7 Nisan 2018 Cumartesi

Arkadaşım erguvan ağacı


Yusuf Nazım
T24 | 7 Nisan 2017

Yalnızdım.

Doğaya saldım ruhumu bugün.

Ne şehir şehir yükselen intihar çığlıkları, ne taciz ve istismar haberleri, ne de demokrasi mi, yoksa diktatörlük mü tartışmaları…

Hiçbiri, ama hiçbiri ilgilendirmiyor bugün beni.

Kendi vatanından sürgün, Afrin’deki yüzbinleri bile unuttum.

Kendimi, kendime ayırdım bugün. 


Gövdesi nazlı pınar, ince, uzun bir servi

Nisan, erguvan mevsimidir şimdi İstanbul’da.

Kim bilir nasıl da mor kırmızı, eflatuna giyinmiştir elbiselerini.

Lakin, uzun sivri kargılarını acıması, gökyüzüne saplamış gökdelenler. Akşamları ucubelik sığmıyor kentin semalarına. Eski ihtişamından bir eser kalmış mıdır şimdi o şehirde?

Kalbim, terk edilmiş bir kentin mevsiminde.


Gitmek, demiştim bir zamanlar; gitmek!
Dilime dolanan bir fiilin adıydı, "gitmek" o şehirde.

En sonunda gittim!

Olur olmaz zamanlarda, olur olmaz mekanlarda dilime dolanan o destursuz fiilin ardına takılarak gittim.

O şehri terk ettim ben!

Mandalina ağaçları, üzerinde pıtrak pıtrak çiçekler

O şehrin büyüsünü; Kız Kulesi’ni, Galata’nın esrarını, Yenikapı’nın ekmek arası balıklarını; silueti çoktan çizilmiş Süleymaniye Camii’ni... 
Ve tabii erguvanlarını…

Cümle aşklarını terk ettim o şehrin ben…


Kırılmış o şehrin kalemi

Bir süredir yavaş bir kentin ıssızlığındayım.

Peşim sıra gelen acıları unuttum. Unuttum, ruhumda hırçın esen rüzgarları, yüreğime zerk olmuş bütün acıları, nicedir üzerime kabus gibi çökmüş o zifiri karanlığı...

Karar verdim, bugünü kendime ayırdım ben, yalnızlığımı doğaya saldım.

Şimdi yürüyorum.

Yaklaşıyorum yanına, karşımda bir zeytin ağacı

Ağaçların arasında yalnızım.

Her yan mandalina bahçeleri. Ağaçlar, sanki baharın coşkusunda değil, çiçek açma telaşındalar, sanırsın birbiriyle yarışıyorlar.

Aralarında kahverengi, ince, uzun yollar. Sanırsın başka bir mevsime uzanıyorlar. Arada nar ağaçları, incir ağaçları...

Uzaklardan bir serviyi görüyorum; nasıl da boylu poslu, nasıl öyle başı yükseklerde; ince, uzun boylu, alımlı…
Varıyorum yanına, bir rüzgâr çıkıyor aniden, incecikten beline dolanıyor, sarıyor. Görünüşü asil, toprağın bağrından gökyüzüne püskürüyor gibi.

Terk ettiğim şehri düşünüyorum o an. İstanbul beton büyütüyor gökyüzüne, buralar servi.

Saksıda yetişir olmuş orada kiraz ağacı, nar ağacı. Ferman buyrulmuş bir kez, kırılmış o şehrin kalemi, bir kez kurulmuş darağacı.

Güneş ağrı ağır alçalmada, yavaş bir kentin semalarında. Elimi çabuk tutmalıyım, zaman giderek daha çok daralmada.


Sanırsın ağaç değil, bin yıllık gövdesiyle bir tarih
Yüreğim aşklar mevsimi

Bugünü kendime ayırdım ben.

Yüreğim aşklar mevsimi.

Akkuyu’da nükleer santral kurulacak, diyorlar.

Eğer ki, yıldızlara götüremezsek hayatı, biliyorum, analar zehir emzirecek çocuklarına süt yerine.

Kim bilir, belki de asit yüklü olacaklar bulutlar, aldırmayacağım başıboş geçecek olanlara.

Önümde hepsi aynı boyda, hepsi aynı hizada, saçları tıraşlanmış gibi bahçeler. İçinde mandalina ağaçları, üzerinde pıtrak pıtrak çiçekler. Aralarında ısrarla dallarını uzatmış bir ağaç; yüksekçe ve aykırı.

Yaklaşıyorum yanına, karşımda bir zeytin ağacı; gövdesi kocaman, saçları diri; kim bilir kaç asırlık…

Geçiyorum yanından, ileride işte biri, işte başka bir daha!

Tanrım, bu da nesi böyle!?

Dal desem, dalı dal değil; gövdesi gövde değil! Nasıl böyle ulu, nasıl böyle engin, nasıl böyle heybetli!

Toprakta karınca yuvaları

Sanırsın ağaç değil, bin yıllık gövdesiyle bir tarih, sanırsın ovanın ortasında kök salmış bir dağ parçası.

Toprak onu öylesine sevmiş, öylesine sarmış ki köklerinden, belli ki asırlardır hiçbir kötülük söküp atamamış onu yerinden.

Göğsümde bir serinlik, kulaklarımda antik zamanlardan bir rüzgârın fısıltısı.

Kim bilir kaç fetih görmüş, ne ordular konaklamış gölgesinde, kaç kavim eskitmiştir kim bilir.

Asırlardır nasıl da yar eylemiştir gövdesini bu topraklara.

Nice yangınlar atlatmış, nice savaşlar geçirmiştir; yağından vermiştir Ege’nin iki yakasına; dalından, zeytininden; Teos’a, Lebedos’a, Samos’a…

Yılmamış, usanmamış gelene geçene bir güzel diyar eylemiştir gölgesini.

Önümde bir su kuyusu, yanında asma

Aklım eski zamanların anılar burgacında. Susuyorum. Şimdilik hoşça kal diyorum ona.

Sinemde taze bir baharın sarhoşluğu

Ağaçların arasında yürüyorum.

Beni çağıran o büyülü sesin peşi sıra gidiyorum.

Önümde nefti mi nefti, yeşil bir ova.

Uzakta, mandalina bahçesinin ortasında, ansızın gözlerime kaçıyor; dalları mor kırmızı, çiçekleri eflatun…

Yaklaşıyorum. O da nesi? Bir erguvan ağacı!

Orada, ağaçların arasında saklanmış, tek başına!
Tıpkı benim gibi!

Acaba nedir hikâyesi, nasıl gelmiş buraya, neden böyle yalnız?

Yoksa bir İstanbul kaçkını mı o da?

Tıpkı benim gibi!

Orada, tek başına

Dalları pembeden maviye kucaklıyor gökyüzünü.

Sanki beni çağırıyor!
Nasıl durabilirim ki, bir an önce gitmeliyim yanına.

Yaklaşıyorum, önünde bir kulübe, geçit yok!

Dolanıyorum bir yanından, toprakta karınca yuvaları, ilişmeden geçiyorum yanlarından.

Önümde bir su kuyusu, yanında asma, ucu bucağı gözükmüyor.

İleride, yaşlı bir dut ağacı, gövdesi dal budak, yaprakları sarmaş dolaş. Nasıl öyle cevval, nasıl öyle alımlı.

Geçemiyorum!

Orada, karşılıklı bakışıyoruz öyle. Gözleri bir yerden ısırıyor sanki beni. Fehmi Paşa'dan mı desem, Emirgan’dan mı, Boğaziçi’nden mi, yoksa başka bir mevsimden mi?

Yaklaşıyorum, önünde bir kulübe

İçimde tutkuyla yalımlanan bir arzu, tıpkı bir sevgiliye kavuşabilmek arzusu.

Bu sefer diğer tarafından dolaşıyorum kulübenin, biraz yaklaşıp uzaklaşıyorum.

Önümde bir yükseklik, arkada su kanalı; şu tümseğe de çıksam, dar patikadan geçsem, biraz daha gayret etsem...

Biliyorum, varacağım yanına!

Derken, dediğimi yapıyorum; biraz daha yaklaşıyor, eğreti bir yamaçtan geçip, birkaç hamle daha yapıyorum.

İşte vardım! En sonunda kavuştum erguvanıma!

Sinemde taze bir baharın sarhoşluğu, içimde vazgeçilmez bir tutku.

Bir türlü alamıyorum gözlerimi ondan, nasıl da özlemle süzüyor beni.

Bakışları mor kırmızı, eflatun, kirpikleri nisanvari.
Yüreğimde, gizli bir aşkın çırpınışları.
Ruhumsa asi, erguvani…

Belki de bir İstanbul kaçkınıdır

Af dilemiyor mahkemede Füsun

Gitmek…
Gitmek, demiştim ya bir zamanlar…

Henüz çıkılmamış yolculuklarımın vazgeçilmez ilacı.

Kalbimse, terk edilmiş bir kentin ıssızlığında.

Vakit geç, gün ağır ağır solmada, ayrılıyorum yanından erguvanın.

İçimde, beni benden çalan bir duygu, dönüp el sallıyorum ona.

Bakışları nasıl öyle vakur, gitme diyor sanki bana, ne olur gitme!


Arkadaşım erguvan ağacı

Ama gitmeliyim, gitmeliyim diyorum ona.

Dedim ya hiçbir şey, ama hiçbir şey ilgilendirmiyor bugün beni.

Üniversitede, suça ortak olmamış gençlerin hocaları diz çökmüyor; af dilemiyor mahkemede Füsun; ne açlıktan kendini yakan Urfalı Osman, ne Afrin’den gelen küsuratlı ölümler, ne de akademisyenlerin mütemadiyen ihracı...

Duyun beni! Dostlarım var artık benim buralarda, dostlarım!

Dalları boydan boya, çağla yeşili bir asma, bin yıllık haşmetiyle bir zeytin ağacı, gövdesi nazlı pınar, ince, uzun bir servi; bir de benim gibi bahar hırsızı, üstelik çiçekleri mor kırmızı, bir de saçları pembe bahar, bir de arkadaşım erguvan ağacı…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

yusuf.nazim1@gmail.com