Yusuf
Nazım
T24 | 24 Nisan 2018
Ege’de kitap mevsimi.
Geçen hafta İzmir Kitap Fuarı’ndaydım. Okurlarla
buluşmak için güzel bir fırsat. Keza, Türkiye’nin her tarafından yazar
dostlarla görüşmek, ayrı bir keyif. Kitap kokuları, dost sohbetlerine karışıyor.
Bugün, bir kez daha yollara
düştüm, fuara gidiyorum. Nisan’ın tazeliğini taşıyorum içimde.
Bu yazıyı ise otobüste,
gözlerimle yazıyorum.
Dağlarda
askerler var
Dağlarda askerler var.
Kimi bir kayanın ardında siper almış, kimi bir ağacın arkasında. Bazen bir
jandarmanın başı gözüküyor, bazen özel tim elemanının iri gövdesi; bazen de
arazi giysileri içerisinde bir askerin silueti…
Hepsi de tam donanımlı, silahlı.
Yol kenarındaki yüksek
yamaçlara uzun aralıklarla dizilmişler. Ellerinde silahları, kimi uzun namlulu,
tüfekli, dürbünlü; hepsi de özel kıyafetli, kasklı, robokoplu.
Orman denizinin
içerisinde, uzaklarda, kirli bir leke gibi bir taş ocağı.
Yamaçlarda, yanmış bir ormandan
geri kalan siyah ağaç gövdeleri, kararmış toprak ve kömür artıkları. Kilometrelerce
uzanıyor.
Fidan
dikmek için gelmiştik ama...
Aracımız Gümüldür-Menderes
arasındaki tepelerin arasından hızla ilerliyor.
Belediye otobüsü bir durakta
duruyor. Yolun hemen yamacında, yanmaktan kurtulmuş, nefti yeşil bir orman
parçası.
Hiç olmadık şekilde, kalabalık
bir kadın grubu doluşuyor otobüse. Beraberinde, ormanın tazeliğini, baharın
kokusunu taşıyorlar içeri… Hepsi de
genç, bakımlı, güzel giysileriyle şehirli kadınlar.
Tuhaf şey! Şaşırıyorum… Buraların
durakları sakindir, tek tük yolcuları olur. Oysaki şimdi, bir dağın başında,
bir ormanın ıssızlığında bunca kadın yolcu…
Otobüse binenlerden ikisi
ayakta, hemen önümdeler. Üzerlerindeki yükü atmış, hafiflemişler gibi. Derin
bir iç çekiyorlar.
Birden iri bir yaban arısı
peydahlanıyor, kadınlar ürküyorlar.
Baharın tazeliğiyle
birlikte, bir de arı getirdiniz, diyorum onlara.
Gülüyorlar…
Arı, yolcularla
ilgilenmekten vazgeçiyor, otobüs camının üst köşesinde kendine sakin bir yer
buluyor, pinekliyor.
Otobüs yoluna devam ediyor.
Dışarıya bakıyorum, çevrede
öbek öbek insanlar, sivil ve resmi araçlar, otobüsler, şaşkın, gri bir
kalabalık.
Hayrola, diye soruyorum
önümdeki iki kadına.
Fidan dikiyorduk, diyor.
“Güya” diye ekliyor öbürü.
“Güya?” diye soruyorum ben de...
Biraz buruk, gülümsüyorlar...
“Fidan dikmek için gelmiştik ama...”
Gerisi gelmiyor...
Otobüs hızla ilerliyor.
Yanmış ormandan yolu
ayıran tepelerin, dağların yamaçlarına kayıyor yeniden gözlerim.
Hala oradalar!
Dağların kuytu köşelerinde,
tepelerin yamaçlarında…
Otobüs kıvrıla kıvrıla
alıyor dönemeçleri. Başımı mütemadiyen yukarıya kaldırıyorum. Her dönemecin
arkasından çıkıyorlar; her tepenin ardındalar, hep yüksekteler; kayaların duldasında,
ağaçların arasında; kasklı, özel donanımlı, uzun namlulu, silahlı…
Dayanamıyor, kendi kendimle konuşur gibi soruyorum.
“Bu nedir?” diyorum, “bunca
asker, tepelerde ne işi var?”
Önümdeki kadınlardan biri sabırsız,
yanıtlıyor:
“Başbakan gelecekmiş” diyor, ekliyor; “fidan dikmeye…”
Bir
dağın ıssızlığında
“Fidan dikmeye…”
“Siz de fidan dikmeye gelmiştiniz ama,” diyorum…
Gerisini çekincesiz
anlatıyor kadınlardan biri.
Menderes ilçesinde, bir lisedeler;
biri edebiyat öğretmeni, diğeri matematik. Okul yönetimi ve ilçe milli eğitim
müdürlüğü tarafından emir komuta zinciri içerisinde, öğrencileriyle birlikte yönlendirilmişler.
Yalnızca onlar mı?
Değil tabii. İlçedeki
birçok kamu kurumu, okul, sivil toplum örgütü; öğrenciler, memurlar,
hizmetliler, taşeron işçiler; asgari ücretliler, işsizler, temizlik emekçileri…
Geçen sene, Deliömerli mevkiinde başlayan yangında
bir bölümü yanan Menderes Ormanları için fidan dikilecek!
Kamu araçları seferber
edilmiş, erkenden düşülmüş yollara; kalabalık, sıcak, kapatılan yollar, trafik,
saatler süren bekleyiş…
Sonra, ansızın yayılmış
haber; fidan dikme törenine başbakan da gelecekmiş meğer!
Fidan dikim alanına
geldiklerinde öğreniyorlar bunu.
Onca kalabalık, önceden haber
verilmeyen, başkaları tarafından planlanmış, bilmedikleri bir gösterinin
malzemesi olmak üzereler. Durumu öğrenenlerin bir kısmı, ilk buldukları araçlarla
geri dönme telaşındalar.
Bir dağın ıssızlığında, ücra
bir durakta otobüse doluşan kadın kalabalığını şimdi daha iyi anlıyorum. Bu iki
genç öğretmen de onlardan.
Yeni
doğmuş bebesiyle hapse girdi Ayşe öğretmen
Sabah evimize gelen
konuğumun söyledikleri geliyor aklıma.
“Gaziemir
yolunu tümden kapatmışlar, İzmir’in çoğu yerinde bir trafik karmaşası var,
Ahmetbeyli’den gelmek zorunda kaldım, başbakan gelecekmiş diyorlar”
Hızla ilerliyoruz. Her iki
yanda, göz alabildiğine uzanan yanmış bir orman.
Otobüsteyim.
Ege’de kitap kokuları
getiriyor rüzgâr.
Bir yazar dostumla
buluşmaya gidiyorum.
İşinden çıkarılmış Mahir Kılıç Konak’ta 162 gündür aç,
Düzce’de KHK mağduru mimar Alev Şahin
ise 277 gündür…
Bir TV programında, “Çocuklar ölmesin, analar ağlamasın,”
demişti; geçen gün yeni doğmuş bebesiyle hapse girdi Ayşe öğretmen.
Zaman hızla akıp geçiyor yanı
başımdan. Baktığım her şeyde tanıdık bir iz, her izde bir yaralı bir sözcük.
Aklım eski zaman hikâyelerine gidiyor durmadan. Tahtalı Barajı’nı da geçtik, Menderes düzlüğüne doğru iniyoruz.
Otobüsteyim, bu yazıyı
gözlerimle yazıyorum.
Başbakan
gelecekmiş diyorlar
Önümde iki öğretmen,
güneşi arıyor gözleri, arı ise yer değiştirmiş.
Sohbet devam ediyor
aramızda. Kitap kokuları üflüyorum biraz da üzerlerine, nasıl da hafifliyorlar.
Başımı camdan yukarı
kaldırıyorum.
Tepelerde hala silahlı
adamlar var; kimi kasklı, maskeli, uzun namlulu, dürbünlü.
Her tepenin yamacındalar;
kayaların arkasında, ağaçların arasında…
En az 17 şirket, 25 gemi,
2 süper yatın sahibiymiş…
Başbakan gelecekmiş
diyorlar.
Peki, ama niye
korkuyorlar?
Bunca kalabalık, asker, polis,
silah, sevkiyat; kesilen yollar, kilitlenen trafik, bunaltıcı sıcak; taşeron
işçi, öğretmen, işsiz…
Neden?
Sahi, niye korkuyorsunuz?
http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/sahi-niye-korkuyorsunuz,19554