20 Kasım 2017 Pazartesi

Katalanca düşler kurmak

Yusuf Nazım
T24 | 20.11.2017


Katalanlar ne ister?

Yıllar önce bir Kürt arkadaşımın, konuşurken uzaklara dalmış biraz mahzun, biraz pişman, biraz çaresizce bakışlarıydı bana bu soruyu sordurtan. Bugün bile her düşündüğümde, hafızamın derinliklerinden ince bir sızı gelip peydahlanan o an, benzer sorularla daha sonraki yıllarda da haşır neşir olmamın önemli sebeplerinden biri olacaktı.

Geçenlerde İspanya’nın 17 özerk bölgesinden biri olan Katalonya, bağımsızlık için referanduma gitti.

Katalan halkının bu son derece sakin, ağırbaşlı, olgun tavrına Madrid hükümeti şiddetle tepki gösterdi. İspanyol devletinin kolluk güçleri oy kullananlara acımasızca saldırdı. Bizim de yakinen bildiğimiz manzaralardı bunlar; biber gazı, kalkan, cop; canhıraş çığlıklar, kanlar içinde kalan kadınlar, yerlerde sürüklenenler…

Gelişmiş Avrupa demokrasileri, İspanyol polisinin şiddetinden nasibini alarak kafası kırılan, yüzü gözü kan içinde kalan, feryat figan çırpınan Katalanları görünce ne menem duygulara sahip olmuştur bilinmez.

Ancak, İspanyolların tehdit, şantaj ve sonrasında uyguladığı sıra dışı şiddete Katalan halkı boyun eğmedi. Referandum başarılı bir şekilde yapıldı. Sandıktansa, tam bağımsızlık yönünde bir irade çıktı.

Katalanların, demokratik bir şekilde kendi kaderlerini tayin etme konusundaki bu girişimleri, İspanyol devletinin yanı sıra Avrupalı devletleri de fena kızdırdı.

Barselona'da Avenue Marina 11 Kasım 2017
Sovyetler Birliği dağılırken, ya da Yugoslavya kanlı bir şekilde parçalanırken halkların self determinasyon hakkını kutsayan bu ülkelerin, konu Katalanlar olduğunda ortaya çıkan ikiyüzlülüğü, “batı demokrasisi” nin gerçek kimliğini gösteriyor olabilir miydi, bilinmez…

İspanyollar, on yıllardır düşlerini İspanyolca kurmayı dayatmışlardı Katalanlara. Bunun için kimi zaman telkinlerde bulunmuş, kimi zaman tehdit ve şantajlara başvurmuş, bazen de zor kullanmıştı.

Tüm bunlara rağmen Katalonya, zamanla özerk bir statüye kavuşmuştu; kendi bölgesel hükümetine, meclisine ve anadilde eğitim hakkına sahip olmuştu. Çeşitli kamusal hizmetlerdeki özerklik, kültürel haklar, hatta kendi polis gücü bile vardı artık...

Oysaki şimdi, yapılan referandum bütün bunların yetmediğini gösteriyordu.

Kütçe konuşmak yasak!

Bir zamanlar bir arkadaşım anlatmıştı.

Çocukluğunu köyde geçirmiş bir arkadaşımdı.

Kürt asıllı değildi, Kürt’tü!

Keyifle başlamıştı konuşmaya:

“Evde hep Kürtçe konuşurduk. Oyunlarımızı sokakta Kürtçe oynar, türkülerimizi Kürtçe söyler, Kürtçe şakalaşır, sinkaflarmızı bile aynı dilden çekerdik.”

Arkadaşımın okula başlama yaşı gelmiş, ailesi onu, okuması için kasabadaki amcasının evine yerleştirmişti.

Söylediğine göre, zaten okumaya karşı oldu olası büyük bir merakı varmış. İlk defa okula gidecek olmasının sevinci, coşkusu, kıpır kıpırlığı; dikilen önlükler, hazırlanan çantalar; defterler, kitaplar, kalemler…

Sonra, kaşlarını biraz çatarak anlatmaya öyle devam etmişti:

“Okula başladığımız gün, öğretmen sınıfa girdi, söylediği ilk şey, ‘Kütçe konuşmak yasak!  dedi.”

Barselona'da bağımsızlık gösterisi
Sesi, derinlerde bir yerlerde, çoktan kabuk bağlamış bir yaranın yeniden kanaması gibi acı ve hüzün doluydu:

“Bununla kalsa iyi! Öğretmen, kürek gibi açtığı elinin beş parmağını sınıfa uzatarak ‘Kürtçe konuşacağınız her kelime için okkalı bir tokat yersiniz!’ demişti.”
    
Henüz ertesi gün olmuş ve arkadaşımın o kocaman kürekle tanışması gecikmemişti…

“Babam” demişti, “beni hiç dövmemişti. O gün, hayatımın ilk tokadını, babamdan değil de öğretmenimden yemiş olmak bana çok ağır gelmişti.”

O günden sonra arkadaşımın, diğer bazı öğrencilerle birlikte, aynı tokatla yakınlığı hep devam etmişti. Çok az Türkçe bilen biri olarak, onun nasibine düşen tokat sayısıysa çok daha fazla olmaktaydı.

Yüzünde patlayan her okkalı tokat, onun okumaya olan heyecanını biraz daha törpülemiş, ilgisini biraz daha azaltmıştı.

Gözlerini kısarak onun, çok uzaklardaki bir maziyi yaşar gibi biraz mahzun, biraz pişman, biraz çaresizce bakışları aklımdan hiç çıkmayacak; konuşurken içime bir bıçak gibi saplanacak o cümlesini ise hayatım boyunca unutmayacaktım:

Geceleri neşeli rüyalar görürdüm bazen. Ne bileyim işte, çocukça rüyalar, koşup oynardım arkadaşlarımla, yaramazlıklar, türlü muziplikler... Sonra birden, Kürtçe konuştuğumu fark eder, histerik çığlıklarla, kan ter içinde, korkuyla fırlardım yatağımdan.”

Madrid’in korkusu, Barselona’nın coşkusu

İspanyol polisinin referandumu enelleme çabaları
Sonraki yıllarda, rüyasını ana dilinde gördüğünü fark edip, histerik bir korkuyla arkadaşımı yatağından kan ter içinde uyandıran o düşleri hep merak ettim.

Bazen peşine takıldım o düşlerin, bazen ortağı oldum.

Bazense, ben istemeden karşıma çıktılar onlar.

Tıpkı Katalanların geçenlerde gösterdikleri, bağımsızlık yönündeki iradelerinde olduğu gibi.

Ne de olsa 21.yüzyıldaydık. Tarihte, bilinen ilk toplumsal kanunların yazılmasından bu yana tam 5.392 sene geçmişti. Fransız Devrimi yıllarında yayınlanan İnsan ve Yurttaşlık Hakları Beyannamesi ‘nden sonra ise 228 yıl... Birleşmiş Milletler’ ce hazırlanan ve hemen hemen tüm dünya ülkeleri tarafından imzalanan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ‘nin kabulünden bu yana da 71 yıl geride kalmıştı.

Özellikle Avrupa ülkeleri olarak bir güzel medenileşmiştik!

Avrupa medenileşmişti de, Katalanlar için durum biraz farklı gözüküyordu. Onlar, yeteri kadar medenileşmemiş olmalıydılar ki, bir türlü uslu durmuyorlardı.

Onların, kendi geleceklerini belirleme ısrarları on yıllardır sürüp gidiyordu. Bu konuda çok da mesafeler kat etmişlerdi. Hatta İspanyol devleti, yüzyıllar boyunca itaat ettirmeyi başardığı İber Yarımadası’nın bu kadim halkına, sağ olsun bir parça özgürlük bile bahşetmişti.

Oysaki ona susamışlar için özgürlük bambaşka bir şeydi!

Katalanların yeteri kadar medenileşip medenileşmedikleri ayrı bir tartışma konusu olsa da, görünen oydu ki onlar, artık düşlerini Katalanca kurmak peşindeydiler.

Üstelik ısrarcıydılar da.

İspanyol devletinin şiddete ve kana bulanan tahammülsüzlüğüne rağmen bağımsızlık referandumunu başarıyla yapmışlardı.

Ve referandumdan Madrid’in korkusu, Barselona’nın ise coşkusu galip çıkmıştı.

Independencia

Özgürlük her hâlükârda güzel şeydi. Lakin ona sahip olmak kadar, istemenin de bir bedeli vardı.

Nitekim Katalanlar için de öyle oldu.

Medeni Avrupa’nın cümle devletleri, onlara kendi kendilerini yönetme hakkını zamansız gördüler.

Avrupa’nın uygar ülkelerinin desteğini arkasına alan Madrid hükümeti referandumu geçersiz saymakta gecikmedi. Katalanların özerk parlamentosu feshedildi, bakanları ve milletvekilleri hakkında tutuklama kararları çıkarıldı, birçok yerel yönetici gözaltına alındı. Katalanların bağımsız yaşama arzularına bir kez daha kelepçe vuruldu.

Katalanların İspanyol egemenlerine yanıtı ise İspanya’nın ikinci büyük şehri olan Barselona sokaklarından oldu.

Önümdeki bir videoyu izlerken anladım bu yanıtın anlamını.

Barselona’nın en büyük caddesi Avenue Marina’yı boydan boya dolduran bir milyona yakın kişinin, özgürlük talebiyle coşmuş ışıl ışıl görüntüsüydü bu. Ne yasaklarla bastırılacak, ne zincire vurulacak, ne de kelepçeyle durdurulacak bir görüntü…

Taşınan dövizlerde “INDEPENDENCIA” yazıyor, bütün Barselona aynı sözcüklerle inliyordu…

Düş kurmak güzel şeydir

Katalanlar.

Çağdaş Avrupa’nın ortasında süregiden özgürlük arayışı.

Beş yüz yıldır bitmeyen bir arayış, İspanyollara karşı 1714 Barselona yenilgisi, Franco faşizmine karşı direnişle tarihe geçen, üç yüz yıllık rüyanın sahibi bir halk.

Günü geldi, düşlerini Katalanca kurmak istediler.

Sevinçli bir rüyayı yaşar gibi; ama kendi dillerinde, ama özgürce; histerik çığlıklar içinde kalmadan, korkusuzca…

Düş kurmak güzel şeydir.

Düş kurmaktan çekinmek olur mu?

Hele ki düşleriniz kendi dilinizdeyse, korkusuzsa, neşeliyse…

Katalanlar bunu denediler!

Avrupa’nın ortasında Katalanca düşler kurmak istediler.

Peki, ya siz?

Düş kurmayı sever misiniz?


Düş kurmayı severseniz eğer, düşleriniz hangi dilde olsun istersiniz?

12 Kasım 2017 Pazar

Leyla’yı beklerken kırıldı çocukluğumuz

Yusuf Nazım
T24 | 12.11.2017
Leyla’yı bekliyordum.
Bir ömrün şafağında, her an gelecek diye.
Zaman geçiyor, aylar, yıllar birbirini kovalıyor, umut çiçekleri bir bir açılıp kapanıyor, bir türlü gelmiyordu Leyla.
Kim bilir, nasıl bir sonun başlangıcıydı, hangi onulmaz fırtınanın eseri, ne tür bir düş gücünün birikmişiydi?
Bekliyordum…
Gecikmişti…
Gelmiyordu Leyla!

*  *  *

Oysaki anlıyordum, Leyla’yı beklerken oluyordu her şey!
Leyla’yı beklerken nasıl da değişiyordu dünya.
İçinde, bir zamanlar tutkuyla yaşamayı hayal ettiğim bu şehir, nasıl da değişmişti böyle!

İstanbul’da, Galataport’a kurban edildi Karaköy. Nicedir yolcu taşımıyor Haydarpaşa’ya trenler. Galatasaray’da hüzün, Tünel’de betona gömülmüş Narmanlı Han, bir çırpıda silueti çizilen Süleymaniye Camii…
Biliyorum,Leyla’yı beklerken değişti bu kentin yüzü.

Cumartesi Anneleri Galatasaray’da hala beklemede. Kaldırımlarında, Gözleri Anadolu, gövdeleri Mezopotamya gibi kadınlar… Aramızdan birer birer ayrıldılar!
Her ölen bir meçhule gitti. Ne Hrant’ın katilleri bulundu, ne de Roboskili çocukların; Ali İsmail, Berkin Elvan, Gezi'de solan diğer hayatlar… Hiçbirinin…

Leyla’yı beklerken yıktılar Kars’ta İnsanlık Anıtı’nı. Yıkıldı benim de öylece bir yanım, yıkıldı bir yanımız…
Soma'da cinayete kurban gitti koca bir ülke; aşağıda ölümün, yukarıda işsizliğin hükmü vardı, Ağrı’da, bir duvarda boy verdi madencinin ağrısı.
Ayakkabı kutularında dağıtılan iman, makaraya alınan ayet, yolsuzun önüne yatan bakan ve saatler gördük İsviçre’den gelip bir bakanın kolunda parıldayan.

Daha nice acılar yaşadık, Leyla’yı beklerken, bir türlü sıfırlanamayan.
Hâlbuki sadece Leyla’yı bekliyordum ben; Leyla’yı bekliyorduk bunca zaman.

Tanrılar cehennemin kapısını Ortadoğu’da araladılar. Leyla’yı beklerken bir yangın yerine döndü yanı başımızda ülkeler, ülkem... Nice ocakları söndü bu cennet yeryüzünün, nice yaşamları paramparça...
 Göç yollarına düştü milyonlarcası. Umutlara mezar oldu mavi yolculuklar, Akdeniz’in, Ege’nin sularında.  Krediler aktı bir yerlerden bir yerlere, biteviye ölüm üretti fabrikalar; demokrasi adına gaz üretti, zehir üretti, gözyaşı ürettiler… 

Sanki başka bir yüzyıla savrulmuş gibiydik Leyla’yı beklerken.

Daha iyi bir hapishaneye gitmek kurtaramadı Pozantı’nın, Şakran’ın çocuklarını. Gittikleri her yerde kötülük akmaya devam etti körpecik bedenlerine, tekrar tekrar kanadı ruhları.

Dünyanın yalnızlarıydı hala onlar; Gazze’nin Filistinlileri, Şengal’in Ezidileri.
Suruç’ta, Kobanili çocukların kana boğuldu sevinçleri. Küçük çocuklara oyuncak götüren büyük çocukları öldürdüler! Bombalar atıldı Ankara’da barışın üzerine; Hatay’da, Diyarbakır’da, Sultanahmet’te…  Ve duvarlar ördük kardeşliğin arasına… Yüzlerce kilometre uzayan duvarlar.

HES’lerle tükettik çiftçinin suyunu, Havva Ana’yı bir dağın yamacında ağlattık,  Köylü Kazım son ineğini de satmak zorunda kaldı mahkeme kapılarında; saraylar, saltanatlar uğruna kurudu toprağımız, bizim de kurudu sevincimiz.

Ekmek isteyenler, aş isteyenler, barış isteyenlerle doldu cezaevleri, tıklım tıklım. Kırdılar yargının kalemini, kopardılar dalını adaletin, kıstılar sesini özgürlüğün.

Leyla’yı beklerken, sağ gidip şehit dönen nice evlatlar gördük, yoksul evlerinin duvarları bayraklarla süslenen.

Ezidi
kadınlar, haraç mezat pazarlandılar 21. Yüzyıl’ın köle pazarlarında.
Diyarbakır’da surlarından yaralı bir kente düştü yolum. Varamadım Dört Ayaklı Minare’ye, çalamadım kapısını Surp Giragos’un, oturamadım sofrasına Hançapek’in.

Ağrı
’da gerçek olurken Kabataş’ın yalanı, Muğla’nın Seydikimer beldesinde Kürt’ün yüreğine zerk edilen acıya tanık oldum; Nusaybin’in yalnız kalmış çaresizliğine, Sur’un gözyaşlarına, Silvan’da yitirdiğimiz insanlığımıza…

Leyla’yı beklerken kıydılar canına Silopi’de Taybet Ana’nın. Yetmiş yaşındaydı, dokuz evlat büyütmüştü. Çocuklarının gözleri önünde vurdular onu! Yaralı yaralı bir hafta bekledi, bir sokağın ortasında ağır ağır soğurken bedeni. On yaşındaki Cemile’nin ölüsünü değil, insanlığımızı koyduk Cizre’de bir buzdolabına.

Daha nicelerine kıydılar Leyla’yı beklerken; Cizre’de Nihat Kazanhan’a, Diyadin’de Orhan ve Muhammed’e; Çınar’da Ecrin bebeye, Mevlüde’ye, İrem’e... Adını sayamadıklarım bağışlasınlar beni…
On altı yaşındaydı Hüseyin Paksoy. Üç gün can çekişti evinin bahçesinde. Bir daha sevemedi Cizre’nin güvercinlerini; Bîberî’yi, Şekirî’yi, Pilingî’yi, Mizgînî’yi…

Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay tutukladığında, müebbetlik düşler kurdum bir başıma. Tahir Elçi’yle birlikte, renklerin, seslerin, kimliklerin ölümüne tanık oldum. Cizreli bir delikanlı bekliyordu bir morgun önünde. Eline, bir torbada, beş kilo kemiği tutuşturdular, babası diye!

Bilirdik, ölüler keman çalmazdı. Tıpkı Kobanili Aylan Bebek gibi, Ege’de kıyıya vurmuştu Siirtli bir Kürt’ün soğumuş bedeni. Sırtında kemanı vardı, çalmıyordu…
Adıyamanlı Kemal Kurkut’u ise Diyarbakır’da, bir Newroz günü kaybettik; çırılçıplaktı bedeni, sırtında bir kurşun yarası.
Gazi Mahallesi’nde bağlamayı kırdılar; Barış ve Ramazan daha çocuktular, çocuklara bir çırpıda kıydılar! Bizim de çocukluğumuzu kırdılar!

Leyla’yı beklerken doğdu Miraz Bebe. Ona cezaevinde, bir doğum günü pastasını bile çok gördüler. Kapısında jandarmalar bekledi hamile kadınların, doğum yapar yapmaz, yeni doğan bebesiyle cezaevine koydular. Tutuklu kanser hastasını ise, bilekleri kelepçeli götürdüler ameliyathaneye.

Leyla’yı beklerken hapse atıldı ülkenin seçilmiş vekilleri. Belediyelere kayyımlar atandı birer birer; tiyatroları kapandı şehirlerin, sinemaları yandı, kapılarına kilit vuruldu kadın merkezlerinin, çocuk yuvalarının, kültür evlerinin... Kocaman bir hapishaneye döndü ülkem…

Leyla’yı beklerken, emekçiler atıldı işlerinden, açlıkla terbiye edilmek istendi binlercesi. Nuriye ve Semih açlığın koynunda büyüttüler gülümsemelerini. Yüksel Caddesi’nde onlar içindi bir ülkenin kolsuz direnişi. Kaçının kırdılar kolunu, güpegündüz kopardılar kanadını.
Kayseri’de iki çocuk babasıydı, işsizim dedi, üstüne benzini döktü, kendini yaktı Haydar, duyan olmadı…

Ankara’da parsel parsel ettiler Atatürk Orman Çiftliği’ni. On bin balta gibi dalıp ODTÜ ormanına, bir gecede on bin ağaç kesmekle övündüler.

Birçok kadın tanıdım Leyla’yı beklerken. Hepsi de güzel kadınlardı; dost, yürekli, sevecen. İçlerinden birine âşık oldum. Sevdim onu. Leyla’yı beklerken çoğaldım başka bir ömre. Leyla’yı gücendirmeden ama…

*  *  *

Leyla’yı Beklerken” yeni öykü kitabımın adı.

Onu çok bekledik. Beklerken umutlandık; sevdik, özledik, âşık olduk, yaralandık… Evet evet en çok da yaralandık! Yaralanınca, usulca kanadı bir yerimiz, yerlerimiz…

Leyla’yı beklerken üzerimize üzerimize geldi bir karanlık. Zifiri, sinsi, kirli bir karanlık! Gökyüzü maviden siyaha döndü bazen; ışık ateşe, hüzün gözyaşına, beyaz kırmızıya…

Çocuklar sokaklarda doyasıya oynayamaz, büyükler ağız dolusu gülemez, ağustos böcekleri ötmez oldu.

Kuşlar birer birer eksildi mahallemizden. Yasaklar koydular şehirlerimize. Baş edemediklerinde yıktılar, dağıttılar, yok ettiler! Elden bir şey gelmeyince, seyrettik uzaktan, harap olduk çoğumuz. Hâlbuki nasıl da özenle saklıyorduk içimizde onu, Leyla’yı beklerken kırıldı çocukluğumuz.

Bir türlü geçmek bilmedi; kaybedilmiş sevinçlerin, kırılmış umutların, ertelenmiş hayallerin sinemizdeki sancısı.

Kısacası, Leyla’yı beklemekten daha da kahredici oldu, Leyla’yı beklerken yaşadıklarımızın acısı.

T24'ün notu: Leyla'yı Beklerken, Yusuf Nazım'ın İnkılap Kitabevi’nden yeni çıkan öykü kitabının adı.

7 Kasım 2017 Salı

Yusuf Nazım'ın yeni kitabı 'Leyla'yı Beklerken' raflarda


İnkılap Kitabevi / Sayfa Sayısı: 200 / Ebat: 13,5 x 19,5/  İlk Baskı Yılı: 2017

Sunay Akın: Öykü sanatının güçlü bir yağmuru altına girecek ve sonunda sırılsıklam olacaksınız


Yusuf Nazım'ın "Leyla'yı Beklerken" adlı kitabı, raflardaki yerini aldı. Yedi öyküden oluşan kitabın önsözünü Sunay Akın kaleme aldı. Akın, "Bileti al, içeri gir ve Yusuf Nazım'ın birbirinden güzel öyküleriyle kaleminin ustalığının tadını çıkar"  ifadesini kullandı.

T24'te de köşe yazıları kaleme alan Yusuf Nazım'ın kitabı, İnkılap Kitabevi tarafından yayımlandı. 

Şair Sunay Akın, Nazım'ın kitabıyla ilgili olarak şu görüşleri dile getirdi:

"Sinemaların girişinde camekânlar içinde sergilenen fotoğraflar vardır. Bunlar, o gün salonda gösterilen filmin sahnelerini içeren fotoğraflardır. "Gelecek Program" ve "Pek Yakında" köşelerinde de, ilerleyen haftalarda gösterime girecek filmlerin tanıtımı yapılır.

Yusuf Nazım'ın öykülerini okurken gözümün önüne hep o fotoğraflar geldi. Ne kadar iyi bir tanıtım yazısı yazmak istersem isteyeyim, bir sinema filminin akıcılığından uzak, çerçeveye tutsak kareler sergilemekten öteye gidemeyeceğimi biliyorum.

Siz, fotoğraflara bakıp bilgi sahibi olmak isterken, o esnada birileri sinema salonunda filmin heyecanını yaşıyordur. 
Okuduğunuz bu önsöz yazısı da böyle bir zaman kaybıdır. Bileti al, içeri gir ve Yusuf Nazım'ın birbirinden güzel öyküleriyle kaleminin ustalığının tadını çıkar.

Ceketteki kestane renkli saçın gizemi, Harçik Çayı'nın hatıra defteri, 413 numaralı kapı, Kanada'da on beş yaşındaki bir kızın doğum günü ve daha nice serüven bekliyor sizi.
Victor Hugo'nun şu sözünün doğruluğuna bir kez daha inandım, Yusuf Nazım'ı okurken; "Ey şair; bana yağmurdan bahsetme, yağdır!"

Öykü sanatının güçlü bir yağmuru altına girecek ve sonunda da sırılsıklam olacaksınız.

Bir daha da, Yusuf Nazım'ın yeni bir kitabı çıktığında, fotopraf karelerine bakmak için zaman kaybetmeyecek, önsöz yazısının yanından geçerek, öykülerin akıcılığına bırakacaksınız kendinizi. 


Kitaptan tadımlık: 

- "Saçı başı dağılmış, montunun yakası yana kaymış, yaka paça sürüklenerek götürülürken can havliyle başını koridora çevirip 'Leeylaaa!' diye gücünün yettiğince bağırdı."

- "Sanki Leyla, her an koridorun sonundan tekerlekli sandalyesiyle görünüverecekti. Sanki Tanrı armağanıymış gibi güzel gözleriyle kalbinde biriktirdiği sevgisini hastane koridorunun kalabalığına armağan edecekti."

- "Uzaktan bakıyor olsak da, bizzat yaşıyor olsak da bu ülkede kişi başına düşen acı oranı, muhakkak ki boyumuzu aşıyor. Her bölgenin ayrı bir hikâyesi, derdi, kederi var."



http://t24.com.tr/haber/bileti-al-iceri-gir-tadini-cikar-yusuf-nazimin-yeni-kitabi-leylayi-beklerken-raflarda,481970