26 Nisan 2018 Perşembe

Sahi, niye korkuyorsunuz?


Yusuf Nazım
T24 | 24 Nisan 2018

Ege’de kitap mevsimi.

Geçen hafta İzmir Kitap Fuarı’ndaydım. Okurlarla buluşmak için güzel bir fırsat. Keza, Türkiye’nin her tarafından yazar dostlarla görüşmek, ayrı bir keyif. Kitap kokuları, dost sohbetlerine karışıyor.

Bugün, bir kez daha yollara düştüm, fuara gidiyorum. Nisan’ın tazeliğini taşıyorum içimde.

Bu yazıyı ise otobüste, gözlerimle yazıyorum.

Dağlarda askerler var

Dağlarda askerler var.

Kimi bir kayanın ardında siper almış, kimi bir ağacın arkasında. Bazen bir jandarmanın başı gözüküyor, bazen özel tim elemanının iri gövdesi; bazen de arazi giysileri içerisinde bir askerin silueti…

Hepsi de tam donanımlı, silahlı.

Yol kenarındaki yüksek yamaçlara uzun aralıklarla dizilmişler. Ellerinde silahları, kimi uzun namlulu, tüfekli, dürbünlü; hepsi de özel kıyafetli, kasklı, robokoplu.

Orman denizinin içerisinde, uzaklarda, kirli bir leke gibi bir taş ocağı.

Yamaçlarda, yanmış bir ormandan geri kalan siyah ağaç gövdeleri, kararmış toprak ve kömür artıkları. Kilometrelerce uzanıyor.

Fidan dikmek için gelmiştik ama...

Aracımız Gümüldür-Menderes arasındaki tepelerin arasından hızla ilerliyor.

Belediye otobüsü bir durakta duruyor. Yolun hemen yamacında, yanmaktan kurtulmuş, nefti yeşil bir orman parçası.

Hiç olmadık şekilde, kalabalık bir kadın grubu doluşuyor otobüse. Beraberinde, ormanın tazeliğini, baharın kokusunu taşıyorlar içeri…  Hepsi de genç, bakımlı, güzel giysileriyle şehirli kadınlar.

Tuhaf şey! Şaşırıyorum… Buraların durakları sakindir, tek tük yolcuları olur. Oysaki şimdi, bir dağın başında, bir ormanın ıssızlığında bunca kadın yolcu…

Otobüse binenlerden ikisi ayakta, hemen önümdeler. Üzerlerindeki yükü atmış, hafiflemişler gibi. Derin bir iç çekiyorlar.

Birden iri bir yaban arısı peydahlanıyor, kadınlar ürküyorlar.

Baharın tazeliğiyle birlikte, bir de arı getirdiniz, diyorum onlara.

Gülüyorlar…

Arı, yolcularla ilgilenmekten vazgeçiyor, otobüs camının üst köşesinde kendine sakin bir yer buluyor, pinekliyor.

Otobüs yoluna devam ediyor.

Dışarıya bakıyorum, çevrede öbek öbek insanlar, sivil ve resmi araçlar, otobüsler, şaşkın, gri bir kalabalık.

Hayrola, diye soruyorum önümdeki iki kadına.

Fidan dikiyorduk, diyor.

Güya” diye ekliyor öbürü.

Güya?” diye soruyorum ben de...

Biraz buruk, gülümsüyorlar...

Fidan dikmek için gelmiştik ama...

Gerisi gelmiyor...

Otobüs hızla ilerliyor.

Yanmış ormandan yolu ayıran tepelerin, dağların yamaçlarına kayıyor yeniden gözlerim.

Hala oradalar!

Dağların kuytu köşelerinde, tepelerin yamaçlarında…

Otobüs kıvrıla kıvrıla alıyor dönemeçleri. Başımı mütemadiyen yukarıya kaldırıyorum. Her dönemecin arkasından çıkıyorlar; her tepenin ardındalar, hep yüksekteler; kayaların duldasında, ağaçların arasında; kasklı, özel donanımlı, uzun namlulu, silahlı…

Dayanamıyor, kendi kendimle konuşur gibi soruyorum.

Bu nedir?” diyorum, “bunca asker, tepelerde ne işi var?

Önümdeki kadınlardan biri sabırsız, yanıtlıyor:

Başbakan gelecekmiş” diyor, ekliyor; “fidan dikmeye…”

Bir dağın ıssızlığında

Fidan dikmeye…”

Siz de fidan dikmeye gelmiştiniz ama,” diyorum…

Gerisini çekincesiz anlatıyor kadınlardan biri.

Menderes ilçesinde, bir lisedeler; biri edebiyat öğretmeni, diğeri matematik. Okul yönetimi ve ilçe milli eğitim müdürlüğü tarafından emir komuta zinciri içerisinde, öğrencileriyle birlikte yönlendirilmişler.

Yalnızca onlar mı?

Değil tabii. İlçedeki birçok kamu kurumu, okul, sivil toplum örgütü; öğrenciler, memurlar, hizmetliler, taşeron işçiler; asgari ücretliler, işsizler, temizlik emekçileri…

Geçen sene, Deliömerli mevkiinde başlayan yangında bir bölümü yanan Menderes Ormanları için fidan dikilecek!

Kamu araçları seferber edilmiş, erkenden düşülmüş yollara; kalabalık, sıcak, kapatılan yollar, trafik, saatler süren bekleyiş…

Sonra, ansızın yayılmış haber; fidan dikme törenine başbakan da gelecekmiş meğer!

Fidan dikim alanına geldiklerinde öğreniyorlar bunu.

Onca kalabalık, önceden haber verilmeyen, başkaları tarafından planlanmış, bilmedikleri bir gösterinin malzemesi olmak üzereler. Durumu öğrenenlerin bir kısmı, ilk buldukları araçlarla geri dönme telaşındalar.

Bir dağın ıssızlığında, ücra bir durakta otobüse doluşan kadın kalabalığını şimdi daha iyi anlıyorum. Bu iki genç öğretmen de onlardan.

Yeni doğmuş bebesiyle hapse girdi Ayşe öğretmen

Sabah evimize gelen konuğumun söyledikleri geliyor aklıma.

“Gaziemir yolunu tümden kapatmışlar, İzmir’in çoğu yerinde bir trafik karmaşası var, Ahmetbeyli’den gelmek zorunda kaldım, başbakan gelecekmiş diyorlar”

Hızla ilerliyoruz. Her iki yanda, göz alabildiğine uzanan yanmış bir orman.

Otobüsteyim.

Ege’de kitap kokuları getiriyor rüzgâr.

Bir yazar dostumla buluşmaya gidiyorum.

İşinden çıkarılmış Mahir Kılıç Konak’ta 162 gündür aç, Düzce’de KHK mağduru mimar Alev Şahin ise 277 gündür…

Bir TV programında, “Çocuklar ölmesin, analar ağlamasın,” demişti; geçen gün yeni doğmuş bebesiyle hapse girdi Ayşe öğretmen.

Zaman hızla akıp geçiyor yanı başımdan. Baktığım her şeyde tanıdık bir iz, her izde bir yaralı bir sözcük. Aklım eski zaman hikâyelerine gidiyor durmadan. Tahtalı Barajı’nı da geçtik, Menderes düzlüğüne doğru iniyoruz.

Otobüsteyim, bu yazıyı gözlerimle yazıyorum.

Başbakan gelecekmiş diyorlar

Önümde iki öğretmen, güneşi arıyor gözleri, arı ise yer değiştirmiş.

Sohbet devam ediyor aramızda. Kitap kokuları üflüyorum biraz da üzerlerine, nasıl da hafifliyorlar.

Başımı camdan yukarı kaldırıyorum.

Tepelerde hala silahlı adamlar var; kimi kasklı, maskeli, uzun namlulu, dürbünlü.
Her tepenin yamacındalar; kayaların arkasında, ağaçların arasında…

En az 17 şirket, 25 gemi, 2 süper yatın sahibiymiş…

Başbakan gelecekmiş diyorlar.

Peki, ama niye korkuyorlar?

Bunca kalabalık, asker, polis, silah, sevkiyat; kesilen yollar, kilitlenen trafik, bunaltıcı sıcak; taşeron işçi, öğretmen, işsiz…

Neden?

Sahi, niye korkuyorsunuz?

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/sahi-niye-korkuyorsunuz,19554

18 Nisan 2018 Çarşamba

Modern çağın haydutları

Yusuf Nazım
T24 | 17 Nisan 2018


Güm, diye bir ses duyuldu. Parçalanan kapının ardından tam donanımlı polisler paldır küldür yatak odasına daldılar. Yataktaki genç çift neye uğradığını şaşırmıştı. Alelacele üzerlerine aldıkları çarşafla korunmaya çalıştılar. Polisler göz açıp kapayıncaya kadar zenci delikanlının üzerine çullanmış, cop ve dipçik darbeleriyle perişan etmişlerdi bile. Tamamı beyaz tenlilerden oluşan kolluk gücü, yine beyaz tenli olan kadını ayırdılar, üstünü giyinmesine izin verdiler.

Olay Güney Afrika’nın Cape Town şehrinin kenar bir semtinde meydana geliyordu. İngiltere ve Hollanda’dan gelen beyaz adamın, kendilerine uzak topraklardaki elmas ve altına hâkim olma hırsının başka bir ırk üzerindeki tezahürüydü bu.

On yıllardır Güney Afrika’yı sömürgesi haline getirmiş olan İngilizler, 21.yüzyıla ramak kala dünyada eşi görülmeyen, adına Apertheid denilen ırkçılık rejimini uyguluyordu. 

Cinsel ilişkiye girmek bile yasaktı

Beyazlarla siyahların evlenmesini yasal olarak engellemişti. Ötesi, cinsel ilişkiye girmeleri bile yasaktı. Beyaz adamın kolluk güçleri acımasızca davranıyordu; gençler takip ediliyor, evlere, yatak odalarına baskınlar yapılıyor, yakalanan siyahlar medyada teşhir ediliyordu…

Siyah ve beyazların bölgelerini gösterir levha
Beyaz adamın, teni beyaz olmayanlar üzerinde kurduğu tahakküm bununla sınırlı değildi elbette. İngiliz ve Fransızların on yedinci yüzyılın ortalarında başlayan ticari hevesleri, onların bu toprakları sömürge ilan etmeleriyle başka bir safhaya taşınmıştı. Johannesburg yakınlarında bulunan elmas ve altın yatakları Afrikalı siyahların vatanını işgal etmek için yeteri kadar iştah kabartıcıydı. Kendilerini Afrikanerler olarak adlandıran beyazlar, kısa sürede bu toprakların sahiplerine, kendi ülkelerini cehenneme çevirecek yasal düzeni kabul ettirdiler. Böylece 1913’ten itibaren ırkçılık anayasal zeminde yer buldu.

Siyahların toprak sahibi olmaları ya da arazi kiralayarak tarım yapmaları yasaklandı.  Onlara, sadece beyazların çiftliklerinde, madenleri ve fabrikalarında, en sefil ücretler karşılığında çalışmak düşüyordu.

Kuzey Karolina'da lavabolar, foto Elliott Erwitt
Siyahlar için çıkartılmış özel yasalar vardı. Örneğin oy kullanma hakları yoktu. Seyahat etmeleri, yer değiştirmeleri, “geçiş yasaları” gereği beyazların iznine bağlıydı. Afrikalılar kimi zaman beyazların onda biri kadar bir ücretle çalışabiliyordu. Beyazların mahalleleri, okulları, işyerleri de ayrıydı. Siyahlar beyazlarla aynı trende, otobüste seyahat edemez, aynı sinema salonunda film izleyemez, aynı plajda yüzemezdi. Tuvaletleri, su içme yerleri bile ayrı olmak zorundaydı. Siyahların çocuklarına matematik öğrenmeyi bile gereksiz gören bir sistemin adıydı Apertheid.

İşte bu kadar vahşi, bu kadar insanlık dışı, bu kadar utanç verici ırkçılık rejiminin yıllar yılı ayakta kalmasını sağlayan ülkenin adı, üzerinde güneşin batmadığı imparatorluk, Birleşik Krallık, İngiltere’den başkası değildi.

On beş yaşın üstünde bütün erkekleri öldürüyor


"Yakaladığımız Cezayirli kadınlara ne yaptığımızı soruyorsun: Bir kısmını rehine olarak elimizde tutuyor, geri kalanını arttırma usulüyle hayvanlar misali erkeklerimize veriyoruz. (...) On beş yaşın üstünde bütün erkekleri öldürüyor, kadın ve çocukları alıp Marquesas Adaları ya da başka bir yöne giden gemilere bindiriyoruz. Bir kelimeyle; ayaklarımızın dibine köpekler gibi kapanmayanlara ölüm...”

Cezayirli askererin çektirdiği hatıra fotoğrafı
Bu sözler, Fransa’nın Cezayir’deki sömürge subayı olan Montagnac’ın mektubunda geçiyordu. Ve Hitler’den yüz yıl kadar önce, Cezayirlilerin kollarına “itaat et” mührünü bastıran Fransız komutan General Bugeaud’ın ardılıydı o.

Beyaz adamın 1830 yılında kolonisi haline getirdiği Cezayir, bir buçuk asır boyunca batının uygar insanının zulmü altında yaşadı. Bu süre içinde 500 bin kişilik Fransız sömürge ordusuna karşılık, çeşitli gerilla grupları, kurtuluş örgütleri ve kurdukları cepheler aracılığıyla beyaz adamın zalimliğine başkaldırdı. Cezayirli sivil başkaldırıcılar ve gerillalara karşı Fransa’nın büyük kozu “Fransız Paraşütçüleri” idi. Bunlar bir kısmı eski Fransız sömürgesi Vietnam’dan gelen tecrübeli savaş timleriydi. Saldırı, acımasızlık, vahşet, işkence konusunda ayrı bir ünleri vardı. Yakaladıkları direnişçileri uçaklardan atıyor, ırzlarına geçtikleri kadınları çırılçıplak soyarak hatıra fotoğrafı çektiriyorlardı. Fransızlar, halkın başkaldırı ve direnişini önlemek için sık sık olağanüstü hal ilan ediyor, ülkeyi sürekli olarak OHAL rejimi altında yönetmeye çalışıyorlardı.


“vatan hainliği”


Fransız askeri Cezayirli direnişçileri götürürken
Cezayirlilerin haklarından bahsetmek; adalet, özgürlük, barış istemek  “bölücülük” anlamına geliyor, 'Fransız topraklarının bütünlüğünü bozmak' ve “vatan hainliği” yapmaktan suçlanmak için yeterli oluyordu. Bu şekilde 30 bin kişi hapse atılmış, sendikalara, siyasi partilere hareket alanı bırakılmamıştı.

Kurulan kontr-gerilla örgütü OAS eliyle işlenen cinayetlerin haddi hesabı yoktu.

Cezayir savaşındaki başarılarıyla Fransa devletinin en büyük onur nişanı Legion D'honour ile onurlandırılan General Paul Aussaresses yıllar sonra, Cezayirliler üzerinde uyguladıkları adam kaçırma, uçaktan atma, elektrikli işkence ve tecavüz olaylarını itiraf edecekti…

Çağdaş Fransa’nın, komşu bir kıtada işlediği soykırım ve insanlık dışı suçlara rağmen 1 Temmuz 1962’de yapılan referandumda 6 milyon kişi bağımsızlık yönünde oy kullanırken, 16 bin kişi lehte oy kullanmış ve Cezayir bağımsızlığına kavuşmuştu.

Büyük cehennem

Cehennemi bir ateş topu gibi esen kasırga; bağırsakları karınlarından boşalan, kafatasları parçalanan, gözleri yuvalarından fırlayan çocuklar, eriyip buhar olan insanlar… Gözleri kör, kulakları sağır, teni hissiz bırakan sınır tanımaz bir ölüm ve vahşet tufanı…

ABD’nin iki dokunuşla kadın, çocuk, yaşlı, genç, sağlıklı en az 283 bin Japon’u yok ettiği iki atom bombasının Hiroşima ve Nagazaki kentlerinde yol açtığı felaketin sonuçlarıydı bu. Modern çağın gördüğü, en kısa sürede gerçekleşmiş olan mükemmel bir toplu cinayet.

Hedefine giderken savrulmaması için özellikle tasarlanan, bir buçuk metre yüksekliğinde ve 3 metre uzunluğundaki bombanın üzerinde şöyle yazıyordu: “Size bir hediye daha" ve "Hirohito'ya ikinci öpücük.” Bockscar uçağının taşıdığı bombanın adı “Şişman Adam” dır.

Hiroshima, atom bombası atıldıktan sonra
Bockscar, 6 saatlik uçuştan sonra havada, iki B-29 uçağından 'Mükemmel Artist' adlı uçakla buluşur. B-29’un görevi atom bombasının gücünü ölçmektir. Hava koşullarının yeterli olmaması nedeniyle Kokura kentini geçerek komşu şehrin üzerine yönelirler. Şehrin üzerine geldiğinde pilot hedefi gördükten 45 saniye sonra 'Şişman Adam" ı serbest bırakacak düğmeye basar ve hızla irtifa kazanarak birazdan yaşanacak o büyük cehennemden uzaklaşmaya başlar…

1945 yılında, ABD’nin Hiroşima’dan sonra kullandığı atom bombasının Nagazaki’ye atılış anıdır bu. 

Aynı Amerika, kıta ötesinden gelerek giriştiği ve 56 bin ABD askerine karşı, 1,5 milyon Vietnamlının ölümüne yol açan savaşta, Vietnam’ın üzerine, ikinci dünya savaşında kullanılan toplam bombaların 6 katı kadar bomba bırakmaktan geri kalmayacaktır…

ABD, bırakalım konvansiyonel ölüm silahlarını, kimyasal ve biyolojik gazları, bir anda yüzbinlerce sivili öldürecek ve etkileri kuşaklar boyu sürecek olan nükleer silahları tereddüt etmeden kullanan ilk devlet olmuştur. O, bir ölüm makinesini, şehirleri toptan yok etmeye programlayarak gerçekleştirdiği soykırımla, insanlık tarihinin utanç sayfalarına adını yazdıran ender ülkelerden biri olma unvanını kazanmıştır.  

Getirdiğiniz medeniyet, ölüm ihraç etme yarışında hala

Geçenlerde “füzeler geliyor” demişti Trump.

Tıpkı Hiroşima ve Nagazaki’de; Vietnam’da, Afganistan’da, Irak’ta ve Libya’daki gibi…

Kibirle yüklü öfkesini, yedi kıtaya birden şarlayarak konuşmuş; “bekleyin, füzeler geliyor” demişti.

Ardından, Suriye’ye özgürlük getirmek heveslisi İngiltere ve Fransa hemen hizaya girmişti.

Şimdi bu üç medeni(!) ülkenin liderlerine seslenmek istiyorum.

Bilmem ki hangi birini anlatayım size?

Biraz evvel, kara bir leke gibi tarihe düşmüş, yüz karası suçlarınızı özet olarak sıraladım, vicdanınız varsa eğer belki de utanırsınız.

Varsayalım, basit bir kimyasal silah yalanıyla Irak’ta 1 Milyon insanın canına kıydığınızı çabuk unuttunuz.

Hadi diyelim insan olmaktan çıktınız, yaşadığınız bu süratli evrimle Darwin’i bile şaşırttınız; omurgalı memeliler sınıfından uzaklaşıp son sürat yeni bir türe doğru değiştiniz; söyleyin, nasıl bir mahlûkatsınız siz?

Dolar dolar, varil varil beslediğiniz cihatçılar eliyle Ortadoğu’yu cehenneme çevirdiniz. Yüz binlercesi kırıldı, milyonlarcası yurdundan oldu, ozon tabakasını bile yırttınız; uzak kıtalarda, şatafatlı kulelerinizdeki hayatlarınızda mutlu musunuz?

Görüyoruz, ajanslarınızda her gün Akdeniz’in, Ege’nin sahillerine vuruyor bebek ölüleri. Timsah gözyaşlarınızla suluyorsunuz yeryüzünü. Bu doymak bilmez iştahınızla dünyanın köküne kibrit çakılmayacağından umutlu musun?

Sahi, çocuklarınız var mı sizin? Hani, demokrasi götürmek için seferber olmuştunuz ya Suriyeli Aylan bebe için… Onun, sahile vurmuş körpecik bedenine rastlamıştınız ya haber bültenlerinde. Sakladınız mı, çocuk ölülerinin denizde şişmiş bedenlerinin suretlerini çocuklarınızdan?

Duydum ki, son beş yıl içinde %100 artmış Ortadoğu’da silah satışları. Kasalarınız senelerdir hiç bu kadar dolmamıştı değil mi; senetleriniz, böylesine pirim yapmamıştı…

Geçenlerde okumuştum, dünyadaki silahların üçte biri ABD tarafından üretiliyormuş. Desek ki, yeryüzündeki ölümlerin üçte biri Amerikan silahlarıyla gerçekleşiyor, yalan olur mu, ne dersiniz?

Görüyorum ki getirdiğiniz medeniyet, ölüm ihraç etme yarışında hala dünyanın dört bir yanına.

Boşuna dememiş Honore de Balzac, “her büyük servetin altında büyük bir suç yatar” diye. Sahi, Irak’ta 1 Milyon insan ölürken, ne kadar büyüdü silah şirketleriniz? Kaç puan daha yükseldi borsalarınızdaki endeksleriniz?

Tanrılar cehennemin kapısını Ortadoğu’da araladılar

Tanrılar, bir süredir cehennemin kapısını Ortadoğu’da araladılar. İştahları doymak bilmiyor tiranların. Silah tüccarları mütemadiyen birbirleriyle yarış halindeler. Şirketleri rekor üzerine rekor kırıyor borsalarında.

Irak’ı çoktan kana buladılar. Libya, bi süredir ortaçağ karanlığına yuvarlanıyor. Mısır, Yemen, Somali, Sudan, Nijerya, Mali, Kongo... Peki ya, Ruanda?  Fransız gözetiminde ölen 800 bin insan...

Birleşik Krallık; üzerinde güneşin batmadığı o büyük imparatorluk. Toprakları ateşle, kanla, barutla yoğrularak tarihten izi silinen kadim ırkların ülkesi; Amerika Birleşik Devletleri. Parisli komünarların kanı üzerinden ayağa kalkmış özgürlüklerin Fransa’sı; paranın, hisse senetlerinin, kirli pazarlıkların ittifakı…

Şimdilerde Suriye’de birlikte iş başındalar. Yalan içirmeye devam ediyor hala ajansları yeryüzüne. Hep beraber göklerden ölüm indirme yarışındalar.

Dünyanın en büyük şarlatanları, insanlığın yüz karası, modern çağın haydutları bunlar.

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/modern-cagin-haydutlari,19503

7 Nisan 2018 Cumartesi

Arkadaşım erguvan ağacı


Yusuf Nazım
T24 | 7 Nisan 2017

Yalnızdım.

Doğaya saldım ruhumu bugün.

Ne şehir şehir yükselen intihar çığlıkları, ne taciz ve istismar haberleri, ne de demokrasi mi, yoksa diktatörlük mü tartışmaları…

Hiçbiri, ama hiçbiri ilgilendirmiyor bugün beni.

Kendi vatanından sürgün, Afrin’deki yüzbinleri bile unuttum.

Kendimi, kendime ayırdım bugün. 


Gövdesi nazlı pınar, ince, uzun bir servi

Nisan, erguvan mevsimidir şimdi İstanbul’da.

Kim bilir nasıl da mor kırmızı, eflatuna giyinmiştir elbiselerini.

Lakin, uzun sivri kargılarını acıması, gökyüzüne saplamış gökdelenler. Akşamları ucubelik sığmıyor kentin semalarına. Eski ihtişamından bir eser kalmış mıdır şimdi o şehirde?

Kalbim, terk edilmiş bir kentin mevsiminde.


Gitmek, demiştim bir zamanlar; gitmek!
Dilime dolanan bir fiilin adıydı, "gitmek" o şehirde.

En sonunda gittim!

Olur olmaz zamanlarda, olur olmaz mekanlarda dilime dolanan o destursuz fiilin ardına takılarak gittim.

O şehri terk ettim ben!

Mandalina ağaçları, üzerinde pıtrak pıtrak çiçekler

O şehrin büyüsünü; Kız Kulesi’ni, Galata’nın esrarını, Yenikapı’nın ekmek arası balıklarını; silueti çoktan çizilmiş Süleymaniye Camii’ni... 
Ve tabii erguvanlarını…

Cümle aşklarını terk ettim o şehrin ben…


Kırılmış o şehrin kalemi

Bir süredir yavaş bir kentin ıssızlığındayım.

Peşim sıra gelen acıları unuttum. Unuttum, ruhumda hırçın esen rüzgarları, yüreğime zerk olmuş bütün acıları, nicedir üzerime kabus gibi çökmüş o zifiri karanlığı...

Karar verdim, bugünü kendime ayırdım ben, yalnızlığımı doğaya saldım.

Şimdi yürüyorum.

Yaklaşıyorum yanına, karşımda bir zeytin ağacı

Ağaçların arasında yalnızım.

Her yan mandalina bahçeleri. Ağaçlar, sanki baharın coşkusunda değil, çiçek açma telaşındalar, sanırsın birbiriyle yarışıyorlar.

Aralarında kahverengi, ince, uzun yollar. Sanırsın başka bir mevsime uzanıyorlar. Arada nar ağaçları, incir ağaçları...

Uzaklardan bir serviyi görüyorum; nasıl da boylu poslu, nasıl öyle başı yükseklerde; ince, uzun boylu, alımlı…
Varıyorum yanına, bir rüzgâr çıkıyor aniden, incecikten beline dolanıyor, sarıyor. Görünüşü asil, toprağın bağrından gökyüzüne püskürüyor gibi.

Terk ettiğim şehri düşünüyorum o an. İstanbul beton büyütüyor gökyüzüne, buralar servi.

Saksıda yetişir olmuş orada kiraz ağacı, nar ağacı. Ferman buyrulmuş bir kez, kırılmış o şehrin kalemi, bir kez kurulmuş darağacı.

Güneş ağrı ağır alçalmada, yavaş bir kentin semalarında. Elimi çabuk tutmalıyım, zaman giderek daha çok daralmada.


Sanırsın ağaç değil, bin yıllık gövdesiyle bir tarih
Yüreğim aşklar mevsimi

Bugünü kendime ayırdım ben.

Yüreğim aşklar mevsimi.

Akkuyu’da nükleer santral kurulacak, diyorlar.

Eğer ki, yıldızlara götüremezsek hayatı, biliyorum, analar zehir emzirecek çocuklarına süt yerine.

Kim bilir, belki de asit yüklü olacaklar bulutlar, aldırmayacağım başıboş geçecek olanlara.

Önümde hepsi aynı boyda, hepsi aynı hizada, saçları tıraşlanmış gibi bahçeler. İçinde mandalina ağaçları, üzerinde pıtrak pıtrak çiçekler. Aralarında ısrarla dallarını uzatmış bir ağaç; yüksekçe ve aykırı.

Yaklaşıyorum yanına, karşımda bir zeytin ağacı; gövdesi kocaman, saçları diri; kim bilir kaç asırlık…

Geçiyorum yanından, ileride işte biri, işte başka bir daha!

Tanrım, bu da nesi böyle!?

Dal desem, dalı dal değil; gövdesi gövde değil! Nasıl böyle ulu, nasıl böyle engin, nasıl böyle heybetli!

Toprakta karınca yuvaları

Sanırsın ağaç değil, bin yıllık gövdesiyle bir tarih, sanırsın ovanın ortasında kök salmış bir dağ parçası.

Toprak onu öylesine sevmiş, öylesine sarmış ki köklerinden, belli ki asırlardır hiçbir kötülük söküp atamamış onu yerinden.

Göğsümde bir serinlik, kulaklarımda antik zamanlardan bir rüzgârın fısıltısı.

Kim bilir kaç fetih görmüş, ne ordular konaklamış gölgesinde, kaç kavim eskitmiştir kim bilir.

Asırlardır nasıl da yar eylemiştir gövdesini bu topraklara.

Nice yangınlar atlatmış, nice savaşlar geçirmiştir; yağından vermiştir Ege’nin iki yakasına; dalından, zeytininden; Teos’a, Lebedos’a, Samos’a…

Yılmamış, usanmamış gelene geçene bir güzel diyar eylemiştir gölgesini.

Önümde bir su kuyusu, yanında asma

Aklım eski zamanların anılar burgacında. Susuyorum. Şimdilik hoşça kal diyorum ona.

Sinemde taze bir baharın sarhoşluğu

Ağaçların arasında yürüyorum.

Beni çağıran o büyülü sesin peşi sıra gidiyorum.

Önümde nefti mi nefti, yeşil bir ova.

Uzakta, mandalina bahçesinin ortasında, ansızın gözlerime kaçıyor; dalları mor kırmızı, çiçekleri eflatun…

Yaklaşıyorum. O da nesi? Bir erguvan ağacı!

Orada, ağaçların arasında saklanmış, tek başına!
Tıpkı benim gibi!

Acaba nedir hikâyesi, nasıl gelmiş buraya, neden böyle yalnız?

Yoksa bir İstanbul kaçkını mı o da?

Tıpkı benim gibi!

Orada, tek başına

Dalları pembeden maviye kucaklıyor gökyüzünü.

Sanki beni çağırıyor!
Nasıl durabilirim ki, bir an önce gitmeliyim yanına.

Yaklaşıyorum, önünde bir kulübe, geçit yok!

Dolanıyorum bir yanından, toprakta karınca yuvaları, ilişmeden geçiyorum yanlarından.

Önümde bir su kuyusu, yanında asma, ucu bucağı gözükmüyor.

İleride, yaşlı bir dut ağacı, gövdesi dal budak, yaprakları sarmaş dolaş. Nasıl öyle cevval, nasıl öyle alımlı.

Geçemiyorum!

Orada, karşılıklı bakışıyoruz öyle. Gözleri bir yerden ısırıyor sanki beni. Fehmi Paşa'dan mı desem, Emirgan’dan mı, Boğaziçi’nden mi, yoksa başka bir mevsimden mi?

Yaklaşıyorum, önünde bir kulübe

İçimde tutkuyla yalımlanan bir arzu, tıpkı bir sevgiliye kavuşabilmek arzusu.

Bu sefer diğer tarafından dolaşıyorum kulübenin, biraz yaklaşıp uzaklaşıyorum.

Önümde bir yükseklik, arkada su kanalı; şu tümseğe de çıksam, dar patikadan geçsem, biraz daha gayret etsem...

Biliyorum, varacağım yanına!

Derken, dediğimi yapıyorum; biraz daha yaklaşıyor, eğreti bir yamaçtan geçip, birkaç hamle daha yapıyorum.

İşte vardım! En sonunda kavuştum erguvanıma!

Sinemde taze bir baharın sarhoşluğu, içimde vazgeçilmez bir tutku.

Bir türlü alamıyorum gözlerimi ondan, nasıl da özlemle süzüyor beni.

Bakışları mor kırmızı, eflatun, kirpikleri nisanvari.
Yüreğimde, gizli bir aşkın çırpınışları.
Ruhumsa asi, erguvani…

Belki de bir İstanbul kaçkınıdır

Af dilemiyor mahkemede Füsun

Gitmek…
Gitmek, demiştim ya bir zamanlar…

Henüz çıkılmamış yolculuklarımın vazgeçilmez ilacı.

Kalbimse, terk edilmiş bir kentin ıssızlığında.

Vakit geç, gün ağır ağır solmada, ayrılıyorum yanından erguvanın.

İçimde, beni benden çalan bir duygu, dönüp el sallıyorum ona.

Bakışları nasıl öyle vakur, gitme diyor sanki bana, ne olur gitme!


Arkadaşım erguvan ağacı

Ama gitmeliyim, gitmeliyim diyorum ona.

Dedim ya hiçbir şey, ama hiçbir şey ilgilendirmiyor bugün beni.

Üniversitede, suça ortak olmamış gençlerin hocaları diz çökmüyor; af dilemiyor mahkemede Füsun; ne açlıktan kendini yakan Urfalı Osman, ne Afrin’den gelen küsuratlı ölümler, ne de akademisyenlerin mütemadiyen ihracı...

Duyun beni! Dostlarım var artık benim buralarda, dostlarım!

Dalları boydan boya, çağla yeşili bir asma, bin yıllık haşmetiyle bir zeytin ağacı, gövdesi nazlı pınar, ince, uzun bir servi; bir de benim gibi bahar hırsızı, üstelik çiçekleri mor kırmızı, bir de saçları pembe bahar, bir de arkadaşım erguvan ağacı…