26 Mayıs 2014 Pazartesi

Ağrı'nın ağrısı



Yusuf Nazım
Cumhuriyet/ 26 Mayıs 2014


Siyah-beyaz bir pankartta gördüm onu geçende. Beyaz bir bez parçasına siyah harflerle yazılıydı. Gazetecilikte derler ya; sekiz sütun üstüne bir manşet! Ona benziyordu. Bir apartman üzerinde, tam üç kat boyunda! Boydan boya asılmış dev pankartın üzerinde “Yastayız! Soma’nın Acısı Ağrı’nın Acısıdır!” diye yazılıydı.

Ağrı seçimden yeni çıkmıştı, yorgundu. Kıyasıya bir yarış hüküm sürmüş, heyecan doruğa yükselmiş, defalarca sayım yapılmıştı. 


Seçimin şaibeli olduğu iddia edilmiş; tartışmalar, gerginlikler, itirazlar birbirini izlemişti. Sonuçta seçimler iptal edilmiş, Haziran'da tekrarlanmasına karar verilmişti. 

Ağrı şimdi yeni bir seçime hazırlanıyordu. Sil baştan yapılacak çalışmalar, yeni kampanyalar, kalabalıklar, açılacak seçim büroları… 

İşte tam da bu sıradaydı. Soma’dan gelen acı haber, Ağrı’nın tam kalbine oturmuştu. Bunun üzerine Ağrı, seçim kampanyalarını iptal etmiş, Ağrı seçimi unutmuştu.

* * *

Yıl 1999, Zonguldak. 
Kara elmasla özdeşleşen bir kent. Bu kentin, kömürle hayat bulmuş bir kasabası. Adı, sonradan Kandilli olarak değiştirilen Armutçuk… 
Bir zamanlar, hayata rengini veren kara taşın insan yaşamına bulaşmış serüveni… 
İşte, bir zamanlar Kandilli’de bu serüvenin peşinden koşmuştum. 
Yapmaya çalıştığım şey, hüzne ve tutkuya dair bir iz sürmeydi. Kömüre bulaşmış hayatların, bir daha geri gelmeyecek olanların, her şeye rağmen umutlarını heybelerinde çaresizce taşıyanların… 
Yerin beş yüz seksen beş metre altına inmiş, domuz damı direkleri arasında kömürün tozunu solumuş, zifiri karanlık derinlikleri aşındırarak, küfesinde umudu ve yaşama sevincini taşıyanların yolculuğuna tanık olmuştum. Karanlık kuyulardan başlayarak çoğu kez gizli kalmış hayatların, birbirinden ilginç hikâyeleriyle devam eden esrarengiz bir yolculuktu bu.

Çokça anıları vardı onların. Ve bu anılara bulaşmış ölümleri

Ocağa kömür işçileriyle birlikte inmiş, galeride birlikte vagona binmiş, onların küçük bir çıkından ibaret sofralarına ortak olmuştum. 

Orada, yakından tanımıştım madencileri. Çokça anıları vardı onların. Ve bu anılara bulaşmış ölümleri; Kozlu’da, Armutçuk’ta, Karadon’da, Üzülmez’de, Çaydamar’da..
İndiğim Armutçuk Maden Ocağı’nda, 7 Mart 1983’de yaşanan grizu patlaması sonucu 103 işçi hayatını kaybetmişti. Yüz üç işçi, yerin altına inmiş ve bir daha geri çıkamamıştı! 
Yanımda emniyet mühendisi, diğer maden işçileri; kazmacısı, barutçusu, oduncusu vardı. Bin bir güçlüğe katlanarak kazmanın kömüre değdiği ayağa kadar inmiş, kapatılan kör kuyuları görmüş, sağ girip ölü çıkan madencilerin yürek burkan hikâyelerini dinlemiştim. 
Onlar, dönüşü olmayan bir yolun çaresiz yolcuları gibi gitmişlerdi ölüme. Kekre hüzünlerle dolu bu öyküleri dinlerken gözyaşlarımı yüreğime akıtmış, sessizce ağlamıştım…

* * *

Şimdi, on beş yıl sonra, ülkenin başka bir köşesinde, yerin yüzlerce metre derinliklerinde, yine onların acı yüklü hikâyeleri sızıyordu yer üstüne. 
Yine ölüm çığlıkları yırtıyordu karanlıkları. 
Yine duvarları delen ağıtlar yankılanıyor, toplu mezarlar kazılıyordu. 
Ölüm, karanlık ve yanık galerilerin isli dehlizlerinden çıkarak bir kez daha merhametsiz sayılara dönüşüyordu. 
Ve televizyon kanalları, prime time’da her gün durmaksızın onları konuşuyordu. Suretleri –ama artık yaşamayan suretleri- bir bir insafsızca düşüyordu ajanslara. Geçen her gün, daha çok sayıda madenci cesedi haber oluyorlardı manşetlere

Hayata rengini vermek üzere yıllar yılı kara taşın peşinde iz sürenler, bir kez daha mağlup oluyorlardı. 
Yaşananlar, acımasız bir ısrarla tekerrür ederken, tarihin cinayet defterine yeni rekorlar kaydediliyordu. 
Madencilerin, yer altına her indiklerinde, güneşi yeniden görebilsem, diye gizli bir tutkuyla gözlerinde parıldayan ışık bir kez daha sönüyordu. 
Ve hayat, Somalı maden işçilerinin, ocağa her girişlerinde onlarla helalleşen eşlerinin, üç tekerlekli bisiklet bekleyen çocuklarının gözlerinde anlamını bir kez daha kaybediyordu.

Yerin altında ışık, hasreti en çok duyulan şeydi

Ve şimdi Aydın’da, Manisa’da, Balıkesir’de olduğu gibi; Diyarbakır’da, Lice’de, Silopi’de de birbirine benzer ağıtlar yakılıyordu. 
Ağrı ise seçimini yapıyordu; yüksek bir apartmanın üç katını kaplayan duvarına Soma’ya dair acısını anlatan dev bir pankart asıyordu...  

Bilenler bilirdi. Yerin altında ışık, hasreti en çok duyulan şeydi. Işığa hasret olunan o yer, damarın damarı kestiği, kazmanın kömürü dövdüğü yerdi. Orada ter, akınca domur domur akar, nefes nefese dokunur, ölüm gizliden gizliye birikirdi.

Biliyordum, Ağrı’nın dili kesikti ama her şeye rağmen yüreği vardı. Üstelik, o yürek şimdi yaralıydı. Seçim yorgunu Ağrı, kendi seçimini yapmıştı. Ne seçmen kütükleri, oy pusulaları, seçmen büroları; ne de şaşaalı kampanyalar... 
Şimdi, beş katlı bir apartmanın üstünde, dev bir pankartta sessizce sallanan sadece bir taziye mesajı değil Ağrı’nın ağrısıydı. Yalnızca Ağrı’nın değil, tüm ülkenin ağrısıydı bu. Türk’ü, Kürt’ü, Ermeni’si, Laz’ıyla; Doğulusu, Batılısı, Karadenizlisi, Egelisiyle…

* * *

Oysaki bir kez muktedir olmuşları vardı bu ülkenin. Sanki sonsuza dek sürecek sandıkları, sihirli bir saltanat peşindeydiler. Her gün, devletlû büyükleriyle saf durup camilerde, zemzem suyuyla yıkanarak arınırlardı günahlarından. Kocaman tabelalara yazmak için isimlerini, gösterişli camiler yaparlardı; parklar, bahçeler, üniversiteler. Sonradan görme, kibirli bir ihtişam içindeydi yaşamları. Ve artık alışmışlardı, daima üstten bakmaya tebaasına! Lakin adalet önünde korkak, yağmada cüretliydiler. Oysaki kalbi karaydı cümlesinin. Zehire batmış dilleri, yalandan ezberlenmiş ayetleriyle hepsi de yüz karasıydı bu ülkenin!

Yerin yedi kat zifiri derininde Somalının döktüğüne gelince; el emeği, alın teri, göz nuruydu. Kazandığı ise boynunda mücevherat, kolunda altın saat değil; bedavadan ihale, denize nazır villa, gemi parası hiç değil! Eksiği yok, kuruşu kuruşuna ekmek parasıydı! 
Ağrılının, Somalı madencinin yüzünde gördüğü ise yüz karası değil, kömür karasıydı. İşte bu yüzden ki, Ağrı’da bir apartmanda, üç kat üstüne bir pankartta dile gelen şey, en çok da Ağrılının ağrısıydı.

Zaman ne kadar acımasızdı ve nasıl da tekrarı seviyordu. 

Bir zamanlar, Zonguldak Armutçuk’ta, yerin beş yüz seksen beş metre altına indiğim o günden tam on beş yıl sonra, bir kez daha bunu anlıyordum. 
Ülkenin bir yanı yaralıydı. Öbür yanı ise bunun için ağrıyordu. 
Ve ben, 2014 yılının Mayıs ayında, Armutçuk’tan çok uzaklarda, ıssız bir deniz kıyısında, yaralı kalbimi sessizce dalgalara bırakmış, en çok da bu ağrıya ağlıyordum.