Yusuf Nazım
Cumhuriyet/4 Ekim 2013
Cumhuriyet/4 Ekim 2013
Eylüldü,
acıya uyandı… Eylül’ün kapısı bir kez daha çaresizce aralandı. Bir ölüm geçti,
Eylül’ün aralık kapısından. Bin ağıt yakıldı ardından. Biz, azaldık biraz daha,
biraz daha yenildik çaresizliğimize. Baş eğdik doğanın sinesinden kopup gelen buyruğa… Ve biz mağluptuk bir kez daha, ölümle
olan bu kıyasıya savaşta…
Tuncel Kurtiz öldü. Türkiye
sinemasının devi, Yılmaz Güney’in ülkeye kazandırdığı sinema ustası, onun
dostu, yakın arkadaşı, yoldaşı… Türkiye sinemasının çınarı devrildi. Dünya
sinemasının büyüklerinden, sinema ve tiyatro oyuncusu, yönetmen, yapımcı ve
senarist; yalansız rol ustası, ağır ve doygun sesiyle bir şiir serüvencisi Tuncel
Kurtiz’i kaybettik…
Tuncel Kurtiz üniversitede hukuk fakültesi,
filoloji, felsefe, psikoloji ve sanat tarihi bölümlerde okur. Okuduğu okulların
hiçbirinden mezun olmaz. Sevdiği bir iki hocanın dersleri hariç, çoğu zaman
okula bile gitmez, elinde kitap dolu bir bavulla dolaşır, daha çok kantinde
otururdu. Bavulunda ise James Joyce, Faulkner, Sait Faik, Cahit Sıtkı, Orhan
Veli, James Hilton, Rabindranath Tagore’un kitapları olurdu.
1964 yılında, "Şeytanın Uşakları" ile sinemaya girer.
Aslında o mu sinemaya girmiştir, sinema mı onun kanına girmiştir, bilinmez. Sinemanın asi çocuğuyla, Bebek’te, bir bodrum
katının ufacık odasında karşılaşır. Tek masa ve daktilosuyla yaşayan Yılmaz
Güney’le tanışması hayatında bir dönüm noktası olur. Yılmaz’la beraberlikleri, Güney
hapisten çıktıktan sonra, “Gel usta, beraber
olalım” demesiyle başlar. Birlikte “Konyakçı Kabadayılar Kralı” filmini yaparlar. Yaptıkları filmleri
beğenmediğinde “ne yapıyoruz ağabey”
der Yılmaz’a… Yılmaz’sa, “Ağabey, başlangıçta
böyle yapacağız.. Çirkin kral olacağız ki istediklerimizi yapalım” der. Kurtiz,
tam kafası yatmadığında, “Hadi, sen yap
ağabey, ben de ara sıra gelirim,” der… Öyle de yapar. Gider ama ara sıra
gelir... Aslında ara sıra değil, Yılmaz her çağırdıkça gelir. Çünkü bilir,
Yılmaz çağırıyorsa, gerek duyduğu için, ona ihtiyacı olduğu için çağırıyordur. Ve
onu çevirmez, hep gider…
İhtiyarı bulun bana!
Tuncel Kurtiz, “Ben Yılmaz’ın yanında hep ikinci adam oldum, böyle olmaktan da zevk
aldım” der. Yılmaz yaşasaydı eğer, “olur
mu ağabey, sen her zaman benim dostum, yoldaşım, başımdın” derdi, “sen olmasan, benim filmlerim film olmaz”
derdi. Nitekim Yılmaz onu, Duvar filmi için çağırdığında, “Gel ihtiyar, yanımda dur yeter,” dedi ona. “Yanımda dur. Her gün al konyağını iç, şarabını iç. Yanımda dur, yeter”
dedi. Tuncel, o sırada İsveç-Macaristan ortaklığı bir filmde oynuyordu, gitti,
mukavelesini iptal etti, Yılmaz’ın yanında durdu… Yılmaz’ı anlatırken, “Hani, fotoğrafım bile olsa yanında hoşuna
giderdi” söyler.
Sürü filminde, hapisteki Yılmaz’a Hamo’yu kim oynayacak diye
sorduklarında, filmin yönetmeni Şerif Gören’e “İhtiyarı bulun” demişti. İhtiyarın kim olduğunu bilmez
Gören. Oysa ki, Tuncel Kurtiz’dir ihtiyar. Zeki Ökten soruşturur, ihtiyarın
Almanya’da bir film çevirmekte olduğunu öğrenir, gelemeyeceğini söyler Yılmaz
Güney’e. Yılmaz, “Şu Hürriyet gazetesine
bir ilan verin, o gelir” der…
Yılmaz’la birlikte sinemada bir
nehir gibi akarlar. Çoğu zaman senaryo bile yoktur, Yılmaz sette yazar senaryoyu, Tuncel
Kurtiz oynar. Tıpkı bir tsunami gibidir, ne kaçılabilen, ne de kontrol altına
alınabilen oyunculuğu vardır. Umut filmi, sinema serüveninde bir dönüm noktası
olur. Artık o bir sinema hastasıdır. Bu filmde oynamak için, deli raporu alıp
Bakırköy Akıl Hastanesi’nde bir ay yatmayı göze alabilecek kadar üstelik.
Umut ve Sürü filminden sonra Avrupa sinemasının
kapıları da açılır Kurtiz’e. İsviçre, Almanya, İsveç, Norveç, Danimarka, ve
Hollanda’da oyuncu ve yönetmen olarak işler yapar. Yanı sıra ABD’den de
davetler alır, gider çalışır. Ama asla Holwood sinemasına yüz vermez,
tekliflerini hep reddeder. Çok da alçakgönüllüdür. Öyle ki, yaşlı olduğu gerekçesiyle
Türkiye’de en iyi erkek oyuncu ödülü verilmeyen sanatçı, İsrail’den en iyi
yabacı ödülünü aldığında, Richard Burton, John Hurt gibi devler varken, ödülü
alırken utandığını söyler.
Can Yücel’in dediği gibi “Onların uşakları, bizim dostlarımız var”.
Parası olmadığı zaman böyle der. Parası olduğu zaman da cüzdanı yoktur; ne
bankada bir hesabı, ne de başka bir şey. Kazandığı parayı, ya mutfakta bir
kavanoza, ya da arabasının bagajında bir kese kağıdına koyar.
Aklı hep çılgınca düşlere firardaydı
Tuncel
Kurtiz… Yüz hatlarında, görmüş geçirmiş bir çınarın ağırbaşlı çizgileri,
bakışlarında adam olmanın haklı gururu, sesinde kükreyen bir aslanın mağrurluğu
vardı. Oyunu, yalanı, hileyi sevmezdi. Provayı da… Sahnede de, çoğu kez olduğu
gibi oynardı.
Bizden biriydi o…
Hayata düz bakmayan biri; yeri geldiğinde susmaktan, sırasında konuşmaktan
korkmayan… Gururlu, vakur sesiyle, korkusuz bir eşkıyaydı; yani içimizdendi... Hepimizdendi…
Yılmaz Güney’in bulduğu bir cevher, onun öğrencisi, yolcusu, yoldaşı, yatağını
paylaştığı arkadaşıydı; yaşasaydı eğer, onun öğrencisi, ustasıydı belki…
Sırtında
tertemiz gömleği, kirlenmiş bir dünyaya ait ağır bir yük taşıyordu; yüzünde ak
saçlı, pala bıyıklı, pir gözlü bir adam taşıyordu. Her daim eşitlikten yanaydı;
emekten, özgürlükten yana. Göğsünde deli kanlı bir yürek, içinde ışıl ışıl bir
cevahir taşıyordu.
2011
yılındaki Grup Yorum’un konserinde, Ümit Ülker’in şiirini okurken destansı bir
ağıt bıraktı bize. Hayata dair bir ağıt yaktı… Fakat, hiç beklenmedik bir anda,
ansızın çekip gitti… Aklı, hep çılgınca düşlere firardaydı, gözbebeklerinde
müebbet bir hüzün, dilinde ay kesiği bir yara. Düşleri kırık dökük, umudu hiç
eksik değildi. Yüreğini bizlere emanet ederek gitti…
Bazı
şeyler vardır, inanması güçtür. İşte böyle gitti Tuncel Kurtiz... Dimdik ve
ayakta… Gittiğini inandıramadı geride kalanlara; dünya sanki bir tiyatroydu, bir
sinema gibi yaşadı hayatı. Son sözünü soramadılar ona, son sözünü söyleyemeden gitti.
Güzel atlarına binerek giden o güzel insanlar gibi gitti…
Eylül
acıya boyandı bir kez daha… Şimdi, kalbim üşüyor.. Kalbimin içinde, kalbim gibi
kocaman bir dağ üşüyor. Kalbimin üşüyen kanatları açık. Açık olan kalbimin
kanatlarından yaralı kuşlar uçuyor… Uçan kuşlar birer birer düşüyorlar. O büyük,
ıssız sonsuzluğa göçüyorlar.
Tuncel
Kurtiz… Bir yanı yaralıydı belki ama sapasağlamdı; geçit vermez dağ, bileği
bükülmez yürek, devrimci bir candı; kanatları kınalı kuş, dağ yürekli eşkıya,
sapına kadar insandı!
Ha, bir
de sevdalıydı… Sevdalımızdı yani bizim… Ve bir kez daha, sevdalımız komünistti
bizim…
Yusuf Nazım
http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=445258&kn=29&ka=4&kb=29
Yusuf Nazım
http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=445258&kn=29&ka=4&kb=29