Yusuf Nazım
T24 | 22 Aralık 20018
20
Aralık günü, Edebiyat Fakültesi’nin
kapısına dayanmıştır şeytan. Kelimeleri çürümüş, çığlıkları hoyrat, sözleri
tehditkârdır. Ülkücü bir güruh kılığındadır.
Hacettepe
Üniversitesi'nde
Edebiyat Fakültesi Kitap Kulübü’nün
düzenlediği bir söyleşi yapılmaktadır. Konuşmacı, şair Ahmet Telli’dir. Konu ise ‘Cumhuriyet
Döneminde Edebiyat’
Şeytanın
kültüre tahammülü var mıdır? Sessiz kalabilir mi sanatın, edebiyatın büyüsü
karşısında? Nasıl göz yumar şiirin baştan çıkarıcı, kışkırtıcı, dönüştürücü
gücüne?
Tahammül
etmez, sessiz kalmaz, göz yummaz!
Bölüm
sekreteri etkinliğin yapıldığı salona girer, “Salonu boşaltın tutamıyoruz kapıdakileri” der. Kim bilir sesine,
şeytanın sesi sinmiş midir, kokusu bulaşmış mıdır nefesine?
* * *
Cennet’ten
kovulduğu günden beri şeytan, bütün kötülüklerin kaynağı olarak görülmüştür. Ne
zaman ki insanoğlu huzura, sükûna yaklaşsa; insanca yaşamaya kalkışsa, hileleri,
şaşırtmacaları, takiyeleriyle bin bir kılıkta ortaya çıkıverir o.
İstanbul sokaklarında
gayrimüslimlere karşı kırıma dönüşen galeyan
|
6-7 Eylül 1955, Fahri Çoker Arşivinden |
Yaşadığımız
coğrafyaya gelince… Şeytan, aklın almayacağı kadar sinsi, bir o kadar kurnazdı.
Tarihe
6-7 Eylül 1955 olayları diye geçen,
İstanbul’daki gayrimüslimlere karşı yapılan örgütlü saldırılar onun eseriydi. Şeytan,
yine bir MİT görevlisi kılığıyla, Selanik’teki Atatürk’ün evine bomba atarak başlatmıştı
olayları. Onun planları, galeyana getirilen örgütlü kalabalıkların eliyle,
İstanbul sokaklarında Rumlara, Ermenilere, Yahudilere karşı bir kırıma
dönüşmüştü.
Resmi
rakamlara göre 5300 ü aşkın bina saldırıya uğramış, 11 kişi ölmüş, 30 kişi
yaralanmış, 60 kadın tecavüze uğramıştı. Saldırıya uğrayan binalar arasında evler,
işyerleri, okullar, kiliseler, manastır ve sinagoglar da vardı. Devletin resmi
kayıtlarının dışında ise çok büyük rakamlar telaffuz edilmekteydi...
Kazancı Yokuşu’nda
kurulan pusu, kıstırılan kalabalık
|
1 Mayıs 1977, Kazancı Yokuşu'nda sıkışan kalabalık |
Nicedir,
şeytanın dizginsizce at koşturduğu, kötülüğün hüküm sürdüğü bir ülkeydi burası.
Ne
zaman ki umudunu çoğaltır insan, ne zaman ki düşleri gerçek olmaya yaklaşır, ne
zamanki “güneşten ışık yontmaya”
kalkar, şeytan hemen oracıkta bitiverirdi.
1 Mayıs 1977’de İstanbul’da, Taksim Meydanı’nı kana bulamak onun en
büyük kötülük gösterilerinden biriydi. Bu sefer, Intercontinental Oteli’nin çatısından, uzun namlulu silahlı adamlar
kılığında kalabalığın üzerine ölüm kusacaktı. Panzerler, ateşli silahlar,
Kazancı Yokuşu’nda kurulan pusu, kıstırılan kalabalıklar... İblis, en sinsi
planlarıyla ortaya çıkmış, bir kez daha başarılı olmuş; katliamda 34 kişi ölmüş,
136 kişi de yaralanmıştı.
Şeytanın planları
Maraş’ta da tuttu
|
Maraş Katliamı öncesi yapılan çağrılardan |
Şu
günler Maraş Katliamının yıldönümü. 19-26 Aralık 1978 tarihlerinde, resmi
rakamlara göre 111 kişinin öldüğü, yüzlercesinin yaralandığı olayların
yaşandığı günler.
Şeytan,
o gün bütün habis huylarını kuşanmıştı. Nefesi ölüme soğukluğunda,
Kahramanmaraş’ın sokaklarını kol geziyordu. Yıllar sonra ortalığa dökülecek MİT
belgelerinde, şeytanın katliam planlarını Ülkü
Ocakları’nda yaptığı ortaya çıkacaktı. Bu kayıtlara göre ülkücüler Çiçek Sineması’na az tesirli bir bomba
atacak, bunu solcular yaptı diyerek sokaklara döküleceklerdi. Öyle de oldu, şeytanın
planları Maraş’ta da tuttu.
Maraş Ağır Ceza
Mahkemesi
eski hâkimlerinden Kerim Günay’ın
anlatımlarıyla,
Kızılbaş denilerek Alevilerin öldürülmesi, önceden işaretlenen evlerin
yakılması, ardından evlere girilerek kadın, çoluk çocuk demeden linç, katliam,
tecavüz ve en akla gelmeyecek işkencelerin yapılması hep aynı şeytanın
marifetiydi.
Şeytandı bu, zekiydi,
bin bir kılığa girerdi
|
2 Temmuz 1993, Madımak Oteli önünde cihat için tekbir getiren kalabalık |
Şeytan
boş durmuyordu.
Ne
zamanki kültüre, sanata, edebiyata dair bir söz söylense adeta kıvranıyor,
öfkeleniyor, diş biliyordu. Aydınlanma, çağdaşlık, ilerleme en korktuğu
şeylerdendi.
Bu
sefer, şeytanın insanları tuzağa düşürmek için seçtiği yer Sivas’tı.
2 Temmuz 1993 ‘te Sivas’ta
yapılan Pir Sultan Abdal Şenlikleri,
onu çileden çıkarmaya yetecekti.
Bir
zamanlar Tanrı tarafından Cennet’ten kovulan şeytan, intikamını, insanları
kendi yarattığı cehennemin tuzağına çekerek almak istiyordu. Sivas’ta
kışkırtılan gözü dönmüş kalabalıklar eliyle Madımak Oteli’nde 34 kültür insanı; şair, edebiyatçı, mizahçı, ozan
ve sanatçı diri diri yakılıyordu.
Şeytandı
bu, zekiydi, bin bir kılığa girerdi.
Katliamı
yapanların 26 avukatı vardı. Bu avukatların tamamı AKP de siyaset yaptı, itibar
gördü, mevki aldı. Şeytanın görünmeyen eli, onların taltif edilmesini sağladı, çoğu
en üst düzeyde terfi etti.
Onun silueti,
sonradan ortaya çıkacak fotoğraflarda gizliydi
|
Gazi Katliamından uzun namlulu silahlar |
Şeytan
asla rahat durmuyordu.
12 Mart 1995 tarihinde
İstanbul, Gazi Mahallesi’nde de öyle
yaptı. Yine Alevilerin yoğun olduğu bir mahalleyi seçti. Bir gece yarısı,
mahalledeki dört kahvehane ile bir pastaneye, kimliğini açık etmeden ölüm
olarak yağdı. İlk gün, bir Alevi dedesinin öldüğü olaylarda, sonraki günlerde
ölü sayısı 22 ‘ye yükseldi. Yüzlerce de yaralı vardı…
Şeytan
ortalıkta yoktu. Lakin onun silueti, sonradan ortaya çıkacak fotoğraflarda
gizliydi. Susurluk Dosyası
sanıklarından bazılarının, uzun namlulu silahlarla kalabalığın üzerine ateş
ederken gösteren fotoğraflardı bunlar.
Hrant Dink’in
ensesine saplanmış üç mermi
Ne
kadar acımasız, ne kadar gözü dönmüş, ne kadar küstahtı şeytan.
En
akla gelmeyecek planlarla, en sinsi oyunlarla, en beklenmedik zamanlarda sergilerdi
marifetini.
Olmadık
habislikler yapar, hep acı içirir, kan kustururdu insanlara. Daima müşfik
görünür, sesi dost kimliğiyle çıkar, ancak hep ölüm soğukluğunda eserdi nefesi.
19 Ocak 2007’de de yine öyle
oldu. Bu sefer Şişli’de, akşamüstü bir kaldırımda yürürken, Hrant Dink’in ensesine saplanmış üç
mermi kılığındaydı o. Sonradan ortaya çıkacaktı, bir çocuk görünümüne girmişti;
Şeytandı bu, Trabzon’dan neredeyse bando eşliğinde uğurlanmış, bulaşmadığı
kurum, alet etmediği kişi kalmamıştı...
Tıpkı,
gazeteci Uğur Mumcu’yu, aracının
içinde parça parça eden zalimlik gibi.
Tıpkı,
bir kargo paketinin içinden kitap kılığında çıkıp Prof.Dr.Bahriye Üçok’un lime savurması gibi.
Tıpkı,
puslu bir Diyarbakır akşamında, ıssız bir sokakta, Kürt bilgesi, gazeteci yazar
Musa Anter’in soluğunu kurutan
habislik gibi.
Kemal Türkler,
Muammer Aksoy, Onat Kutlar, Çetin Emeç, Ferhat Tepe, Namık Tarancı; bağışlasınlar
beni, adlarını sayamadığım daha niceleri gibi…
“Hacettepe sana
mezar olacak”
Ahmet Telli.
Edebiyatımızın
yüz akı, kültürümüzün korkusuz süvarisi, son dönem şiirimizin serüvencisi…
Şeytan,
onca kötülüğü kuşanarak kapıya dayandığında, öğrencilere bir zarar gelmesin
istedi. Tek başına çıktı kapıdan. Fakülte kapısındaki şeytanın histerik
çığlıklar içindeki tehditlerine, kokuşmuş nefesine, tarih öncesinde kalma nefret
dolu bakışlarına aldırmadı.
Şeytanın,
arkasında yankılanan “Hacettepe sana mezar olacak”
sözlerine rağmen, korkusuzca yürüdü kötülüğün üzerine…
“Son büyük
serüvenci yaralıdır hala”
Biliyordu
o;
“Dünyanın cesur
ulusları yoktu, cesur insanları vardı. Onlar, aşkın ve hayatın havarileri,
büyük serüvencilerdi. Onlar, bu ihtiyar cadının maskesini parçalamak ve yeryüzü
denilen cenneti bize sunmak istediler. Bütün ömürleri bu kavgayla geçti. Ne
adları vardı onların, ne ulusları, ne dinleri ne de anıtları.” (*)
Ve
şöyle devam ediyordu;
“Ama biz onlar için
ölüm fermanları hazırlayıp görkemli mangalar kurduk. Savaşlar açtık peş
peşe. Kentleri ele geçirip vahşi bir hayvan gibi avladık onları. Nerde
görülseler kurşuna dizdik ve süslü kemerler yaptık onların kafa derilerinden.
Biz cellattık ve tarih suratımıza tükürürken, bir kez bile bağışlanmayı
istemedi onlar…” (*)
Şeytanın,
yukarıdan, kibir dolu, kötücül bakışları altında sözünü noktalıyordu:
“Derler ki, son
büyük serüvenci yaralıdır hala…” (*)
(*) Soluk soluğa
/Ahmet Telli