T24 | 23.09.2016
daha çok onlar
yaşamalıydı.
daha çok onlar haketmişlerdi bunu;
daha çok onlar bilirlerdi
yaşamanın ne olduğunu.
daha çok onlar haketmişlerdi bunu;
daha çok onlar bilirlerdi
yaşamanın ne olduğunu.
N. Çakırhan
Gözleri Anadolu, gövdeleri Mezopotamya’ydı.
Ölümden, kederden, acıdan elbiseler giyinmişlerdi.
Ölümden, kederden, acıdan elbiseler giyinmişlerdi.
Gözlerine örtü inmiyor, geceleri kapıları örtülmüyordu.
Kalabalıkların sessizce salınan siluetinde, kımıldayan rüzgârın nefesinde, açılan her kapının gıcırtısında hep onların yüzü vardı.
Yıllardır, her an çıkıp gelecek gibi bekliyorlardı.
Gelmiyorlardı…
* * *
Evet, onlar Cumartesi
Anneleri’ydi.
Kayıplarını arıyorlardı.
Yıllardır evlatlarının izini süren, yaz kış demeden taş kaldırımları mekân tutan, evlerinin aralık bıraktıkları kapılarında her an çocuklarını yolunu gözleyen kadınlar.
Önceleri, sağ olarak bulmayı umdukları çocuklarının, sonradan
hiç değil ölülerini görebilmek, olmazsa kemikleriyle bile yetinmek için her
cumartesi, çığlıklarını sessizce kaldırımlara bırakan insanlar.
Başkaları, hafta sonlarını çocuklarıyla parkta, piknikte,
eğlencede geçirirken onlar, kayıp çocukları için yas tutan, sessiz ağıtlar
yakan, nöbet bekleyen kadınlar…
* * *
Tarih 20 Mart 1995.
Akşama görüşürüz diyerek evinden çıkan ve bir daha geri dönmeyen Hasan Ocak'tan 55 gün haber alınamamıştır.
Onun, işkence edilerek telle boğulmuş cesedi İstanbul'da Beykoz Ormanları’nda bulunur.
Hasan Ocak’ın ıssız bir ormanda bulunmuş cesedinin kimsesizler mezarlığına gömüldüğü sonradan ortaya çıkacaktır.
Ne ilk kaybedilendir o, ne de son olacaktır.
22 Mayıs 1995’te Rıdvan Karakoç’un da aynı akıbeti yaşadığı anlaşılır.
Korku duvarları bir kez yıkılmaya başlayınca, kaybedilenler
değil ama onların yakınları birer birer ortaya çıkmaya başlar.
Anlaşılır ki sayısız, nice kayıpları vardır bu acılar
coğrafyasının.
Daha nice anaları vardır bu ülkenin, yıllardır taş basıp beklemiştir bağrına.
Çaresizlik, sonunda bir grup kadını 27 Mayıs 1995 Cumartesi
günü İstanbul’da Galatasaray Lisesi önünde buluşturur.
Amaçları, yeni kayıpların yaşanmaması, kaybedilenlerin akıbetinin araştırılması, sorumluların adalet önüne çıkarılarak yargılanmasıdır.
Dövizsiz, pankartsız, slogansız; ellerinde sadece kayıplarının fotoğraflarıyla oturarak sessizliklerinin ses olmasını beklerler.
Sadece yakınlarından bir haber alabilmek için değil, aynı
zamanda sorumluların da hesap vermesi; yargı önüne çıkarılarak bir daha benzer
acıların yaşanmaması için Galatasaray Meydanı’nı mekân tuttular.
Bu amaçla her cumartesi günü, saat 12.00’de Galatasaray’da
sessiz bir çığlık olup İstanbul’un ve ülkenin vicdanına kanarlar.
Ellerinde kayıplarının resimleriyle, yarım saat boyunca hiç
konuşmadan otururlar.
Yaz-kış demeden, sıcak-soğuk dinlemeden kaldırımlarda, taşların
ve betonların üzerinde evlatlarını ve onların katilleri ararlar. Yanlarından
gelip geçenlerin gözlerine bakarak onlardan medet umarlar…
* * *
* * *
'Türkiye'de gözaltında
kaybedilenlerin' sessiz ama derinden çığlığıydı bu.
Aradan geçen yıllar, on yıllar onların vicdan arayışlarına
asla engel olamadı.
Aksine, hiç eskimeyen özlemleri, bitmeyen umutları, sarsılmaz
inançlarıyla Galatasaray'ın soğuk kaldırımlarında dal budak salmaya devam
ettiler.
Ne polis şiddeti ayırabildi onları bu arayıştan, ne de kaybedenlerin nefreti.
Haftalar haftaları kovaladı, yıllar yılları.
Zamanla, Galatasaray Meydanı’ndaki anaların sürdürdüğü bu
arayış nöbetini önce çocukları devraldı, sonra torunları.
Ve giderek ses oldu onların sessizlikleri.
Galatasaray’ın taş kaldırımlarından yükselen bu çığlık,
Diyarbakır’dan, Batman’dan, Urfa’dan Yüksekova ve Cizre'den yankılandı; Şili,
Arjantin, Meksika derken tüm dünyaya ulaştı.
İstatistiklerde giderek birer rakam olmaktan çıkan kayıplar,
etleri, kemikleri, kokuları ve hatıralarıyla akıllarda yavaş yavaş yeniden
canlanmaya başladılar.
Ne var ki bütün dünyanın duyduğu bu çığlığı, devlet bir
türlü duymadı, duymazdan geldi.
* * *
Kaybedenlere gelince.
Çoğu isimleriyle biliniyordu.
Ya gözaltı tutanaklarında adları yazılıydı, ya işkence götürülürken görenler tanığı.
Birçoğu göz göre göre, alenen alıp götürmüşlerdi.
Kimi terfi alarak ödüllendirildi, kimi emekliye ayrıldı.
İçlerinde, siyasete girip memleketin yüksek menfaatleri için
çalışanlar bile oldu.
Yaşadıkları utanç dolu geçmişi unutmaya, unutturmaya çalıştılar.
Bir zamanlar, onların kurbanlarını boğazlayan kanlı elleri, çocuklarının başını okşayıp severken; yetim bıraktıkları çocukların ahları her hafta, Beyoğlu’nda bir meydanda sessiz sedasız kanamaya devam etti.
Kısacası kaybedenler, soğuk, kirli, ölüm kokan nefesleriyle hiçbir şey olmamış gibi aramızda dolaşıp yaşamaya devam ediyorlar.
* * *
Cumartesi anneleri.
Onlarınki, mezarları bile olmayan ölüler için tarihe düşülen
bir ağıt.
Bayramlarda mezarlığa gitmek yerine Galatasaray Meydanı’nda
boş kaldırımlara ellerini süren kadınların vicdan arayışları…
Taşıdıkları resimlerin hikâyeleri kirli bir tarihe akan,
vasiyetlerinde, evlatlarının kemikleri bulunmadan gömülmek istemediklerini
yazan kadınlar…
Sessizlikleri, sevdiklerine ulaşmanın çabasından ibaret,
yüreklerinde katlanıldıkça çoğalan acılar taşıyan analar, babalar, çocuklar…
Bu hafta, 24 Eylül’de
Galatasaray Meydanı’nda 600.kez
oturacaklar.
Dudaklarında yıllardır sessizliğe bürünmüş ağıtlar taşıyarak
yine acıdan elbiseler giyinmiş olacaklar.
Bir kez daha, hayatlarından apansız koparılmış çocuklarının,
eşlerinin, babalarının kayıp kemiklerinin peşinde bir ülkenin kaybolmuş
vicdanını arayacaklar.
* * *
Bir cumartesi günü sizin de yolunuz İstanbul’un Beyoğlu
Semti’ne düşerse, İstiklal Caddesi’nden aşağılara doğru yürüyün.
Caddenin eski zamanları andıran çok renkli, çok sesli, çok
kimlikli havasını koklayın, çevrenize şöyle bir bakın.
Güneşli bir günse, kollarınızı açıp baharını kucakladığınız, veya
soğuk bir kış günü de olsa fark etmez, ya da bardaktan boşanırcasına yağan bir
yağmur da olabilir ruhunuzu ıslatan…
Zamanın, Beyoğlu’nun kaldırımlarında, ağır ağır 12.00’ye doğru
yuvarlandığı bir anda, pusulaları Galatasaray Meydanı’na dönmüş, yürüyen
insanlar göreceksiniz.
Gözleri Anadolu, gövdeleri Mezopotamya gibi kadınlar, yakalarında
kırmızı karanfillerle genç kızlar, ellerinde kayıp resimler taşıyan çocuklar…
Bakışlarında, gizli bir söylenceyi taşır gibidirler.
Belki de tanıdık gelecektir size bu yüzler.
Saat tam 12.00’ye dokunduğunda, İstiklal Caddesi’nin eski
yüzlü binalarından, taş kaldırımlarından kulağınıza çarpan, ince ve derinden
bir çığlığı duyar gibi olacaksınız.
Eğilip kulak verin bu çığlığa, tanıyacaksınız!
Nice kahırlarla dolu Anadolu’nun, on yıllardır kayıplarını arayan Mezopotamya’nın hüzün dolu çığlıdır bu.
Nice kahırlarla dolu Anadolu’nun, on yıllardır kayıplarını arayan Mezopotamya’nın hüzün dolu çığlıdır bu.
Siz de bir karanfil alın elinize.
Meydandaki sessiz kalabalığa sokulun, kendinize ufak bir yer açın.
Öyle cafcaflı pankartlar, sıkılmış yumruklar, sloganlar da gerekmez.
Sadece siz olun!
Sessiz olun...
Oradaki çığlığa sessizce ortak olun.
http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/gozleri-anadolu-govdeleri-mezopotamya,15502