Yusuf Nazım
Evrensel Kültür /Nisan 2014
Bir süredir bir fiile dolanıyor dilim. Ruhum hırçın deniz, durulmak bilmiyor bir türlü. İçinde kasvetle büyüyor yalnızlık...
Evrensel Kültür /Nisan 2014
Bir süredir bir fiile dolanıyor dilim. Ruhum hırçın deniz, durulmak bilmiyor bir türlü. İçinde kasvetle büyüyor yalnızlık...
Sebebi
var bu kasvetli yalnızlığın. Bir kentin suskunluğu neye benzer? Suskunluk kader
olursa bir şehre, o şehir gülmeyi nasıl öğrenir? İtiraf ediyorum! Beni böylesine
yalnız kılan, yenik bir şehrin acı dolu âhıdır! Sen ki, bir zamanlar göklerini fethe
çıktığımız bu diyarda, kalbimde büyüyen şeyin adıydın. Şimdi, içten içe
kemirerek gövdemde büyüyen kurt olmasa, hangi kötü talih uzaklaştırabilir seni
benden? Hangi deli kurşun cansız yere serebilir bedenimi? Hangi ölüm korkusu
düşürebilir gözlerimdeki sevinci? Hangi cellâdın titreyen adımları kurutabilir
yüreğimdeki cesareti?
Görüyorum,
her Cumartesi Galatasaray’da kendi katillerini arıyor ölüler yorulmadan. Sessiz
ağıtları siniyor anaların soğuk kaldırımlara. Failler ne kadar meçhul olabilir
bir ülkede? Katiller ne kadar vicdansız, bir şehir ne kadar suskun? El
birliğiyle anıtını diktiler liberalizmin bu şehrin göbeğine! Ülkemin toprağını,
etini, sütünü yok edenlerin… Bir hiç uğruna çocuklarını Kore’ye ölüme
gönderenlerin! Bu şehre reva görülen menfur zalimlik niye? Kim bilir, belki de
boyun eğmeyenlere ibret olsun diye!
Karanlık yollarında
yürüyorum Tophane’nin. Eylül, hala buruk bir acıyla hissediliyor buralarda. Eli
palalı, sopalı haramiler kol geziyor, eski bir nefretin izi sinmiş sokaklarında.
Sıraselvilerden yavaş adımlarla çıkıyorum. Uğul uğul sesleri duyuluyor gaza ve zehire
boğulmuş kalabalıkların. Taksim’de 1 Mayıs’a, her yıl yeniden kıyılıyor.
Gidenler, gittikleriyle kalıyorlar. Canhıraş feryatları işitiliyor Kazancı
Yokuşu’nda ölen canların. İnce bir özenle büyüttüğüm yüreğimin bütün çiçekleri
soluyor. Kelimeler, tarifsiz bir kederle kuruyor dudaklarımda. Susuyorum. Bir
kez daha bir fiile dolanıyor dilim.
Bir
zamanlar, sokak sokak çoğalan serüvenleri vardı bu şehrin; dağ dağ büyüyen
umutları, ılgıt ılgıt akan heyecanları... Bir de, yeni bir dünya yaratmak
peşindeki sevdalıları vardı… Şimdilerde meydanları zapt edilmiş, sokakları
bozgun! Cümle grevleri kırılmış, ihanete uğramış örgütleri. Aşkları yarım
kalmış, düşleri hüsran... Yanaklarında “gülüş yığınaklarıyla” gelip dudaklarının
ateşini mazgal demirlerinde söndüren o çocuklar nerede kaldılar? Hangi devrin
karanlık girdaplarına gark oldu hayalleri? Biliyorum, arkalarında yenilmiş
şehirler bırakarak giden kahramanlar birer birer öldüler! Onlar, ışıklarını
yonta yonta güneşin bağrına gömüldüler! Biliyorum, severken onlar kadar cesur,
onlar kadar karşılıksız, onlar gibi ikirciksiz sevenleri olmadı bu kentin.
Soruyorum şimdi, kim kırdı kalemini senin İstanbul? Emeğimin, alın terimin, göz
nurumun şehri! Kim verdi idam fermanını eline? Sana ölüm tuzakları kuran bu
zifiri karanlık nereden? Hangi tanrının insafsız kullarıdır, hangi devrin
kibirli muktedirleri bunlar? Bundan böyle, senin için yazılmış bunca şarkı neye
yarar? Bunca beste kime şan olur? Hangi şair sana âşık olabilir şimdi ey İstanbul!
Diz çöküp önünde şiirler yazabilir adına, şarkılar besteleyebilir?
Yüreğim, zalim acıların yurdu
Ürkek
adımlarla ilerliyorum caddelerinde. Galata Kulesi biraz ileride korku içinde
yol kesiyor. Gözlerim başka bir kuleyi arıyor uzaklarda. Salacak açıklarında leb’i
derya, Kız Kulesi açgözlü tüccarlara mahkûm, puslar içinde feryat figan yalvarıyor.
Yüreğim, zalim acıların yurdu, telaşla çırpınıyor. Bir parça daha kopuyor
bedenimden. Alazlı yangınlar diyarı gövdem.
Nedense hep bir fiile dolanıyor dilim.
Soruyorum şimdi; ne zaman
kirlendi sokakları bu şehrin? Tenhalarında, keskin tiner kokularını ciğerlerine
basan çocuklar kimin çocukları? On sekizinde, yurtlarından izbe
sokaklara terk ettiğin genç kızlar hangi çaresizliğin eseri? Hangi muamma yol gösterecek
onlara? Hangi deryanın suları söndürecek şimdi bu yangını?
Sermayesi
olmuş mülkiyetin bu şehirde artık yaşamak zor! Camgöbeği yeşil sularında, kayıkların gezdiği Boğaziçi, çirkin bir fahişeye benziyor şimdi yüzün! Kara gövdeleriyle
damarlarına zevk taşıyor holdinglerin tankerler. Eyy kalbimi avuçlarımla
getirip sana sunduğum şehir! Seni tutsak eden zincirlerin niçin böylesine ağır?
Duyuyorum, kuş sesleri hala cıvıl cıvıl Emirgan’da. Lakin, parmakları tütün
sarmıyor artık işçi kadınların Cibali'de; ipeksi dokunuşlarından eser yok! Düşleri yarım,
hayalleri hüzün buğuluyor. Ataköy sahillerinde eski Baruthane parsel parsel.
Ekskavatörler, greyderler altında can çekişiyor. Gözü dönmüş servet avcıları, güruh halindeler peşinde. Üstünde talan ve yağmaya adanmış bir çarkın kirli
dişlileri. Beykoz Kundura’ya ne oldu? Boğaz’da, 180 dönüm suretiyle kırık dökük,
eski bir sahneyi andırıyor şimdi yüzü. Kaçakçılar, popüler savaş oyunları
oynamakla meşgul, talandan yorgun iştahlarını doyurmaktalar. Şımarık züppe çocukları, eğlenceden
eğlenceye koşuyorlar türedi zenginlerin.
Adımlarım
Beyoğlu’na sürüklüyor beni. Tarlabaşı’nda dozerler çalışıyor. Harap
bakışlarıyla Emek Sineması tarihe göz kırpıyor. Majik dersen, yerinde yeni
yetme bir gökdelen; ucube suretiyle tarihe meydan okuyarak yükseliyor. Yüreğimde
deli dolu bir hüzün, hayalimde henüz çıkılmamış yolculuklar. Dudaklarımda, ısrarla
bir araya gelmeye çalışıyor heceler. Durmaksızın bir fiile dolanıyor dilim.
Bir kenti
bu kadar çirkin kılan nedir? Mavi göklerinde her gün suretini çizen bu zalimlik
niye? Ciğerlerini pare pare eden bu sisli karanlık neyin eseri? Söyle, hangi
kapıyı çalabilir, varoşlarından sürüler halinde kovulan sahipsiz çocukların?
Hangi umut tutunabilir şimdi, kenar semtlerinden apar topar sürgün, çaresiz yüreklerde?
Bu kenti yaşadığımı kim söyleyebilir bana? Her gün, yağlı bir hançer gibi
saplanıyor gökdelenler sırtına sırtına şehrin. Bak, acılar içinde kıvranıyor
Ayasofya! Sultanahmet’te, beş vakit ezan seslerini katlediyor reklam ajansları.
Yer altı dünyası büyük işler peşinde; hepsi de saygıdeğer, hatırlı, iş adamı,
borsaya açmışlar şirketlerini. Beş yıldızlı oteller dizilmiş boncuk boncuk Boğaziçi’ne;
şeyhleri, prensleri ağırlıyor geceliği bin dolardan. Defileden defileye
koşuyorlar adı sosyeteye çıkmış mankenler. Kumarhanelerinde bürokratlar,
kapılarında kolluk kuvvetleri, yalılarında esrar, eroin; malikânelerinde altına
endeksli rüşvet pazarlıkları…
Nasıl affettirsem sana kendimi ey
şehir!
Hava
sisli. Asit kıvamında yağıyor yağmurlar. Üşüyorum. Kirli bir balçığa bulanıyor
ayaklarım. Birazdan Çamlıca’ya düşecek yolum. Birbirine yaslanmış paslı
gövdeleriyle çelik putrelli antenler püskürüyor tepelerinden. Katliam ve kıyım
haberlerini yayıyorlar dört bir yana. Kesif bir duman bulutunu ağırlıyor karşı
kıyıda Altın Boynuz. Şimdi bir kanat taksam, uçsam; karşımda Kapalıçarşı,
Sirkeci, Mahmutpaşa… Dönüyorum bir yanıma, talan edilmiş tepeleri, azalmış
erguvanı, çam yeşili, derin bir hüzün basmış her yanı… İşte bir ağrı daha
saplanıyor bir yanıma, işte beni öldürecek zehir, işte göğsümde bir yara daha…
Nasıl
affettirsem sana kendimi ey şehir! Ne yapsam beni bağışlarsın? Seni bu hale
getiren günahlarımdan ne etsem arındırırsın ruhumu? Alloine’de bedenimi
tutuştursam, Hasankeyf’te boğulsam, Gazze’de Racel Corrie’nin izinden gitsem,
Afrika’da sisteki gorillerle birlikte olsam ya da Gezi Parkı’nda bir barikatta
vurulsam!.. Yavaşça yumuyorum gözlerimi, ölü bir şehir gibi cansız. Bir çığlık oluyor
apansız bakışlarım. Israrla bir fiile dolanıyor dilim.
Bu kenti
bize emanet ederek gidenler şimdi nerdeler? Nicedir çan sesleri karışmıyor ezanlara,
neden? Kime yadigâr kalmış yıkılmış eski Rum evleri, viran içinde dükkânlar?
Geride kalan nedir Mahmutpaşa’dan? Gözlerim görmez oldu artık, ruhum işitmiyor?
Ne zaman terk ettiler bu diyarı onlar? Eski Galata’nın Yahudi, Rum esnafı;
barutçusu, sarrafı, zanaatkârı; kanunlarda “gayrimüslim” diye, “dönme” diye
damgalı; manşetlerde adı “ecnebi” ye çıkmış, “huzur bozan” ya da
"karaborsacı Yahudi…" Nerdeler şimdi? Onulmaz yaralar açıyor ruhumda
Heybeliada’nın yetim bakışları. Ayasofya dersen bir süredir tedirgin.
Kabul et,
bu şehrin sakinleri yok artık! Gidenler ayak sürüyerek gittiler. Kalanlar hep
güvercin ürkekliğinde. Issız sokakları çağırıyor bu kentin beni. Sıvasız duvarlarıyla eski
yüzlü mahallelere düşüyor yolum. Görüyorum, bir de gelenleri var bu kentin; bir
gece apansız askeran basmış köylerini! Göçmüşler… Yurt eylemişler bu kentin
varoşlarını. Şimdi, slikozist içiyor Mardinli Kürt işçinin ciğerleri. Her gün heder
oluyor ömürleri Lee Cooper, Dolce Gabana, Mavi Jeans bedenlere. Tenhalarında
teni kara, alnı esmer, dili kırık olanların ürkek ağıtları duyuluyor hala. Merdiven
altı atölyelerde, dört mevsim inşaatlarda, yaz kış demeden, sıcak soğuk
dinlemeden onlar çalışıyorlar. Esenyurt’ta, derme çatma evlerinden çıkarak
Balık Yolu’ndan bir temizlik ordusu ilerliyor sabahları. Gecikmiş gibi yürüyorlar
hızlı adımlarıyla randevularına. Cam silip mermer parlatmak için yukarı kentin
konaklarında. Kederli, mahmur yüzlerinde nice hikâyeler taşıyorlar. Haramidere’yi
eşkıyalar basmış biraz ileride; bir AVM inşaatında cayır cayır çadırlar; içinde
depremden kurtulmuş Vanlı işçiler yanıyorlar! Sorsan, ağız birliği etmiş gibi
hepsi kader diyorlar. Ahh, beni öldüren bu kentin sahipsiz sessizliği! Ahh bu
göz gözü görmez karanlık! Daracık sokaklardan geçiyorum, üstüme üstüme
devriliyor evler. Kaldırımda siyahi, iri gözlerinde bir çocuğun yalvaran bakışları. Dönüyorum arkamı. Birden bir fiile dolanıyor dilim.
Şairleri neden böylesine azalmış
bu kentin?
Şimdi Taksim’deyim.
Gezi Parkı’nda şenlik mi var? Bir şölen havasında sanki ortalık. Sokaklar, ilk
defa zapt edilmiş gibi hınca hınç dolu. Sanırsın ayaklar baş olmaya koşuyor,
başlar ayak! Mahşeri bir kalabalık dalgalanıyor meydanda, kızlı erkekli
halaylar çekiliyor; dört yan cümbüş, herkeste kol kola girmek özlemi, bu nasıl
bir karnaval görüntüsü!
Korkudan
eser kalmamış Beyoğlu’nun izbe sokaklarında. İlk defa olarak tiner çekmiyor çocuklar
ciğerlerine, insan kokusu soluyorlar, insan! Yanaklarında körpe çocuk gülüşleri,
elleri ellerime dokunuyor, ürkerek, tenleri tenime. Genç bir kız, ağlayan
gözleriyle sarılıyor yaralı köpeğine. Yüzünde masum bir tebessüm, gülümseyen maskesiyle akordeon çalıyor delikanlı, caddenin ortasında. Zehir bulutuna aldırmadan dans
ediyor bir diğeri; kolu dövmeli, kulağı küpeli. Hayata meydan okuyor gitarıyla. Parmakları, notalar dokuyor içinden kopup gelen isyana. İstiklal Caddesi
gümbür gümbür, coşkulu bir kalabalık akıyor Taksim’e doğru. Sokak başında bir
koşturmaca, bir heyecan, bir telaş! Kadınlı erkekli el ele, bir çırpıda bir barikat
kuruluyor! Çekik gözlerinde mavi, bakışlarında heyecan, gencecik bir delikanlı
atılıyor ileriye! Bir yandan sirenler çalıyor, sokaklar gaz ve biber, yağmur
gibi fişekler patlamada; yanaklarında bir sevinç yumağı, on yedisinde bir çocuk
yığılıyor yere! Havada öylece asılı kalıyor zaman! Sanki geçmiyor, duruyor bir
an... Birden bire demirden bir gökyüzü kapanıyor üzerime! Gözlerim buğu içinde,
dişlerim kenetlenmiş, kalbim mengenede. Kapıyorum ellerimle yüzümü. Ansızın bir
fiile dolanıyor dilim.
Bu kentin ağırlığı, giderek
daha da büyüyor üzerimde. Boğaz’da serin rüzgârlara gömdüğüm
alnım, Yeniköy’de ekmek arası balık, Kumkapı’da çengi-çalgı, Tuzla’da her gün
yeni bir ölümün habercisi; taşlama atölyelerinde slikozistli kot işçileri, Gezi
Parkı’nın yalnız kuşları, Beyoğlu’nun sarhoşları… Söyleyin, şairleri neden böylesine azalmış
bu kentin? Cumartesileri, matem dağıtıyor Galatasaray gelip geçenlere. Zülüfleri
kanlı perçem, çığlıkları arşa ulaşıyor kadınların. Sulukule’de yıkım,
Tarlabaşı’nda cinayet, Balat’ta kömür gözlü bir çingeneyle muhabbet. Soğuktan bedenleri
birbirine yapışmış çocukların; zulalarında esrar, daracık sokaklarında tiner
kokusu; bir yanım umut dolu, bir yanım bu kentin yalnızlığı! Yüreğim köpük
köpük mavi, dalga dalga deniz; üstünde bir martı sürüsü, içinde asi bir rüzgâr
ve dilimde giderek ağırlaşan bir fiil…
Eyy, acılar içinde kanayan ruhum! Eyy,
bu kentin kıtalar arası semalarında, nice sevdalara kanat açan kalbim! Biliyorum, artık uzaklaşmak istiyorsun bu şehrin çürümüş sessizliğinden. Biliyorum, gidersem
dönüşü olmayacak bir yolculuk benimkisi. Bu kentin ağrılarına bırakıyorum
bedenimi, yaralı ve yorgun. Kapıyorum gözlerimi, sessiz bir gemi şimdi,
sığınacak ıssız bir liman arıyor yüreğim. Hafif bir yel çıkıyor, denizde bir
balık kıpırtısı, birden Boğaziçi kokuyor gözlerim, serin bir rüzgâr yalıyor
saçlarımı. İşte gri bir gökyüzü, işte şu siyahî bulutlar, işte patlamaya hazır
bir fırtına! Anlıyorum, çıkışı yok bu ölümcül yalnızlığın. Ansızın önüme
düşüyor bu kentten geriye kalan her şey. Bir bir sönüyor yedi tepeli şehrin
ışıkları, nasıl susacak şimdi göğsümü döven bu çırpınışlar, yüreğimde yenik bir
kentin çığlıkları! Dayanamıyorum bu sessizliğe, çekip gitmek geliyor içimden! Alıp
başımı gidiyorum…
@yusufnazim