T24 | 12.11.2017
Leyla’yı bekliyordum.
Bir ömrün şafağında, her an gelecek diye.
Zaman geçiyor, aylar, yıllar birbirini kovalıyor, umut
çiçekleri bir bir açılıp kapanıyor, bir türlü gelmiyordu Leyla.
Kim bilir, nasıl bir sonun başlangıcıydı, hangi onulmaz fırtınanın
eseri, ne tür bir düş gücünün birikmişiydi?
Bekliyordum…
Gecikmişti…
Gelmiyordu Leyla!
* * *
Oysaki anlıyordum, Leyla’yı
beklerken oluyordu her şey!
Leyla’yı beklerken
nasıl da değişiyordu dünya.
İçinde, bir zamanlar tutkuyla yaşamayı hayal ettiğim bu şehir,
nasıl da değişmişti böyle!
İstanbul’da, Galataport’a kurban edildi Karaköy. Nicedir yolcu taşımıyor Haydarpaşa’ya trenler. Galatasaray’da hüzün, Tünel’de betona gömülmüş Narmanlı Han, bir çırpıda silueti çizilen Süleymaniye Camii…
Biliyorum,Leyla’yı
beklerken değişti bu kentin yüzü.
Cumartesi Anneleri
Galatasaray’da hala beklemede. Kaldırımlarında, Gözleri Anadolu, gövdeleri
Mezopotamya gibi kadınlar… Aramızdan birer birer ayrıldılar!
Her ölen bir
meçhule gitti. Ne Hrant’ın katilleri
bulundu, ne de Roboskili çocukların;
Ali İsmail, Berkin Elvan, Gezi'de solan diğer hayatlar…
Hiçbirinin…
Leyla’yı beklerken yıktılar Kars’ta İnsanlık Anıtı’nı. Yıkıldı benim de öylece bir yanım, yıkıldı bir
yanımız…
Soma'da cinayete kurban gitti koca bir ülke;
aşağıda ölümün, yukarıda işsizliğin hükmü vardı, Ağrı’da, bir duvarda boy verdi madencinin ağrısı.
Ayakkabı kutularında dağıtılan iman, makaraya alınan ayet,
yolsuzun önüne yatan bakan ve saatler gördük İsviçre’den gelip bir bakanın
kolunda parıldayan.
Daha nice acılar yaşadık, Leyla’yı beklerken, bir türlü sıfırlanamayan.
Hâlbuki sadece Leyla’yı bekliyordum ben; Leyla’yı
bekliyorduk bunca zaman.
Tanrılar cehennemin kapısını Ortadoğu’da araladılar. Leyla’yı beklerken bir yangın yerine döndü yanı başımızda ülkeler, ülkem... Nice ocakları söndü bu cennet yeryüzünün, nice yaşamları paramparça... Göç yollarına düştü milyonlarcası. Umutlara mezar oldu mavi yolculuklar, Akdeniz’in, Ege’nin sularında. Krediler aktı bir yerlerden bir yerlere, biteviye ölüm üretti fabrikalar; demokrasi adına gaz üretti, zehir üretti, gözyaşı ürettiler…
Sanki başka bir yüzyıla savrulmuş gibiydik Leyla’yı beklerken.
Daha iyi bir hapishaneye gitmek kurtaramadı Pozantı’nın, Şakran’ın çocuklarını. Gittikleri her yerde kötülük akmaya devam etti körpecik bedenlerine, tekrar tekrar kanadı ruhları.
Dünyanın yalnızlarıydı hala onlar; Gazze’nin Filistinlileri, Şengal’in Ezidileri.
Suruç’ta, Kobanili çocukların kana boğuldu sevinçleri.
Küçük çocuklara oyuncak götüren büyük çocukları öldürdüler! Bombalar atıldı
Ankara’da barışın üzerine; Hatay’da,
Diyarbakır’da, Sultanahmet’te… Ve duvarlar
ördük kardeşliğin arasına… Yüzlerce kilometre uzayan duvarlar.
HES’lerle tükettik çiftçinin suyunu, Havva Ana’yı bir dağın yamacında ağlattık, Köylü Kazım son ineğini de satmak zorunda kaldı mahkeme kapılarında; saraylar, saltanatlar uğruna kurudu toprağımız, bizim de kurudu sevincimiz.
Ekmek isteyenler, aş isteyenler, barış isteyenlerle doldu cezaevleri, tıklım tıklım. Kırdılar yargının kalemini, kopardılar dalını adaletin, kıstılar sesini özgürlüğün.
Leyla’yı beklerken,
sağ gidip şehit dönen nice evlatlar gördük, yoksul evlerinin duvarları
bayraklarla süslenen.
Ezidi kadınlar, haraç mezat pazarlandılar 21. Yüzyıl’ın köle pazarlarında.
Diyarbakır’da surlarından yaralı bir kente düştü yolum.
Varamadım Dört Ayaklı Minare’ye,
çalamadım kapısını Surp Giragos’un,
oturamadım sofrasına Hançapek’in.
Ağrı’da gerçek olurken Kabataş’ın yalanı, Muğla’nın Seydikimer beldesinde Kürt’ün yüreğine zerk edilen acıya tanık oldum; Nusaybin’in yalnız kalmış çaresizliğine, Sur’un gözyaşlarına, Silvan’da yitirdiğimiz insanlığımıza…
Leyla’yı beklerken
kıydılar canına Silopi’de Taybet Ana’nın. Yetmiş yaşındaydı,
dokuz evlat büyütmüştü. Çocuklarının gözleri önünde vurdular onu! Yaralı yaralı
bir hafta bekledi, bir sokağın ortasında ağır ağır soğurken bedeni. On
yaşındaki Cemile’nin ölüsünü değil,
insanlığımızı koyduk Cizre’de bir
buzdolabına.
Daha nicelerine kıydılar Leyla’yı beklerken; Cizre’de Nihat Kazanhan’a, Diyadin’de Orhan ve Muhammed’e; Çınar’da Ecrin bebeye, Mevlüde’ye, İrem’e... Adını sayamadıklarım bağışlasınlar beni…
On altı yaşındaydı Hüseyin Paksoy. Üç gün can çekişti evinin bahçesinde. Bir daha sevemedi Cizre’nin güvercinlerini; Bîberî’yi, Şekirî’yi, Pilingî’yi, Mizgînî’yi…
Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay tutukladığında, müebbetlik düşler kurdum bir başıma. Tahir
Elçi’yle birlikte, renklerin, seslerin, kimliklerin ölümüne tanık oldum. Cizreli
bir delikanlı bekliyordu bir morgun önünde. Eline, bir torbada, beş kilo kemiği tutuşturdular,
babası diye!
Bilirdik, ölüler keman çalmazdı. Tıpkı Kobanili Aylan Bebek gibi, Ege’de kıyıya vurmuştu Siirtli bir Kürt’ün soğumuş bedeni. Sırtında kemanı vardı, çalmıyordu…
Adıyamanlı Kemal Kurkut’u
ise Diyarbakır’da, bir Newroz günü kaybettik; çırılçıplaktı bedeni, sırtında bir kurşun yarası.
Gazi Mahallesi’nde
bağlamayı kırdılar; Barış ve Ramazan daha çocuktular, çocuklara bir
çırpıda kıydılar! Bizim de çocukluğumuzu kırdılar!
Leyla’yı beklerken
doğdu Miraz Bebe. Ona cezaevinde,
bir doğum günü pastasını bile çok gördüler. Kapısında jandarmalar bekledi
hamile kadınların, doğum yapar yapmaz, yeni doğan bebesiyle cezaevine koydular.
Tutuklu kanser hastasını ise, bilekleri kelepçeli götürdüler ameliyathaneye.
Leyla’yı beklerken
hapse atıldı ülkenin seçilmiş vekilleri. Belediyelere kayyımlar atandı birer
birer; tiyatroları kapandı şehirlerin, sinemaları yandı, kapılarına kilit vuruldu kadın
merkezlerinin, çocuk yuvalarının, kültür evlerinin... Kocaman bir hapishaneye
döndü ülkem…
Leyla’yı beklerken, emekçiler
atıldı işlerinden, açlıkla terbiye edilmek istendi binlercesi. Nuriye ve Semih açlığın koynunda büyüttüler gülümsemelerini. Yüksel Caddesi’nde onlar içindi bir ülkenin kolsuz direnişi. Kaçının kırdılar kolunu, güpegündüz kopardılar
kanadını.
Kayseri’de iki çocuk babasıydı, işsizim dedi, üstüne benzini
döktü, kendini yaktı Haydar, duyan olmadı…
Ankara’da parsel parsel ettiler Atatürk Orman Çiftliği’ni. On bin balta gibi dalıp ODTÜ ormanına, bir gecede on bin ağaç
kesmekle övündüler.
Birçok kadın tanıdım Leyla’yı
beklerken. Hepsi de güzel kadınlardı; dost, yürekli, sevecen. İçlerinden birine
âşık oldum. Sevdim onu. Leyla’yı
beklerken çoğaldım başka bir ömre. Leyla’yı gücendirmeden ama…
* * *
“Leyla’yı Beklerken” yeni öykü kitabımın adı.
Onu çok bekledik. Beklerken umutlandık; sevdik, özledik, âşık olduk, yaralandık… Evet evet en çok da yaralandık! Yaralanınca, usulca kanadı bir yerimiz, yerlerimiz…
Leyla’yı beklerken üzerimize üzerimize geldi bir karanlık. Zifiri, sinsi, kirli bir karanlık! Gökyüzü maviden siyaha döndü bazen; ışık ateşe, hüzün gözyaşına, beyaz kırmızıya…
Çocuklar sokaklarda doyasıya oynayamaz, büyükler ağız dolusu
gülemez, ağustos böcekleri ötmez oldu.
Kuşlar birer birer eksildi mahallemizden. Yasaklar koydular şehirlerimize. Baş edemediklerinde yıktılar, dağıttılar, yok ettiler! Elden bir şey gelmeyince, seyrettik uzaktan, harap olduk çoğumuz. Hâlbuki nasıl da özenle saklıyorduk içimizde onu, Leyla’yı beklerken kırıldı çocukluğumuz.
Bir türlü geçmek bilmedi; kaybedilmiş sevinçlerin, kırılmış
umutların, ertelenmiş hayallerin sinemizdeki sancısı.
Kısacası, Leyla’yı beklemekten daha da kahredici oldu, Leyla’yı beklerken yaşadıklarımızın acısı.
T24'ün notu: Leyla'yı Beklerken, Yusuf Nazım'ın İnkılap Kitabevi’nden yeni çıkan öykü kitabının adı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
yusuf.nazim1@gmail.com