T24 | 7 Nisan 2017
Doğaya saldım ruhumu bugün.
Ne şehir şehir
yükselen intihar çığlıkları, ne taciz ve istismar haberleri, ne de demokrasi
mi, yoksa diktatörlük mü tartışmaları…
Hiçbiri, ama
hiçbiri ilgilendirmiyor bugün beni.
Kendi
vatanından sürgün, Afrin’deki yüzbinleri bile unuttum.
Gövdesi nazlı pınar, ince, uzun bir servi |
Nisan, erguvan
mevsimidir şimdi İstanbul’da.
Kim bilir nasıl
da mor kırmızı, eflatuna giyinmiştir elbiselerini.
Lakin, uzun
sivri kargılarını acıması, gökyüzüne saplamış gökdelenler. Akşamları ucubelik
sığmıyor kentin semalarına. Eski ihtişamından bir eser kalmış mıdır şimdi o
şehirde?
Gitmek,
demiştim bir zamanlar; gitmek!
Dilime dolanan bir fiilin adıydı, "gitmek" o şehirde.
En sonunda
gittim!
Olur olmaz
zamanlarda, olur olmaz mekanlarda dilime dolanan o destursuz fiilin ardına
takılarak gittim.
O şehri terk
ettim ben!
Mandalina ağaçları, üzerinde pıtrak pıtrak çiçekler |
O şehrin
büyüsünü; Kız Kulesi’ni, Galata’nın esrarını, Yenikapı’nın ekmek arası
balıklarını; silueti çoktan çizilmiş Süleymaniye Camii’ni...
Ve tabii erguvanlarını…
Cümle aşklarını
terk ettim o şehrin ben…
Bir süredir
yavaş bir kentin ıssızlığındayım.
Peşim sıra
gelen acıları unuttum. Unuttum, ruhumda hırçın esen rüzgarları, yüreğime zerk
olmuş bütün acıları, nicedir üzerime kabus gibi çökmüş o zifiri karanlığı...
Karar verdim,
bugünü kendime ayırdım ben, yalnızlığımı doğaya saldım.
Şimdi
yürüyorum.
Yaklaşıyorum yanına, karşımda bir zeytin ağacı |
Ağaçların
arasında yalnızım.
Her yan
mandalina bahçeleri. Ağaçlar, sanki baharın coşkusunda değil, çiçek açma telaşındalar,
sanırsın birbiriyle yarışıyorlar.
Aralarında
kahverengi, ince, uzun yollar. Sanırsın başka bir mevsime uzanıyorlar. Arada
nar ağaçları, incir ağaçları...
Uzaklardan bir
serviyi görüyorum; nasıl da boylu poslu, nasıl öyle başı yükseklerde; ince,
uzun boylu, alımlı…
Varıyorum yanına, bir rüzgâr çıkıyor aniden, incecikten beline dolanıyor,
sarıyor. Görünüşü asil, toprağın bağrından gökyüzüne püskürüyor gibi.
Terk ettiğim
şehri düşünüyorum o an. İstanbul beton büyütüyor gökyüzüne, buralar servi.
Saksıda yetişir
olmuş orada kiraz ağacı, nar ağacı. Ferman buyrulmuş bir kez, kırılmış o şehrin
kalemi, bir kez kurulmuş darağacı.
Güneş ağrı ağır
alçalmada, yavaş bir kentin semalarında. Elimi çabuk tutmalıyım, zaman giderek
daha çok daralmada.
Sanırsın ağaç değil, bin yıllık gövdesiyle bir tarih |
Bugünü kendime
ayırdım ben.
Yüreğim aşklar
mevsimi.
Akkuyu’da
nükleer santral kurulacak, diyorlar.
Eğer ki,
yıldızlara götüremezsek hayatı, biliyorum, analar zehir emzirecek çocuklarına
süt yerine.
Kim bilir,
belki de asit yüklü olacaklar bulutlar, aldırmayacağım başıboş geçecek
olanlara.
Önümde hepsi
aynı boyda, hepsi aynı hizada, saçları tıraşlanmış gibi bahçeler. İçinde
mandalina ağaçları, üzerinde pıtrak pıtrak çiçekler. Aralarında ısrarla
dallarını uzatmış bir ağaç; yüksekçe ve aykırı.
Yaklaşıyorum
yanına, karşımda bir zeytin ağacı; gövdesi kocaman, saçları diri; kim bilir kaç
asırlık…
Geçiyorum
yanından, ileride işte biri, işte başka bir daha!
Tanrım, bu da
nesi böyle!?
Dal desem, dalı
dal değil; gövdesi gövde değil! Nasıl böyle ulu, nasıl böyle engin, nasıl böyle
heybetli!
Toprakta karınca yuvaları |
Sanırsın ağaç
değil, bin yıllık gövdesiyle bir tarih, sanırsın ovanın ortasında kök salmış
bir dağ parçası.
Toprak onu
öylesine sevmiş, öylesine sarmış ki köklerinden, belli ki asırlardır hiçbir
kötülük söküp atamamış onu yerinden.
Göğsümde bir
serinlik, kulaklarımda antik zamanlardan bir rüzgârın fısıltısı.
Kim bilir kaç
fetih görmüş, ne ordular konaklamış gölgesinde, kaç kavim eskitmiştir kim bilir.
Asırlardır
nasıl da yar eylemiştir gövdesini bu topraklara.
Nice yangınlar
atlatmış, nice savaşlar geçirmiştir; yağından vermiştir Ege’nin iki yakasına;
dalından, zeytininden; Teos’a, Lebedos’a, Samos’a…
Yılmamış,
usanmamış gelene geçene bir güzel diyar eylemiştir gölgesini.
Önümde bir su kuyusu, yanında asma |
Aklım eski
zamanların anılar burgacında. Susuyorum. Şimdilik hoşça kal diyorum ona.
Ağaçların
arasında yürüyorum.
Beni çağıran o
büyülü sesin peşi sıra gidiyorum.
Önümde nefti mi
nefti, yeşil bir ova.
Uzakta,
mandalina bahçesinin ortasında, ansızın gözlerime kaçıyor; dalları mor kırmızı,
çiçekleri eflatun…
Yaklaşıyorum. O
da nesi? Bir erguvan ağacı!
Orada, ağaçların
arasında saklanmış, tek başına!
Tıpkı benim gibi!
Acaba nedir
hikâyesi, nasıl gelmiş buraya, neden böyle yalnız?
Yoksa bir
İstanbul kaçkını mı o da?
Tıpkı benim
gibi!
Orada, tek başına |
Dalları
pembeden maviye kucaklıyor gökyüzünü.
Sanki beni
çağırıyor!
Nasıl durabilirim ki, bir an önce gitmeliyim yanına.
Yaklaşıyorum,
önünde bir kulübe, geçit yok!
Dolanıyorum bir
yanından, toprakta karınca yuvaları, ilişmeden geçiyorum yanlarından.
Önümde bir su
kuyusu, yanında asma, ucu bucağı gözükmüyor.
İleride, yaşlı
bir dut ağacı, gövdesi dal budak, yaprakları sarmaş dolaş. Nasıl öyle cevval,
nasıl öyle alımlı.
Geçemiyorum!
Orada,
karşılıklı bakışıyoruz öyle. Gözleri bir yerden ısırıyor sanki beni. Fehmi
Paşa'dan mı desem, Emirgan’dan mı, Boğaziçi’nden mi, yoksa başka bir mevsimden
mi?
Yaklaşıyorum, önünde bir kulübe |
İçimde tutkuyla
yalımlanan bir arzu, tıpkı bir sevgiliye kavuşabilmek arzusu.
Bu sefer diğer
tarafından dolaşıyorum kulübenin, biraz yaklaşıp uzaklaşıyorum.
Önümde bir
yükseklik, arkada su kanalı; şu tümseğe de çıksam, dar patikadan geçsem, biraz
daha gayret etsem...
Biliyorum,
varacağım yanına!
Derken,
dediğimi yapıyorum; biraz daha yaklaşıyor, eğreti bir yamaçtan geçip, birkaç
hamle daha yapıyorum.
İşte vardım! En
sonunda kavuştum erguvanıma!
Sinemde taze
bir baharın sarhoşluğu, içimde vazgeçilmez bir tutku.
Bir türlü
alamıyorum gözlerimi ondan, nasıl da özlemle süzüyor beni.
Bakışları mor
kırmızı, eflatun, kirpikleri nisanvari.
Yüreğimde, gizli bir aşkın çırpınışları.
Ruhumsa asi, erguvani…
Belki de bir İstanbul kaçkınıdır |
Af dilemiyor mahkemede Füsun
Gitmek…
Gitmek, demiştim ya bir zamanlar…
Henüz
çıkılmamış yolculuklarımın vazgeçilmez ilacı.
Kalbimse, terk
edilmiş bir kentin ıssızlığında.
Vakit geç, gün
ağır ağır solmada, ayrılıyorum yanından erguvanın.
İçimde, beni
benden çalan bir duygu, dönüp el sallıyorum ona.
Bakışları nasıl
öyle vakur, gitme diyor sanki bana, ne olur gitme!
Arkadaşım erguvan ağacı |
Ama gitmeliyim,
gitmeliyim diyorum ona.
Dedim ya hiçbir
şey, ama hiçbir şey ilgilendirmiyor bugün beni.
Üniversitede,
suça ortak olmamış gençlerin hocaları diz çökmüyor; af dilemiyor mahkemede
Füsun; ne açlıktan kendini yakan Urfalı Osman, ne Afrin’den gelen küsuratlı
ölümler, ne de akademisyenlerin mütemadiyen ihracı...
Duyun beni!
Dostlarım var artık benim buralarda, dostlarım!
Dalları boydan
boya, çağla yeşili bir asma, bin yıllık haşmetiyle bir zeytin ağacı, gövdesi
nazlı pınar, ince, uzun bir servi; bir de benim gibi bahar hırsızı, üstelik
çiçekleri mor kırmızı, bir de saçları pembe bahar, bir de arkadaşım erguvan
ağacı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
yusuf.nazim1@gmail.com