T24 | 19.09.2016
Her şey “kart” tan ve “kırt” tan ibaret değildi kuşkusuz.
Öncesi de vardı bu hikâyenin, sonrası da.
Ülkenin kaderini değiştirecek olan ordu 12 Eylül 980’de darbesini
yapıp seçilmişleri alaşağı ettiğinde, yaptığı en önemli işlerden biri de,
Kürtleri el çabukluğuyla Türk yapmak oluvermişti.
Onlar, aslında karda gezerlerken ayakları “kart, kırt, kurt” diye sesler çıkaran
dağ Türklerinden başkası değildi. Devletin resmi ideolojisine bundan sonra böyle
yazılacaktı…
Oysaki bu topraklarda Kürtlerin varlığını, daha 1925’lerde
onlar için hazırlanan ıslahat planlarından biliyorduk. Şark Islahat Planı’nda Kürtlerin
yaşadıkları iller isim isim sayılıyor, onların Kürtçe konuşmasını önleyecek
tedbirler sıralanıyordu. Keza, nüfusça azalmalarını sağlayacak yerleştirme ve
zorunlu iskân tedbirleri de unutulmuyordu.
Böylece çalıyorduk 21.yüzyılın kapısını. Anadolu coğrafyasında
Türkler olarak biraz daha çoğalıyor, halkın %91 ‘inin onayını almış darbe
anayasasının “kart, kırt”
sesleri arasında Kürtler olarak iyice azalıyorduk.
Islahat planları yeteri kadar ıslah etmemiş olacak ki
onların adını sonraki yılların olaylarında da duymak mümkün olacaktı. Devlete
büyük hizmetleri olmuş eski dış işleri bakanı, aynı zamanda Cumhuriyet Senatosu Başkanlığı ve
Cumhurbaşkanı vekilliği de yapmış olan İhsan Sabri Çağlayangil’in ağzından
bizzat dinleyecektik bunu:
1937 döneminin Malatya Emniyet Müdürlüğünü de yapmış olan Çağlayangil,
Kemal Kılıçtaroğlu’yla yaptığı söyleşide Dersim’de mağaralara doldurulan Kürtlerin gaz verilerek
fareler gibi nasıl zehirlendiklerini anlatıyor, onların yediden yetmişe
kesildiğinden bahsediyordu.
Evet, Kürtler vardı. Vardı ve devlet zaman zaman onları
öldürüyor, asıyor, kesiyordu.
Bunu nereden mi biliyorduk?
Örneğin, 2011 yılında bizzat dönemin başbakanı Erdoğan’ın
ağzından dinleyerek öğreniyorduk bunların bir kısmını.
R.Tayyip Erdoğan belgeler gösteriyordu bize; 1938’de Dersim’de
13.000 Kürt’ün devlet tarafından katledilmiş olduğunu söylüyor, “eğer özür
gerekiyorsa devlet
adına özür” diliyordu.
Sıkıyönetim ve olağanüstü hallerden bir türlü başını kurtaramayan
Kürtler, 12 Eylül 1980 darbesinin hışmından, sadece bir çırpıda Türk olmakla kurtulamayacaktı.
Darbe rejimi, karşı koyanın, itiraz edenin, sesini
çıkaranın tutuklandığı, hapse atıldığı, işkence edilip öldürüldüğü; “asmayıp besleyecek miyiz?” diye çocuk yaşta gençlerin yaşının büyütülerek idam edildiği katıksız bir faşizmin
adıydı.
Türk’ün payına büyük acılar düşmüştü bu rejimden; aydının, yazarın,
sanatçının; öğrenci, öğretim üyesi, memuru, sendikacısının da…
Bir de Kürt’ün payına düşen vardı bu rejimden ki, kelimeler
kifayetsiz kalıyordu bunları anlatmaya.
İstiklal marşını ezbere okuyamayanlara ölümüne dayakların
atıldığı, makatlarına coplar sokulan insanların bağırsaklarının poşetlere
doldurarak önlerine konulduğu, meşhur 'bambulu odalarında' çırılçıplak soyularak
üzerlerine kurt köpeklerinin salındığı; kum torbalarıyla yapılan işkencelerde
insanların, tarifsiz acılar içinde kan işediği; darbecilerin kurbanlarını,
ayaklarından zincirle bağlayıp bayılıncaya kadar askıda bıraktıkları, testis ve
erkeklik organlarından kaldırarak tarttıkları ya da ip bağlayarak koşturdukları
ve tüm bu yapılanları büyük bir zevkle seyrettikleri bir cezaevi de düşmüştü
onların payına. Adı Diyarbakır Cezaevi’ydi…
Sonra doksanlı yıllara gelecektik.
“Kart, kırt, kurt”
olmaktan kurtulan Kürtler yeniden çoğalacaklardı.
Çoğalacak ve bir kısmı siyaset yapmak üzere Ankara’da
meclisin yolunu tutacaktı. Belki milletin vekilleri olarak mecliste dertlerini
anlatacak, konuşma fırsatı bulacak, bir çıkış yolu arayacaklardı.
Yazık ki bu çaba da çok sürmedi.
Meclisteki yemin töreninde Kürt vekillerden biri, iki halkın kardeşliği adına kuracağı cümleyi Türkçe’nin dışında ana dilinde de söylemekte ısrar edince büyük kıyamet kopacaktı.
Devlet, duvarlarında egemenlik
kayıtsız şartsız milletindir yazan meclisinden, güpegündüz Kürtlerin
vekillerini enselerinden
tutarak kapı dışarı edecek, onları yıllar sürecek zindan hayatıyla
tanıştıracaktı.
Bundan böyle devlete yeni bir strateji gerekiyordu. Nitekim,
kendilerini devletin bekasından sorumlu tutanlar bulmakta da gecikmedi. Balığı yok etmek için denizi kurutma stratejisiydi
bu. İşte bu denizi kurutma faaliyeti sırasında binlerce Kürt köyü yakılacak,
yıkılacak, boşaltılacaktı.
2009 yılında devletin TRT’sinin yaptığı Zorunlu Hayat belgeselinde
bu olay ayrıntılarıyla anlatılacak, yedi yıl süren uygulamada 3.000’e yakın köyün
boşaltıldığı ifade edilecekti.
Devletin belgeselinin söylediği gibi 3.000’e yakın köy
boşaltılacak ve boşaltılan bu köylerin halkları başta Diyarbakır ve Şırnak
olmak üzere, Cizre, Silopi, Nusaybin, Yüksekova gibi kentlere sığınacaktı.
Evet, Kürtler vardı bu ülkede. Vardı ve anlaşılıyordu ki her ne olursa olsun, başlarına ne
gelirse gelsin, var olmaya da devam edeceklerdi. Öyle ki adları anıldığında
sanatçısının bile çatal bıçak yağmuruna tutulduğu, içten içe büyüyen bir
nefretin 10.yıl marşı eşliğinde histerik cinnetlere dönüştüğü, çoluk çocuk
demeden ıssız dağ başlarında uçaklardan atılan bombalarla paramparça edildiği
kimselerdi onlar.
* * *
2000’li yıllarla birlikte yeni bir yüzyıla da giriyorduk.
Ülke kardeş kavgasında bıkmış, savaşmaktan yorulmuştu.
2012 yılında nihayet çözüm sözünü dillendirmeye
başladık. Niye savaşıyorduk ki? Silahtan, ölümden, savaşmaktan başka bir şey
gelmez miydi elimizden?
İlk defa olarak güle oynaya bayramlar kutladık. Mitinglerde,
yürüyüşlerde, toplantılarda insanlar ölmez oldu. Konuşmaya başladık. Birbirimizi dinlemeye, anlamaya... Akil insanlar bir araya geldi, heyetler
oluşturuldu, masalar kuruldu, görüşmeler yapıldı…
Ne kan aktı, ne gözyaşı çoğaldı. İki buçuk yıl boyunca ölüm
haberleri düşmez oldu ocaklara. Barışın büyüsü bir anda tüm toplumu
sarıverdi...
Lakin…
Büyüydü bu, bozulurdu. Öyle de oldu.
Ülkede iki buçuk yıl süren barış ve çözüm umudundan sonra, masa
birden bire devrilivermişti!
7 Haziran
seçimlerinde, huzurun, barışın, insanların birbiriyle konuşmasının, birbirini
anlamasının birilerinin işine gelmediği görüldü.
Barıştan,
çözümden, özgürlükten kendilerine ekmek çıkmayacağını gören güçler savaşı
tercih ettiler.
Sonrası malumumuzdu.
Toplum olarak bir kan denizinde yüzmeye başladık.
Oysa ki ölenler, Türk’üyle, Kürt’üyle bu ülkenin sahipsizleriydi. Parayla askerlikten muaf olamayan, babadan dededen kalmış servete konamayan, genç yaşta vekil yakını, bakan danışmanı, bürokrat olamayan; sınavlarda torpil görüp, soru çalıp atanamayan, rüşvet parasıyla özel üniversitelerde okuyup, yabancı ülkelerde yüksek lisans yapamayan…
Ve sonra içinde
boğulmaya başladığımız bu kan denizinden şehitler çıkarmaya başladık kendimize.
Şehadetlerine övündük
gencecik çocukların.
Geride kalmış yetim çocuklarının gözü yaşlı suretlerini gazetelerimize basarak manşetler yaptık, iri puntolarla.
En fazla iki
buçuk yıl sürmüştü umut baharı. Ne akil insanların hükmü vardı artık, ne de
barıştan yana iki cümle kurmanın. Üstelik masa falan da kalmamıştı.
Tarihlerinde, kendilerini hep aldatılmış olarak görüyorlardı
onlar. Hep inkâr edilmiş; isimleri, renkleri, türküleri yasaklamış; en modern
şehirlerin bulvarlarında hep omuz vurulmuş, farklı giyindiği için linç edilmiş,
kutsallarının önünde diz çöktürülüp büstü öptürülmüş, bir karışıklık anında
kamyonlara bindirilerek şehir dışına gönderilmiş; alnı esmer, dili kırık diye
hep hor görülmüş…
Derken, bir kez
daha aldatılmış olduklarını hisseden Kürtler, yaşadıkları şehirlerde özyönetim
ilan etmeye başladılar. Gençlerse orada burada hendekler açmaya yeltendiler!
Devlete göre Kürtler,
ne kadar da şımarıktı!
Biraz yüz
versen, biraz hak-hukuk desen, biraz gevşetsen, ne zaman bir parça özgür
bıraksan hemencecik kendilerini yönetmeye kalkıyorlardı!
Kabul edilemez
bir şeydi bu!
Sonunda devletin
karşılığı büyük oldu.
Zaten çökertme
planları da hazırdı.
İçlerinde, sonradan darbe yapmaya kalkışacak subayların da bulunduğu komutanlar, büyük
haritalar önüne geçtiler, kameralar önünde pozlar verdiler. Karar kesindi; özyönetim
ilan edilen şehirlerde huzur yeniden tesis edilecekti!
1990’lı
yıllarda boşaltılan 3.000’e yakın köyden göçüp büyük kentlerin ve kasabaların
varoşlarına sığınmışlardı. 2015’in sonbaharında Kürtlerin yaşadığı bu şehirler birer birer kuşatılıp sokağa çıkma
yasakları ilan edilmeye başlandı.
Sanki başka bir
şeyin ilanıydı bu...
* * *
Okullar tatil
edilmiş, öğrencilerin eğitimi başka bir bahara ertelenmişti.
Kolluk güçleri
sokak sokak savaşıyor, mehter marşları eşliğinde mahalleler bombalanıyor,
ajanslara sokaklarda haftalardır bekleyen ölü suretleri düşüyordu. Yetmişinde
sokakta vurulan insanlar, cenazesi buzdolabında saklanan çocuklar, havaya uçurulan
apartmanlarda parçalanan kolluk güçleri. Varlıkları çizelgelerde sayılara
dönüşen ve her geçen artan ölüler sayesinde Türk’ün Kürt’e, Kürt’ün de Türk’e
olan nefreti giderek daha da bileniyordu.
O sıralarda, kolluk tarafından ele geçirilen okulların resimleri servis edilmeye başlanmıştı sosyal medyadan.
Fethedenler, düşman
kalelerini birer birer zapt etmiş bir ordunun neferleri gibiydiler.
Büyük bir
gururla okullara ve dersliklere giren kolluk güçleri, maskeli
JÖH’ler,
PÖH’ler kara tahtaların önünde afili pozlar vererek kurtarıyorlardı memleketin
onurunu.
O zamanki bir
yazımın başlığı şöyleydi:
* * *
Aradan bir
mevsim daha geçti.
Biraz daha
öldük, biraz daha bölündük.
Ölmekten de
öldürmekten de yorulmadık. Üstelik her ikisinden de gurur çıkarmayı başardık.
Ölenlerin
hesabı bile tutulamaz oldu. Kimi onlarla telaffuz etti, kimi yüzlerle, kimisi de binlerle…
Şimdi, birlikte talihsiz bir ülkenin kaderine ağlıyor gibiydik.
Ermeni’si çoktan
gitmiş, Rum’u azalmış, Kürt’ünse köylerini, kentlerini başlarına yıkmıştık.
Rüşvetçi
bakanlara yapamadığımızı seçilmiş vekillere yapıyorduk.
Hem de %80 ittifakla. Üstelik Anayasa’ya aykırı olduğunu bile bile.
Şimdilerde yüzde seksen,
yüzde yirmiyi adeta köşeye sıkıştırmış, meclisten atmaya çalışıyor.
Milletvekilleri
takipte. Attıkları her adım, söyledikleri her söz suç sayılıyor, her an yeni
soruşturmalar açılıyor haklarında.
Cinnet almış
başını yürüyor, seçilmiş belediyelere kayyımlar atanıyor.
Kürt muhtarlar bile görevden alınıyor.
Kürt muhtarlar bile görevden alınıyor.
Öğretmenlerin
Kürt olanları topluca görevden uzaklaştırılıyorlar.
Kelimeler yavaş
yavaş yer değiştiriyor, cümleler şaşırıyor, anlamlar aslına dönüyor sanki.
Seksen yıllık
Cumhuriyet yaşadıklarından hiç ibret almamışa benziyor. Tarih bir kez daha tekerrür
ediyor.
Hukuk denen
şeyin çoktandır yerlerde süründüğü, at izinin it izine karıştığı, katıksız bir
faşizmin kol gezdiği ülkenin sokaklarında, demirden bir zırha bürünmüş devletin
kükreyen sesi yankılanıyor:
“Kürt’e seçim meçim yok!
Egemenlik kayıtsız şartsız
Türklerindir.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
yusuf.nazim1@gmail.com