Yusuf Nazım
28.07.2017
2016 yılının Şubat ayıydı.
28.07.2017
2016 yılının Şubat ayıydı.
Bir video düşmüştü bilgisayarıma. 2014 yılının Hakkari’sinden gündüz vakti bir gözaltı
görüntüsüydü bu.
Şehrin, ıslak, kirli bir caddesinde, zırhlı bir kolluk aracı
apansız geliyor, kaldırımda bekleyen bir grup gazetecinin önünde zınk diye
duruyordu.
Arabadan hışımla inen üç kişi, elinde kamera olan bir kadını
yaka paça ederek aracın arkasına ite kaka sokuyorlardı…
Bir atmacanın avını yakalamasına benziyordu bu; hoyrat, çevik,
aceleci…
Kadının ve oradaki birkaç kişinin engel olma çabaları ise
nafile kalıyordu.
Araç, avını kıskıvrak yakalamış bir atmaca gibi, geldiği hızla
uzaklaşıyordu.
Bu ilginç videoyu Facebook sayfamdan “bir kadın gazetecinin, kolluk tarafından nezaketle gözaltına buyur
edilmesi” başlığıyla paylaşmıştım.
Sur’da İngiliz ve Sırp ajanların
yakalanma anı
Bu olaydan birkaç gün sonraydı. Hendek savaşları diye geçen
çatışmalar sırasında ilan edilen sokağa çıkma yasaklarının ikinci ayı bitmişti.
Sur’daki keskin
nişancılardan bahsediyordu haber ajansları. Ana akım medyanın bangır bangır
bağıran haberlerinde, yabancı uyruklu gazeteci görünümlü ajanlar anlatılıyordu.
Tesadüfen Youtube’taki bir video ilişmişti gözüme. İzleyicisi
bol bir televizyon kanalı, Sur’da
biri Sırp diğeri İngiliz iki şüphelinin yakalanma anını
ekranlara taşıyordu. Videoyu yayına sokan site ise “Sur’da İngiliz ve Sırp ajanların yakalanma anı” diye iliştirmişti
altına.
Show TV’nin ana haber bülteninden alınmıştı video. Sur’da yakalanan biri Sırp, diğeri İngiliz iki kişinin gözaltına alınması haberini halkımızı
ballandıra ballandıra anlatıyordu.
Şaşırdım!
Bir gün önce Facebook’ta paylaştığım videonun aynısıydı bu. Hakkari’de gözaltına alınan kadın gazeteci,
Show Tv ekranlarında birdenbire Sırp
ve İngiliz şüpheliye dönüşüvermişti…
Videoda gözaltına alınan kişinin birkaç Türkçe sözcükle karşı koyma çabasının
ise Show Tv spikeri, yabancının Türkçe bildiğini de ekleyerek haberini kurtarmaya
çalışıyordu.
Haber Nöbeti’nde birkaç gün
Bundan yaklaşık
bir ay sonrasıydı.
Kürt
illerindeki zor koşullar altında çalışan gazetecilerle dayanışmak amacıyla Türkiye’nin
batısından bir Haber Nöbeti
Koordinasyonu oluşturulmuştu. Sonradan
Günter Wallraff Eleştirel
Gazetecilik Ödülü’ne layık görülecek proje için her hafta 8-10 kişilik
gazeteci grubu bölgeye gidiyor, oradaki meslektaşlarının çalışma koşullarını gözlemliyor,
onlarla birlikte habere çıkıyor, gerçeklerini izini sürmeye çalışıyorlardı.
Ben de Haber Nöbeti ekiplerinin yedincisine
sızdım!
Sızdım diyorum,
çünkü aslında ekipler tamamlanmıştı. İlave yapmalarının, koordinasyon ve
planlama açısından güçlükleri vardı.
Oysaki gitmeyi
çok istiyordum. On yıllardır topraklarına acıdan başka bir şey ekmemiş o
topraklarda az da olsa gerçekle yüzleşmeyi, gazeteci meslektaşlarla dayanışmayı
çok önemsiyordum. Koordinasyondan sorumlu arkadaşın yaptığı küçük bir torpille
yedinci ekibe dahil olmayı başardım.
Haber Nöbeti ’ne katıldığım süre içinde, DİHA (Dicle Haber Ajansı) ‘nda genç gazeteci arkadaşların özveriyle,
canla, başla çalışmalarına tanık olmuştum. Hepsi de gencecik, pırıl pırıl
çocuklardı. Haberler art arda geliyordu; Su’dan,
Bağlar’dan, Karapınar’dan, Koşu Yolu’ndan…
Kameraları kaptıkları gibi koşuyorlardı.
Ajanstaki, yaşça
büyük ve deneyimli olanlar nasihat vermeyi ihmal etmiyorlardı onlara; “arkadaşlar dikkatli olun, fazla yaklaşmayın,
kolluğun uyarılarına karşılık vermeyin…”
Ajansta
bulunduğum sürece haber ekibi, büyük, uzunca bir masanın her iki yanında
dizilmiş olarak oturuyordu. Ben de aralarındaydım. Karşımda ise iki genç kadın gazeteci
oturuyordu.
Akşam olup da
ayrılık vakti geldiğinde bütün çalışanlarla tek tek vedalaştık.
Ayaküstü,
gerçeğin halka ulaştırılmasında üstlerine düşen sorumluluğa vurgu yaparken bir
örneği paylaştım onlarla.
Hani şu Hakkâri’de kolluk tarafından kaçırılan
kadın gazetecinin, bir televizyon kanalında nasıl bir Sırp ajana dönüştürülmesi
gerçeğinden bahsettim onlara.
DİHA Haber Ajansı ekibiyle vedalaşma |
Ben bu örneği
anlatırken tuhaf bir şey oldu. Hepsi birden gülümsemeye başladılar... “Ne oldu?” diye sorduğumda tamamının
bakışları, gün boyu karşımda oturan, zaman zaman haber için koşup giden,
çıkınında türlü haberlerle geri gelen iki kadından birine çevrildi. Zayıf
yüzlü, kestane saçlı kadın gazeteciye. Adı Beritan’dı,
güldü. Sadece iki sözcük döküldü dudaklarından. “O bendim” dedi. Ve ekledi; “yalnız
2014 değil, 2015 yılıydı.”
Evet, Sırp şüpheli ya da ajanı(!) haber
muhabiri Beritan, benim DİHA’da Haber Nöbeti’ndeyken bütün gün karşımda oturan genç gazeteciymiş meğer…
Demirden, çelikten, zırhtan oluşmuş
bir mevsim
Sinesine yıllardır nice acıların zerk edildiği bir
coğrafyaydı orası.
Anlıyordum ki bahar başka bir dilde ulaşıyordu oralara.
Sokaklar tutulmuş, köşe başlarında siperler, mevziler; ne yana dönsen silahlı,
maskeli adamlar; demirden, çelikten, zırhtan oluşmuş bir mevsim. Kime sorsan
bir belirsizlik, nereye dokunsan acı, ne yöne dönsen bir siper. Belki de baharı
olmayacaktı o sene oraların...
Nitekim öyle de oldu. O sene, bahar bir türlü gelemedi Fırat’ın doğusuna.
Sonradan, oralarla da sınırlı kalmadı bu. Mevsimler bir
başka geçti bütün ülkede. Batıdan başlayan kasırga bir kez daha vurdu oraları.
Gün TV kapatıldı.
DİHA Haber Ajansı da öyle. Gün TV’deki bir günlük Haber Nöbeti’nde tanıştığım program
yapımcısı, Kürt dili uzmanı, eğitimci Mehmet’in, ben İzmir’e dönerken söylediği
“bizi unutmayın” sözü hiç gitmedi
kulaklarımdan…
DİHA Haber Ajansı’nda
karşımda oturan iki genç kadından Şerife
Oruç bir yıldır cezaevindeydi, habere koşamıyordu artık.
Diha muhabiri Şerife Oruç bir yıldır cezaevinde |
Şu satırları yazdığım sırada, Şerife Oruç’un Batman’da
mahkemesi vardı. Salondaki televizyondan
ise, görülmekte olan Cumhuriyet Gazetesi
davasının haberleri duyuluyordu. Ahmet
Şık’ın yargılayanları yargılayan ifadesi çığ gibi paylaşılmaktaydı sosyal
medyadan. Ben Cumhuriyet’e yazı
gönderirken okur temsilcisiydi Güray Öz.
Torununun kelebek resmine bile izin verilmeyen Öz’ün savunması düşüyor önüme. O da diğerleri gibi kararlı; “gazetecilik yargılanamaz, mahkum edilemez”
diyor…
Fırat’ın
doğusundan başlayan soğuk rüzgârlar, artık Fırat’ın
batısında da aynı şiddetle esiyordu. Esiyor ve önüne kattığı hemen her şeyi
sürükleyip götürüyordu.
Fırat’ın doğusuna ulaşmayan bahar
Tutuklu Cumhuriyet yazarları |
Şimdi görüyordum ki, bir yıl önce Fırat’ın doğusuna ulaşamayan bahar, kendini Fırat’ın batısından da esirgiyordu. Sokaklar yine tutulmuş, köşe
başlarında kuş uçurtulmuyor. Gazeteler kapatılmış, televizyon kanalları
susturulmuş, kültür sanat merkezleri, kadın evleri, sinemalar da öyle. Seçilmişler
içerde, yerel yönetimler ise kayyımda. Ne yana dönsen sansür, ne yana dönsen karanlık,
ne yana dönsen tuzak; yine demirden, çelikten, zırhtan oluşmuş bir mevsim…
Lakin biliyorum ki kaçarı yok, bahara dönecek bu mevsim!
Nasıl direniyorlarsa Semih
ve Nuriye Türkiye için, işte
öylesine kolsuz direnişine devam ediyor Ankara, Semih ve Nuriye için.
Bakın nasıl da söylüyor şarkını Ahmet Şık. Sözlerinde, tedirginlikten bir eser var mı? Kadri Gürsel
üstüne üstüne yürüyor yalanın, dolanın, riyakârlığın!
Bakın nasıl da kararlı diğerleri…
Ve nasıl ayaktalar, dimdikler; nasıl da karşısında olmaya
deva ediyorlar hala kulluğun, köleliğin, biat etmenin!
Başka yolu yok, görüyorum, mutlak baharı olacak bu ülkenin!