T24 | 16 Kasım 2018
Sesi ağlamaklıydı:
“Dün
gece internet üzerinden görüntülü olarak görüşmüştük. Ne kadar da iyiydi; güldük
şakalaştık, espriler yaptık.”
“Memleketimi
özledim be Selahattin,” dedi bana. “Taşını, toprağını, börtüsünü, böceğini; her şeyini özledim!
İşportacısını, ırgatını, köylüsünü… “Var ya,” dedi, Karaköy'de bir hamalın sırtından
akan terini bile özledim.”
Ağlamaklı çıkan sesi,
derin iç çekmeleriyle birlikte hıçkırıklara dönüşmüştü bile. Koca adam,
telefonda hüngür hüngür ağlıyordu…
* * *
Arayan İstanbul’dan hekim dostum
Sebahattin'di. Bir gün önce, internet üzerinden görüştüğü sevgili dostu,
arkadaşı, yoldaşı Ahmet Kaya'nın ölüm haberine ağlıyordu. Ağrısı büyüktü.
Yüreği dağlanmış, tarifsiz bir acıyla yanıyordu. Belki birkaç kadeh almış, paylaşmak
istiyordu. Ve o kocaman adam, telefonun öbür ucunda, küçük bir çocuk gibi
hıçkıra hıçkıra ağlıyordu…
O cesur, o memleket
sevdalısı, o yufka yürekli insan, otuz yıl yoksulluğunu çektiği yurdundan
uzakta, yaban ellerde, o kocaman gövdesiyle bir gece ansızın yığılıp kalmıştı. “Hoşçakalın Gözüm” adlı albümünün
kayıtlarını yaparken Ahmet Kaya
ölmüştü!
Başı
belada
Ahmet
Kaya
bir şarkısında şöyle diyordu;
“başım
belada
adamın biri vurulmuş sokakta
cebimde adresim bulunmuş,
adamın biri vurulmuş sokakta
cebimde adresim bulunmuş,
başım
belada”
Şarkısında dediği gibi, başından
bela eksik olmaz Ahmet Kaya’nın. Söylediği şarkılar için davalar açılır, şarkı
sözlerinde, satır aralarında terörün izi aranır, şiirlerinin sözlerini
değiştirdiği için mahkeme mahkeme dolaşır.
Bir şarkı sözü için yargılanır,
kaset yasaklanır. Sonra sakıncasız olduğu mahkemece karara bağlanır. 450 adet
satan kaset, bu sefer beş gün içinde 450 bin adet satar. Ardından konserler
başlar, salonlar, stadyumlar dolar taşar.
12 Eylül darbesinin karanlığına
sazıyla, sözüyle, şarkılarıyla adeta meydan okumuştur. Kimsenin cesaret
edemediği yıllarda, özgürlük ve demokrasi şarkılarını dillendirir. Yeni şarkılarını,
yeni konserler; onları da yeni yasaklar takip eder. Hakkında sayısız dava
açılır.
O ise asla yılmaz. Gelen tehditlere
aldırmaz. Gözaltına alınır, bırakılır; hapse girer, çıkar. O da Yılmaz Güney
gibidir; Anadolu’nun bağrından kopmuş, gelmiştir. Bir rüzgâr gibi esmiş,
fırtına gibi büyümüş, doğru bildiği yolda adeta vuruşa vuruşa yürümüştür.
Bütün ülke onu
tanımaktadır artık. O bir müzisyen, şarkılarını sırtına yükleyip dağa çıkan bir
eşkıya, adını Ali koyduğu muhabbet kuşu kaçtığında, ardından 24 saat ağladıktan
sonra “Ali Gitti” diye bir türkü
besteleyen yufka yürekli bir hayvan sever, her görüşten milyonlarca insanın
sevgilisidir.
Kütçe
bir şarkı yapmak
Tarih 10 Şubat 1999,
İstanbul.
Magazin
Gazetecileri Derneği’nin gecesi. Yılın en iyi 10 müzik yıldızı
yarışmasının ödül töreni. Sahnede Ahmet
Kaya vardır. Önceden, ödül aldığı söylenerek geceye davet edilmiştir.
Aslında, resmi toplantıları, protokolleri, ödül törenlerini sevmez o. Oraya da
isteyerek gelmemiştir. Eşinin ısrarıyla takım elbisesini giymiş, geceye
katılmıştır.
İsmi anons edildiğinde
sahneye çıkar, alkışlanır, yılın en iyi sanatçısı ödülünü havaya kaldırır.
"Bu
ödülü İnsan Hakları Derneği adına,
bu ödülü Cumartesi Anneleri adına,
bu ödülü magazine emek veren tüm insanlar adına, bu ödülü bütün Türkiye halkı
adına alıyorum" der.
Bir şey daha der Ahmet Kaya; “Kürt” der!
Evet, evet, “Kürt”
der, “Kürtçe bir klip” der, “Kürtçe bir şarkı yapıyorum” der…
Başka bir şey demez,
diyemez!
Niye diyemez?
Niye diyemez?
Mermer
parçalanır, mozaik dağılır, et tırnaktan ayrılır!
Çünkü o lanetli (!) söz
çıkar Ahmet Kaya’nın ağzından.
O lanetli söz çıkar ve ne
olursa, işte bundan sonra olur.
Mermer parçalanır, mozaik
dağılır, et tırnaktan ayrılır!
Kalabalığın içindeki yüzler birden bire düşer; kaşlar öfkeyle çatılır, salonun her köşesinden karanlık bakışlar peydahlanır.
Az önce ödül verdikleri, ayakta
alkışladıkları, yılın en iyi sanatçısı ilan ettikleri adamın dudaklarından
çıkan tek bir sözcüğe dairdir öfkeleri… Statüsü olmayan bir sözcüğe dair;
sadece bir "Kürt"
sözcüğüne dair…
Maslak’ta o gece karanlık
ve ağırdır. Gecede günahkâr bir geçmişin geleceğe olan tahammülsüzlüğü vardır;
kokuşmuş, zavallı, sinsi bir inkârın görünmeyen yüzü vardır.
İşte bu yüzden, o lanetli
(!) sözcüğe, “Kürt” sözcüğüne karşı,
hep beraber, kutsal bir mutabakattaymış gibi kenetlenirler.
Sanki etle tırnak gibi
değil, sanki bütün bir mozaik gibi değil, ezeli bir düşmana bakar gibi bakarlar!
Sanki hiçbir zaman, hiçbir
surette, sanki hiçbir şeyden duymadıkları kadar büyük bir nefretle bakarlar!
Ahmet
Kaya avı
O gece orada olanlar. O
gece, ülkenin utanç tarihine yeni bir sayfa eklemek üzere, histerik nefret
çığlıklarıyla birbiriyle yarış edenler.
Sonradan çoğu inkâr etti
orada olduğunu. Kiminin o geceye hiç gelmediğini, kiminin erken ayrıldığını,
kiminin tuvalette olduğunu öğrendik.
Hâlbuki hepsi oradaydılar!
Yalancısı, ikiyüzlüsü, sinsisi.
sünepesi, çıkarıcısı, biat edeni, korkağı…
Hepsi bir aradaydılar!
Şöhretlisi, seçkini, çanak
yalancısı, çıkarcısı, düzenbazı, ırkçısı, kafatasçısı…
Sonraki günlerde manşet
manşet büyüdü yalanlar. Mahkemeler Ahmet Kaya avına çıktılar, ajanslar linç
için iştahla birbiriyle yarıştılar…
Anlaşıldı ki, sadece
Kürt'ün adınaydı bunca nefret, sadece Kürt’e karşıydı bu kin, bu husumet.
Ne tuhaftır ki o gece,
ruhları kırık dökük bir sistemin çarkları tarafından kirletilmiş, beyinleri
darbecilikle yıkanmış salon dolusu bir güruh Ahmet Kaya’yı linç ederken onu savunan, sadece birkaç dostuyla,
bedenlerini çatal bıçak yağmuruna siper eden Kürt garsonlar olmuştu.
Linçin
kahramanları
14 Şubat 1999 tarihli Hürriyet’in
manşetinde, Ayıp ettin ‘gözüm’ vardı. Ahmet
Kaya, Abdullah Öcalan’ın ve Kürdistan haritasının önünde şarkı söylerken
resmedilmişti.
Sonradan fotoğrafın
fotoshop olduğu anlaşılacaktı.
Ardından medyamızın medar-ı iftiharlarından Ertuğrul Özkök ‘Güzel Magazinciler, Çirkin Adamlar’ diye bir yazı yazacaktı... Yazıda şöyle diyecekti Özkök: “O gecede her şey çok güzeldi. Bunların içinde bir tek çirkin adam vardı. O da Ahmet Kaya idi”...
Ardından medyamızın medar-ı iftiharlarından Ertuğrul Özkök ‘Güzel Magazinciler, Çirkin Adamlar’ diye bir yazı yazacaktı... Yazıda şöyle diyecekti Özkök: “O gecede her şey çok güzeldi. Bunların içinde bir tek çirkin adam vardı. O da Ahmet Kaya idi”...
Mademki Kürt’ün adı
geçmişti bir cümlede, mademki Kürt’e dokunmuştu dil, bir darbede Bekir Coşkun’dan gelmeliydi.
14 Şubat günü Bekir
Coşkun “Ben zaten Ahmet Kaya’yı sevmem. Böyle bir gecede kovulması
umurumda değil. Bir sanatçı bölücülük yapıyorsa, halkına kötü mesaj veriyorsa
elbette kovulur” diye yazacaktı köşesinde.
Adı linçti bunun. İlkel, habis
bir nefretten almıştı kaynağını. Mademki Kürt’ü anımsatmıştı bir söz, Fatih Altaylı’da geri kalmamalıydı.
16 Şubat’ta şöyle
yazacaktı: “Kültürsüz, ne dediğini bilmez, cahil ve basit adamsın
Ahmet. Bu Ahmet’e “İdeoloji nedir?” diye sorsan “Yenir mi?” yanıtını verir”
Ana akım medyanın amiral
gemisi olarak bilinen Hürriyet’in başyazarı Oktay Ekşi ‘ye gelince. “Bir
densiz…” diye atacaktı, on yıllardır kurulduğu köşesine başlığını. Koşarak
yerini alacağı linçte, “Adını anmayı
bile bu sütun için bir zul saydığı” Ahmet Kaya’dan “bu yaratık” diye bahsetmekten geri kalmayacaktı.
Müziğin
Yılmaz Güney’i
Ahmet Kaya. Ülkesinde
kışlalardan karakollara, liselerden üniversitelere, okullardan sokaklara kadar
halka mal olmuş bir sanatçı…
Saklısı yoktu, hiçbir
zaman eğilip bükülmedi. Takiyye yapmak aklından bile geçmedi. Saklanmadı.
Açıktı, yürekliydi, mertti. Ne söylediyse, dostun da, düşmanın da yüzüne karşı söyledi.
Yüreği dağlar gibiydi;
kocaman, geniş, aydınlık ve ferah. Özgür, deli dolu bir ruhu vardı. Ezgilerinde,
dağların doruklarındaki hırçın rüzgârlara nispet edercesine seslendi.
Bağlamasını çalarken,
yüreği hep ağlar gibiydi; ödül vermek için çağrıldığı geceden linç edilerek
sürgüne gönderildiği bu toprakları yurt eyleyen Kürt’ün, Ermeni’nin, Türk’ün
özgürlük ve demokrasi özlemi için söyledi şarkılarını!
Nasıl ki Yılmaz Güney, sinemanın Nazım Hikmet 'iyse, Ahmet Kaya'da müziğin Yılmaz Güney'iydi.
O da en az Nazım Hikmet kadar memleketine sevdalı,
Yılmaz Güney kadar halkına düşkündü;
bütün ötekilerin dostu; bazen haşarı, yaramaz çocuk, iyi bir hayvan sever, çokça
devrimci, biraz da komünistti.
Ölüm, onu da diğerlerinden
ayırmadı. Sürgünde, derin bir memleket hasretliği içinde yakaladı. Kırk üç
yaşında, arkasında yanık bir ülke bırakarak gitti.
Belgesel
Uçurtmam
Tellere Takıldı, (2010), Ümit Kıvançhttp://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/et-tirnaktan-ayrilinca,20840