatır.


27 Şubat 1933. Berlin, Almanya.

Gökyüzü turuncudur. Yükselen alevler karanlığı yer yer kırmızıya boyamaktadır. Berlin semalarını aydınlatan yangın, Alman Parlamento binası Reichstag’tan yükselmektedir.

İddia odur ki, yangını komünistler çıkarmıştır. Aynı gece, komünist olduğunu söyleyen 24 yaşında Hollandalı bir genç yakalanır. Adı Marinus van de Lubbe’dir. Marinus, yangını suçunu itiraf eder…

Adolf Hitler başta olmak üzere, Joseph Goebbels, Hermann Goring gibi ünlü Nazi liderleri parlamento binasının önüne gelmiştir bile. Orayı miting alanına çevirirler. Hitler konuşurken köpürmektedir. Uluslararası komünizmin bir kokteyl örgütü tarafından bu eylemin, Almanya’ya karşı yapıldığını ileri sürer. Devamla, “bundan böyle acımak yok, önümüze geçenin kafasını keseceğiz!” der.

Naziler, parlamento yangınından komünistleri ve sosyal demokratları sorumlu tutar.

Ertesi gün ünlü “Reichstag Yangını Kararnamesi” çıkarılır. Anayasa askıya alınır, polise gerekçesiz gözaltına alma yetkisi verilir, sanıkların avukat desteği bile sınırlanır. Siyasi toplantı ve mitingler yasaklanır, ifade hakkı son derece kısıtlı hale gelir, basına sansür uygulanır, muhalif basın tümden yasaklanır. Büyük bir cadı avı başlatılmıştır. Alman Komünist Partisi’nin 81 milletvekili tutuklanır. Sonraki günlerde 100 bin dolayında komünist ve sosyal demokrat parti üyesi aynı tutuklamalardan nasibini alır. Komünist Parti adeta seçim çalışması yapamaz hale gelir.

Sonuç; Reichstag Yangını Hitler’e tek başına iktidar olmanın yolunu açacaktır. Bu olay ona, ölene kadar sınırsız bir güç verir. Çok geçmeden bütün radyolar ve yazılı basın Nazilerin yayın organı haline gelir. Sonrası, ırkçılıkla beslenmiş; hırsla, kibirle büyümüş bir tek adam rejiminin Almanya’yı getirdiği yerdir. Bu yer, milyonlarca insanın öldüğü, çok daha fazlasının yaralanıp sakat kaldığı, tarifsiz acılarla kan gölüne dönüşmüş bir dünyadan başka bir şey değildir...

1980 yılında, Marinus’un kardeşinin yaptığı başvuru üzerine Recihstag Yangını yeniden soruşturulur. Yapılan yargılamada yangının, binanın birçok yerinde aynı anda başladığı ortaya çıkar. Yangında, kundaklamayı başlattığına dair Marinus’un ilk alınan ifadesinin dışında hiçbir kanıt bulunamaz. İlk yargılamada, akli dengesinin yerinde olduğuna dair rapor da kaybolmuştur. Marinus beraat eder. Komünist Partisi’nin kurduğu bir komisyon ise onun, partili hiç kimseyle ilişkisinin olmadığını ortaya çıkaracaktır…

Cesetlerin kamyonlarla taşındığı kent: Temaşvar

1990’lara yaklaşırken Sovyetler Birliği’nde Gorbaçov eliyle yapılan “reformlarla”  mevcut sistemi terk etme çabaları hızla sürmektedir. Doğu Bloku ülkelerinde istikrarsızlıklar hüküm sürmektedir.

20 Aralık 1989 günü Yugoslav Tanjug Ajansı tarafından dünyaya ilginç bir haber geçilir. Haber, sosyalist ve kapitalist blok arasına sıkışmış, bir süredir yönünü Batı’ya doğu çevirmekte olan Romanya ile ilgilidir.

Ajans, Romanya’nın Temaşvar kentinde, 17 Aralık 1989’daki olaylarda “2000 dolayında” kişinin öldüğünü, sokakların kan gölüne döndüğünü, yağan şiddetli yağmurun bütün kanı alıp götürdüğünü” bildirmektedir. Avusturya TV’si “kamyonların metreküplerce ceset taşıdığını” görüntülerle verir. Doğu Alman Haber Ajansı ADN ise, “Temeşvar’da içinde 4630 ceset bulunan bir toplu mezar ortaya çıkarıldığı” haberini bütün dünya telekslerine geçer…

Ertesi gün “Çavuşesku’nun Temeşvar Katliamı” 72 dilde manşetten yayınlanır. Beraberinde, ortaya çıkarılan cesetler, üzerinde işkence izleri olan ölüler, devam eden mezar kazma çalışmaları, 1200 cesetten söz eden Romen doktorun tanıklığı… Bütün bunları, Romen gizli polisinin şehir suyunu zehirlendiği haberleri takip eder… Dünya kamuoyu ve Romanya halkı şoktadır…
Sonuç, dehşete kapılan bir halk, panik halinde parçalanan ordu, provokasyonla devam eden bir iç savaş… Ve nihayet, olayların başlamasından henüz 6 gün sonra Başbakan Nikolay Çavuşesku ile eşi Elena’ nın kurşuna dizilmesiyle kaderi değişen bir ülke…

Oysaki gerçekler, ortaya çıkmak yönünde daima ısrarcıdır. Bunun için sadece biraz zaman gereklidir.

Ortaya çıkacaktır ki Temeşvar’da söylendiği gibi bir katliam olmamıştır! 4 askerin linç edilmesiyle başlayan olaylarda ölenlerin sayısı olağanüstü abartılmıştır! Toplu mezarlara ait diye gösterilen 18 ceset, açılan morg mezarlığındaki kadavralara aittir. Bu durumu bizzat yerinde gözleyen gazeteci Walter Ellis, İngiltere’nin ünlü gazetesi The Sunday Times’ta bunu yazacaktır.

Gerçekler kimi zaman dehşet vericidir. 4 Şubat 1990 tarihli The Independent on Sunday’ın sayısında ise, başka bir gerçek gün yüzüne çıkacaktır. 17 Aralık’tan yılbaşına kadar tüm Romanya’da ölenlerin toplam sayısı sadece 71’den ibarettir! Bunların da önemli bir kısmının, mevcut rejimi savunan asker ve siviller olduğu tahmin edilmektedir...

Irak’ın kimyasal silahları

2 Ağustos 1990. Irak Ordusu Kuveyt’i işgal etmiştir.

Dünya medyasında peş peşe Irak askerlerinin Kuveyt’teki mezalimini anlatan görüntüler yayınlanmaktadır.

Yaklaşık iki ay sonra, 10 Ekim tarihli ABD Kongresi İnsan Hakları Komisyonu önünde 15 yaşında bir kız çocuğu ağlayarak konuşma yapmaktadır. Adı Nayır El-Sabah’ tır. Gözyaşları içinde hıçkırıklara boğulan çocuk, “Irak askerlerini gördüğünü, hastaneye geldiklerini, kuvözlerdeki bebekleri çıkararak betona bıraktıklarını, kuvözleri ise alıp gittiklerini” anlatmaktadır.

Haber dünya medyasında canlı olarak yayınlanır ve şok etkisi yapar. Olay, Kuveyt’teki Al-Adnan Hastanesi’nde geçmektedir. Hastanedeki kuvözlerin sökülerek Irak’a götürüldüğü, içlerindeki 312 çocuğun ise Iraklı askerler tarafından yerlere atılarak ölüme terk edildiği haberleri paylaşılmaktadır.
Irak Ordusu’nun marifetlerini anlatan başka haberler de vardır. Bunlardan bir tanesi de, petrol kuyularının ateşe verilmesiyle ilgilidir. Ajanslar, büyük bir çevre felaketinin yaşandığını, petrole bulanmış, can çekişen bir karabatak eşliğinde vermektedir. Haber, dünya kamuoyunda büyük bir acıyla izlenir...

Üç yıl sonra dünya medyasında, bu sefer Irak’ın sahip olduğu kitle imha silahlarının dünyayı tehdit ettiği haberleri yayılacaktır. ABD ve İngiliz medyası, kimyasal silah depolarının yerlerini gösteren uydu görüntülerini bile yayınlar.

Sonuç; İlkinde 37, ikincisinde ise buna yakın ülkenin katıldığı koalisyonla Irak’a karşı yürütülen kanlı bir savaştır. Savaşta 1 Milyon insan ölür, 4 milyon 700 bin sivil yerinden olur. Irak devleti büyük ölçüde çözülür. Ardından doğacak boşlukta IŞİD ve benzeri cihadist örgütler serpilip gelişecektir... Tanrılar, cehennemin kapısını artık aralamıştır. Ortadoğu ve dünyanın kanla, ateşle, acıyla kavrulmaya başladığı bir dönemdir bu…

Oysaki gerçeklerin, ortaya çıkmak gibi huyları vardır. Yıllar sonra BM raporları Irak’ta hiçbir kimyasal silah bulunmadığını ortaya çıkaracaktır. Uluslararası basına servis edilen uydu görüntülerinin tamamının sahte ve kurgudan ibaret olduğu anlaşılır. Dünya medyasında, hüzünlü bir müzik eşliğinde, dramatize edilerek verilen petrole bulanmış karabatak görüntüsünün Irak’taki petrol kuyularıyla uzaktan yakından ilişkisi yoktur. Zavallı karabatak, petrol sızdıran bir tankerin Kuzey Denizi’nde yol açtığı deniz kirlenmesinin ürünüdür. Görüntü, Fransa sahillerinde can çekişirken kaydedilmiştir.

15 yaşındaki Nayirah El-Sabah’a gelince. Çocuk, hiçbir zaman adı geçen hastanede bulunmamıştır. Ortaya çıkacaktır ki O, Kuveyt’in ABD’deki büyükelçisi Saud Nasser El Sabah’ın kızıdır. ABD Kongresi’nde yaptığı konuşma planlanmış bir senaryodur ve kuvöz hikâyesi CNN tarafından uydurulmuş koca bir yalandan ibarettir…

Büyük güçler, dünyayı istedikleri gibi yönetebilmek için büyük yalanlara ihtiyaç duyarlar. Bunun için de büyük medya imparatorluklarına sahip olmak isterler.
ABD’deki Kamu Dürüstlüğü Merkezi’nin yayınladığı rapora göre 2003’teki ikinci körfez savaşında Bush yönetimi 935 yalan haber kullanmıştır.

Yarın, “Tarihi kanatan yalanlar-2, Selanik’ten ezana

 https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/tarihi-kanatan-yalanlar-1-reichtag-tan-irak-a,21936

5 Mart 2019 Salı

O bir kartaldı

Yusuf Nazım
T24 | 5 Mart 2019

“Özgürlük her zaman, farklı düşünenin özgürlüğüdür” Rosa Luxemburg

O bir kartaldı.

Hep yüksek uçardı.

Öyle ki, altındaki toprağı bile görmezdi.

*  *  *

Şapkası suyun yüzeyinde kalmıştı. İnce, narin bedenine dolanmış elbisesi, suyun içinde kıvrıla kıvrıla dönüyor, ayağına bağlanmış kaya parçası onu mütemadiyen, derinlere, daha derinlere doğru çekiyordu. Bir süredir kafasından sızarak saçlarını kırmızıya boyamış kan, suyun içinde kirli, bulanık bir kıvamda dağılıyordu. Akciğerleri çoktan sönmüş kadında, küçük bir canlılık belirtisi dahi yoktu. Berlin’de, Budapeşte Caddesi’nde bir süredir durmuş olan zaman onu, kokuşmuş, kirli bir dünyanın bulanık sularında dipsiz bir görünmezliğe doğru itmeye devam ediyordu…

Herkesi sevmeye izin verecek toplumsal bir düzen

Sene 1889, Zürih.

Henüz reşit olmuş genç bir kız, Zürih Üniversitesi’nin bahçesinde topallayarak yürümektedir. Öğrenci kayıt bölümüne verdiği kimlikte doğum tarihi 5 Mart 1871 olarak yazılıdır.

Polonyalı bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak Çarlık Rusya’sına bağlı Zamoş kasabasında doğmuş, ailesi 1873’te Varşova’nın varlıklı bir semtine taşındıktan sonra 5 yaşında kalçasından hastalanmış, bir yılını yatakta geçirmiş, bu hastalık nedeniyle ömür boyu topallayarak yürümek zorunda kalmıştır.

Aktif, öğrenmeye düşkün bir çocuktur. Annesinin desteğiyle beş yaşında okumayı öğrenmiş, eğitimini 9 yaşına kadar evde sürdürmüştür.

1880’de kız lisesinin 1.sınıfına başlar. Lisede, Rus ordusundaki asker ve asilzade çocukları okumaktadır. Bir Yahudi olarak payına, hiyerarşinin en alt basamağı düşecektir.

Henüz 10 yaşında, kendi sokağı dâhil, Varşova Gettosu’nda yaşanan soykırıma tanık olur.

Zekâsı, yazma yeteneği, gözüpekliği ve sivri dili, çocuk yaşlardayken bile dikkati çekmektedir. 13 yaşında, Varşova’yı ziyarete gelen Alman Kayser’i 1.Wilheim’i alaya alan bir yazı yazmıştır.

Her zaman okulun en başarılısıdır. Lehçe’nin yasak, eğitim dilininse Rusça olduğu okuldaki anti-semit uygulamalar nedeniyle hak ettiği altın madalya ona verilmez.

Lisedeki idealini, “herkesi sevmeme izin verecek toplumsal bir düzendir” diye ifade eder.

Henüz öğrencilik yıllarındayken, aralarında genç kadınların da olduğu sosyalistlerin, yakınlardaki bir kalede hücrelere atılışına, taş ocaklarında çalıştırılmasına, idam edilmesine tanık olacaktır.


Rosa Luxenburg

Samanların arasında


1889 yılında Polonya’da sıcak bir yaz günü.

Polonya-Almanya sınırından bir saman arabası geçmektedir. Sınır askerleri kimlik kontrolü yaparlar. Arabanın içine de şöyle bir göz gezdirirler. Samanların içinde, büzülerek gizlenmiş 19 yaşındaki genç kadını göremezler.

Son 2 yıl içinde, Varşova’daki öğrenciler arasında yaptığı politik çalışmalar, onu tutuklanmakla yüz yüze getirince bu yolu seçmiştir. Her zamanki gibi kararlı, ödün vermez, gözü pektir.

Genç kadın, içine saklandığı samanların arasında, ideallerine doğru korkusuzca yol almaktadır. Adeta yavru bir kartal gibidir, uçmaya hazırlanmaktadır.

Adı Rosa Lüxemburg’tur.


“Vatanım tüm dünyadır”


Vatanının tüm dünya olduğuna inanan ve kimliğinde 5 Mart 1871 yazılı kadın, 1890’da Zürih Üniversitesi’ne kayıt yaptırır. O yıllar Zürih Üniversitesi Marksist entellektüellerin buluşma yeridir. Rus Marksistlerinden Georg Plechanow, Vera Zasulic, Paul Axelrod’la burada tanışır. Öğrenci arkadaşları arasında Varşova’dan Julian Marchlewski, Adolf Warşavski ve sonradan ömür boyu sevgilisi olacak Wilna’lı Leo Jogiches vardır.

1898’de Kamu Hukuku ve Devlet Bilimleri Doktora diplomasını alır.

Zürih Üniversitesi’ndeki çalışmaları sırasında, bir yandan da mensubu olduğu yasadışı Polonya Partisi adına yer altı çalışmalarına katılmaya başlar. Yayınladığı dergilerde takma adlarla sayısız makaleler yayınlar; mizanpaj, baskı ve dağıtım işleriyle uğraşır.

Leo Jogiches, Julian Marchewski ve Adolf Warşawski ile birlikte Polonya ve Litvanya Sosyaldemokrat Partisi’ni (SDKPiL) kurarlar. Programlarında ulusal mücadeleyi öne çıkaran Polonya sosyal demokratlarıyla sert tartışmalara girer.
Politik mücadele için Almanya en uygun yerdir. Bu yüzden Alman vatandaşı olabilmek için Gustav Lubeck ile sahte bir evlilik yapar.

O dönem, sosyalizmi hedefleyen 100 bin üyeli Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin büyük prestiji vardır. Partinin ileri gelenleri; August Bebel, Paul Singer, Wilhelm Liebknecht ve Karl Kautsky’le tanışmakta gecikmez. Berlin’de kendini Alman sosyaldemokrasinin içinde sıkı bir mücadelede bulur. Kartal artık uçmaya hazırdır.


Lüxenburg ve Liebknecht bir anmada

Kartalın uçmaya başladığı an


Sene 1893. Yirmili yaşlarda küçük, çelimsiz bir kadın, salondaki delege kalabalığı arasında konuşmaya çabalamaktadır. Sesi salon karmaşasının gürültüsü arasında eriyip gitmekte, kimse tarafından anlaşılamamaktadır. Belli belirsiz bedensel farklılıklarını, giydiği narin yaz elbisesi içinde saklamayı başaran kadın zıplayarak bir sandalyenin üzerine tırmanır. Tiz sesiyle önce kalabalığı susturur, sonra konuşmasına devam eder. Salon pür dikkat Rosa Lüxemburg’u dinlemeye başlar… Bu, kartalın uçmaya başladığı andır.

Uğruna, istatistik peşinde kütüphanelerde büyük zaman harcadığı doktora çalışmasından nefret eder. Buna karşılık, materyalist bakış açısıyla yazdığı Polonya’nın Endüstriyel Gelişmesi adlı tezi için övgüler alır, mutlu olur.

*  *  *

1898, Almanya’nın Yukarı Silezya Bölgesi.

Katscher kasabasındaki kahvelerin birinde madenciler toplanmıştır. Başında şapkasıyla, bol dökümlü yaz elbisesi içindeki kadın, madencilere hitap etmektedir. İşçiler, az önce çiçeklerle karşıladıkları kadının, örgütlenme, sekiz saatlik çalışma ve sosyal haklar üzerine yaptığı konuşmayı hayranlıkla dinlemektedirler. Onun, keskin zekâsının ürünü olduğundan kuşku duyulmayan ateşli sözleri, sigara dumanına boğulmuş sisli kalabalığı aralıklarla dalgalandırmakta, gruplar halinde tartışmalara yol açmaktadır.

Orada bulunmasının yegâne sebebi, henüz üyesi olduğu Alman Sosyaldemokrat Partisi’nin ona verdiği görevdir.

O yıllarda, Yukarı Silezya bölgesindeki maden işçileri arasında ajitasyon eksikliğinin bulunmaktadır. Hiçbir parti üyesinin gitmeyi kabul etmediği bölgedeki çalışma görevini tereddütsüz kabul eden bu gözü pek insan, doktorasını henüz tamamlamış olan Rosa Lüxemburg’tan başkası değildir. Kartal giderek daha yükseklere tırmanmaktadır.


Rosa Luxemberg, 1907 yılında Stuttgart'ta

Ateşli bir savaş karşıtlığı


Kıvrak zekâsı, sivri dili, disiplini ve çalışkanlığıyla parti içinde hızla yükselir. Sürekli yollardadır; işçi lokalleri, parti kurultayları, toplantılar… Verdiği seminerler entelektüel bir şölene dönüşür. Her alanda yapacağı çok şey olduğunu görür. Parti gazetelerini, yazılan makaleleri, bildirileri sıradan ve basmakalıp bulur, beğenmez. Bulunduğu her ortama, toplantıya, yazdığı makaleye yeni bir ruh katar.

1904’te majestelerine hakaretten cezaevine girer.

Alman Sosyaldemokrat Partisi içinde, o sıralar hüküm süren sosyal reform mu, devrim mi tartışmalarında Eduard Bernstein’le karşı azimli bir mücadeleye girişir; sınıf mücadelesini ve devrimi savunur. Bu konuda Kautsky, Mehring, Bebel, Clara Zetkin gibileri, Rosa Lüxemburg’tan yana tavır alırlar.

1905 yılında patlayan Rus devrimine katılmak üzere, sevgilisi Leo ile geldiği Varşova’da tutuklanır. Bir kaledeki hücre içinde, demir bir kafese kapatılır. Rosa, kürek cezasına çarpılmak üzereyken, kefaletle çıkıp Finlandiya’ya geçer. Leo ise çaptırıldığı 8 yıl kürek cezasını çekmeden hapisten kaçar, Berlin’e gelir.

1907 Ağustos’unda Stuttgart’taki Enternasyonal Sosyalistler Kongresi’nde sadece SPD’nin değil, aynı zamanda Polonya ve Rus sosyaldemokrat işçi partilerinin delegesi olarak katılacaktır.

Ateşli bir savaş karşıtıdır. Kitlesel grevin, işçi sınıfının politik mücadelesinde kullanacağı temel bir araç olduğunu savunur. Savaş karşıtı söylemleri, onu birçok kez savcının karşısına çıkarır. İlkinde 1 yıl ceza alır. Orduya hakaret davasında, 30 bin asker Rosa lehinde ifade vermek üzere imza verince, mahkeme belirsiz bir tarihe ertelenir.

1914 yılında 2.Dünya Savaşı patlak verdiğinde savaş ve barış konusunda Kautsky ile karşı karşıya gelir. Savaşa karşı tutumda Alman sosyal demokrasisinin ihaneti Rosa’da tam bir hayal kırıklığı yaratacaktır. Sosyal demokratların, parlamentoda savaş bütçesini onaylamasıyla birlikte partiyle yollarını ayırır. Savaş karşıtı faaliyetlerine devam eder. Frantz Mehring, Clara Zetking gibi devrimci sosyalistlerle birlikte Spartaküsler Birliği’ni kurar. Bu birlikler önce, 1917’de kurulacak olan Almanya Bağımsız Sosyaldemokrat Partisi’ne (USPD) katılacak, sonra da 1919’da yapılan Rayh Kurultayı’nda, ayrılarak Almanya Komünist Partisi’ni kuracaklardır.

Bu arada, daha önce aldığı 1 yıllık hapis cezasının infazı için 1915’te acil tutuklama kararı çıkarılır. Bir yılını Berlin Barnin Sokağı’ndaki kadın cezaevinde geçirir. Politik çalışmalarının dışında, kuşlar ve botanikle ilgilenir. Burada Junius takma adıyla yazdığı yazılar, gizlice dışarı çıkarılır ve Junius Broşürleri olarak uluslararası üne kavuşur.

Cezaevinden çıktığında, ellerinde çiçeklerle binlerce kadın tarafından karşılanacak, 1 yıl sonra, kamu güvenliğini tehdit ettiği gerekçesiyle yeniden tutuklanacaktır.

Bu sefer daha uzun bir hapis süresi onu beklemektedir. 2,5 yıl boyunca sırasıyla Berlin-Alexanderplatz Polis Tutukevi, Berlin-Barnim Sokağı Kadın Cezaevi, Wornke Kalesi ve Breslau Cezaevinde kalır. Dostlarına, “ölümünün ya görev başındayken, ya bir sokak çarpışmasında ya da zindanda" olacağını söyler.


“Ya barbarlık, ya sosyalizm”


1917 Mart’ında Petrograt işçilerinin isyanı başladığında, cezaevinde büyük heyecan duyar. Bir yandan Bolşevik Devrimi’ni destekler, öte yandan da Toprak reformu, ulusların kaderlerini tayin hakkı, demokrasi ve terör konularında Lenin’e eleştirilerde bulunur.

Ufukta, Alman Devriminin kıvılcımları gözükmektedir. 3 Kasım’daki Kiel denizcilerin başkaldırısını takiben, ülke çapında işçi ve asker konseyleri kurulmaya başlar. Kitlesel devrimci hareket 9 Kasım’da zirveye ulaşır. 8 Kasım 1918’de cezaevinden çıkan Rosa Lüxemburg hemen Berlin’e geçer. Rosa’nın sloganı, “ya barbarlık, ya sosyalizm!” dir…

Bu alt üst oluş sırasında Aralık ayında Alman Komünist Partisi kurulmuştur ancak artık vakit biraz geçtir. 4 Ocak’ta başlayan hükümet güçlerinin saldırıları, henüz tam tahkim edilemeyen İşçi ve Asker Konseyleri’ni hazırlıksız yakalar. 12 Ocak’ta ordu güçleri bütünüyle sokaklara hâkim olur. Rusya’da kazanan devrim, Almanya’da kaybetmiştir. Alman ordusu, Spartaküsçülere karşı acımasız bir ölüm avı başlatmakta gecikmez.


Rosa Luxenburg ve Leo Jocighes

Çığlık çığlığa bağıracak kadar özlemek


Baba Elias Luxemburg, kızı Rosa’yı kartala benzetirdi. Kızına yazdığı son mektubunda, "Kartal öyle yüksek uçarmış ki; altında uzanan toprağı hiç görmezmiş” diye yazmıştı.

O, bir kartal gibi yükseklerde, kavgasının ve ideallerinin peşinde koşarken, aynı zamanda kalbinin ve duygularının sesine kulak veren, seven, aşık olan bir kadındı. 20 yaşındayken aşık olduğu ve bir Dostovesky kahramanına benzettiği yoldaşı Leo Jocighes’la tutkulu bir beraberliği olacaktı. 

Rosa, sevimli oğlan çocukları için söylenen “dyodyo” sözcüğüyle hitap ederdi Leo’ya. Her daim onu özlerdi, üstelik bunu gizlemezdi de; odasında çalışırken, bildiri yazarken, yolda yürürken, ya da bir tren yolculuğunda… Büyük devrimlerin, büyük yolculukların insanı ve kuramcısı bu iki insan birbirlerine hitaplarında, olabildiğince duygulu, naif, aşk ve sevgi dolu sözcükler kullanırlardı. Bir mektubunda şöyle diyordu Rosa;

Dyodyo! Hiç bitmeyecek mi bütün bunlar? Sabrım tükenmeye başladı; işlerden değil, senin yüzünden! Neden buraya gelmedin ki! O tatlı dudaklarından bir öpebilseydim, bütün bu işler vız gelirdi bana. Bebeğim, bugün, bildiriyi tartışırken, tam orta yerinde, öyle bir ezildi ki ruhum, seni öylesine özledim ki, az kalsın çığlık çığlığa bağıracaktım…

Rosa ve Leo, inişleri ve çıkışları da olan ilişkilerinde, ayrı oldukları zaman bile idealleri için birlikte çalışmaya devam ederler. Leo, ölümüne kadar Rosa’nın yanında olur, onu sever, ihtiyaçlarını karşılar. Ölümünden sonra Rosa’nın katillerinin peşine düşer. İki ay sonra o da öldürülür…


Karl Liebknecht ve Rosa Luxenburg

Kimliği bilinmeyen ölü


Binanın etrafı, silahlı birliklerce sarılmıştır. Bunlar, Weimar Cumhuriyeti’nin komünistlere karşı devlet eliyle örgütlediği paramiliter Freikorps güçleridir. Kapıyı kırarak içeri girdiklerinde Rosa, Karl ve Wilhelm içerdedir. Ordu birliklerinin karargah olarak kullandıkları Budapeşte Caddesi’ndeki Eden Oteli’ne götürülürler. Wilhelm bir yolunu bulur, kaçarak kurtulur. Diğer ikisi işkence edilerek öldüresiye dövülürler. Hapishaneye götürülme gerekçesiyle sürüklenerek bindirildikleri araçtan Karl Liebknecht’i yolda indirirler. Kaçıyor görüntüsü vermek üzere, başından ve sırtından vurarak oracıkta öldürürler. Ertesi günün gazetelerinde, “kimliği bilinmeyen ölü” diye geçecektir.


1919 da karargah olarak kullanılan ve sonradan yıkılan Eden Oteli, Berlin
Aynı gün, Speer Nehri kıyısında bir araç yol almaktadır. Bir el silah sesi duyulur. Araç, nehrin kimselerin olmadığı ıssız kıyısında durur. İçinden çıkan heyecanlı bir kalabalık, sürükleyerek aşağı birini indirirler. Elleri silahlı, bakışları kötücül, kirli sakalları savruktur. Nehre doğru götürdükleri kadının üstü başı kan kırmızısıdır. Ayaklarına büyük bir taş paçasını bağlar, acele hareketlerle nehrin durgun sularına atarlar…

*  *  *


Rosa Lüxenburg Köprüsü ve Rosa'nın öldürüldüğü yer
Rosa Lüxemburg.

Keskin dönemeçlerle dolu hayatını insanlığa adamış, aşkı da, devrimi de aynı derin tutkularla yaşamış, inançlı bir sosyalist, Marksist bir kuramcıydı.

Doğru bulduklarından asla ödün vermedi. Bu uğurda Lenin’e bile kafa tutmaktan çekinmedi.

Katıldığı toplantılarda, konuşmalarını entelektüel bir şölene dönüştüren; yenilginin en dip noktasında dahi umudunu zirvelerde tutmayı başaran; yüksek sorumluluk duygusuna sahip, disiplinli; disiplinli olduğu kadar sabırsız, coşku dolu bir kadın…

Lenin, onun için şöyle demişti:

“O bir kartaldı, öyle kalacak!”

Öyle de kaldı.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/o-bir-kartaldi,21859