9 Aralık 2011 Cuma

Yarım Paket Bafra Sigarası, Kol Saati ve Kalemi Bize Kaldı

Yusuf Nazım
Evrensel Kültür Dergisi/Aralık 2011, Sayı : 240
Not : Daha önce Cumhuriyet Gazetesi'nde özeti yayınlanan yazının tamamıdır.

                                                                                     İlhan Erdost’un anısına (*)

Fotoğraf : Mehmet Özer
Yazmak için güzel bir gün seçmişim. Temmuz sıcağından eser yok. Saate bakıyorum, 06.20 suları. Altı saatten fazla oldu, yazıyorum...

Önce hafiften maviye çalıyor karanlık. Sonra, giderek alacaya dönüyor rengi gökyüzünün. Uzaklarda, büyük kentin eteklerinde, rastgele savrulmuş gibi nokta nokta benekçikler var. Usuldan kentin kıyılarına sokulmuş binalar bunlar. Eski yüzlü apartmanların bacalarından güvercin sesleri duyulmaya başlıyor. Derken, yaprakları yeşilin her tonuyla karışık çınar ağaçlarının dalları arasından günün ilk ışıkları sızıyor.

Balkondayım. 07.30 'a doğru yelken açıyor zaman. Sabahın tazeliğini çekiyorum ciğerlerime. Kıvrıla kıvrıla bir ip gibi uzanan otoyoldan tek tük geçen araçlar geçiyor. Uğultusu buralara kadar geliyor. Bir de güvercin sesleri bacalardan. Birkaç kuş sesi daha katılıyor onlara. Yavaş yavaş bozuluyor sabahın sessizliği. Karşı apartmanın balkonunda yaşlı bir kadın sabah kahvesini yudumluyor. Kim bilir hangi denizlere yelken açıyor düşleri, gözlerinde mazinin hayal meyal pırıltısı…

Uyumaktan vaz geçiyorum. Okumak için güzel bir zaman, artık yazmayı bırakıp okusam mı ne... Bahçemdeki genç çınar ağaçları hafiften dallarını sallıyor. Serin bir rüzgar yalıyor saçlarımı. Ötelerden telaşla bir kuş havalanıyor.

Sisler ülkesinde kalbim. Hudutlarında faili meçhule dönen bir iklim. Utanç müzesine dönüyor ülkem. Yüreğimde kurumaya yüz tutmuş bir gül mevsimi, içinde bir yasemin.

/*

Ülkenin utancını topluyor eller. Ankara’da bir dostun kapısına dayanmış kahverengi gözler tedirgin. Sırça yürek, bir türlü çalamıyor kapısını, öylece duruyor. Bekliyor… Bir dostun kapısında zaman geçmek bilmiyor. Ağrıları kadın yüreğinde saklı, ser veriyor, sır vermiyor.. Usuldan dokunuyor zile, yavaşça aralanıyor kapı, gül yüzlerinde gizli bir hüzünle selamlaşıyorlar..

Muzaffer Erdost buyur ediyor içeri… Kaygılarını dışarıda bırakarak, usul adımlarla süzülüyor salona. “Aç mısın?” diye soruyor, “değilim” diyor. Geçmiş anılara yol vermeden, karpuz ve çay ikram ediyor… Konuya giriyorlar birazdan. Ankara’da açılacak 12 Eylül Utanç Müzesi için Muzaffer Erdost, 12 Eylül’de öldürülen kardeşi İlhan Erdost’un kişisel eşyalarının bulunduğu kolileri getiriyor. Birlikte açıyorlar. Masanın üzerinde bir sürü siyah-beyaz fotoğraf… Ayakkabısı, saati, sigarası, kalemi… Öldürüldüğünde üzerinde bulunan kıyafetler.. Kanlı kıyafetler… Gri kırçıllı paltosu ve pantolonu; dikiş yerlerinden sökük, kanlı  pantolonu. Ve üzerinde kanlı lekeleriyle kurumuş paltosu..

Solmuş ve buruş buruş olmuş filtresiz Bafra paketini, metal kordonlu kol saatini ve kurşun kalemini masanın üzerine koyuyor.. Masanın üzerine sanki kardeşinden bir parçayı koyuyor. Kardeşinden bir parçayı değil, sanki kardeşini koyuyor. Onun bahar tazesi gülüşlerini, tez elden büyüyüşlerini, o civanmert, delikanlı yürüyüşlerini koyuyor… Zaman ne bedeller ödetmişti ülkesine; masanın üzerine yenilmiş ülkesini koyuyor.

Derin bir iç çekiyor. Bakışlarını kaçırmak istiyor masanın üzerinden, kaçıramıyor. Kadınca bir duygusallık işte. Sanki, beni gör diye yakınıyor, ısrar ediyor masanın üzerindekiler; bana dokun diye yalvarıyorlar. Dayanamıyor, masanın üzerindekilere nemli gözlerle bakıyor. Yenilmiş bir ülkenin acıları bunlar; dal dal kırılmış umutları, parça parça olmuş düşleri, feryat figan çığlıkları... O, masanın üzerindekilere, masanın üzerindekiler ona bakıyor; bitmemiş filtresiz cigara paketi, kol saati ve kalemi ona bakıyor. Masanın üzerindeki her şey ona bakıyor, ona dokunuyor. Yenilmiş ve mahsun bir ülke gibi duruyor önünde masa. Yenilmiş ve mahzun bir ülkenin bakışları gibi bakıyor gözlerinin içine. İnanmış ama güvenini kaybetmiş, umut etmiş ama yenilmiş, sevmiş ama terk edilmiş..

Geçmiş anıların kıskacından zoraki kurtarıyor kendini, toparlanıyor. Kurtarıp alıyor kendini, hiç de yabancısı olmadığı duyguların sarmalından. Zoraki çözebiliyor, göğsüne bir yumruk gibi gelip oturmuş olan o kalınca düğümü. Yitik bir maziden toplar gibi, cesaretle topluyor masanın üzerinden o yasemin bakışlarını. Buruş buruş olmuş kanlı gri pantolonunu, üzerinde kan lekeleri kurumuş kırçıllı paltosunu, sigarasını, kol saatini, kalemini… Topluyor birer birer, önünde yenilmiş ve yıkık bir ülke gibi duran masanın üzerinden. Yenilmiş ülkesinin bütün acılarını topluyor sanki; dal dal kırılmış umutlarını, parça parça olmuş düşlerini, feryat figan çığlıklarını.. Toplayıp, dolduruyor kolilere bir bir…

 “Gözlerimin önünde yüreğimi aldılar.” diye mırıldanıyor Muzaffer Erdost. İçli gözleriyle uzak bir dünyaya bakar gibi konuşuyor. Gözlerinde uzak bir dünya kalmış gibi sanki. Her kelimesi ağır bir hüzünle yüklü, her kelimesiyle ağır bir hüznü tartar gibi konuşuyor;

“Yarım paket Bafra sigarası, kol saati ve kalemi bize kaldı.”
Fotoğraf : İlhan Erdost Albümü

/*

İçinde, yüreğini sarıp sarmalayan bir hüzünle ayrılıyor Muzaffer Erdost’un yanından. Akşam karanlığının serinliğine bırakıyor kendini. Ankara’nın sıradan bir Ağustos akşamının sessizliği akıp gidiyor içinden. Göğsünde, yüreğinin ta derinliklerinde bir yerde inceden inceye bir acıyı hissediyor. Küçük bir çakının ucu batıyor sanki yüreğinin bir yanına.

Yükü ağır; beraberinden buruk düşler ve dört koli.. İçinde İlhan Erdost’un özel eşyalarının bulunduğu kutular; kanlı giysileri, bitmemiş sigarası, kol saati, kalemi.. Bir de ülkesinin acıları; kırılmış umutları, kaybolmuş düşleri, çığlıkları.. Bu haliyle bu kadar yükü nasıl taşıyacak şimdi. Bu kadar yüke nasıl dayanacak bu yürek? Bu kadar yükle nereye kadar gidecek?

Otuzbir yıl öncesine gidiyor birden. Otuzbir yıl öncesinin puslu Ankara sokaklarını adımlıyor ayakları. Puslu bir Ankara akşamının hayın karanlığını taşıyor koli koli. Biliyor, puslu bir Ankara akşamının günahları var bu kolilerde; Islak ve kirli bir karanlık gibi ülkenin vicdanına yapışan o kara güne ait hemen her şey var; İlhan Erdost’u karanlık bir cemseye koyuşları var; ona karanlık bir cemsede kıyışları var; ona postallarla, tüfeklerle, dipçiklerle vuruşları var.

Hüzünle yoğrulmuş bir Ankara akşamı, arkası kapalı bir cemsede İlhan’ın isli bir karanlık içinde kalmış yüreği var. Pırıl pırıl bir aydınlık içine doğmuş, kitap ülkesinde büyümüş, sırça yüreği... Şimdi pare pare olmuş, çaresiz, kanadı kırık bir kuş gibi çırpınan yüreği; Mamak Cezaevi’nin karanlık ve izbe bir koğuşunda son nefesinde “ağabeyim nasıl” diye soran, “nefes alamıyorum” diye inleyerek duran yüreği var…

Bu gece ağır. Bu gecenin yükü ağır. Bu gece kurşun gibi ağır. Ne kadar da çok ağırlığı var bu geceye ait karanlığın. Bu geceyi kurşun kadar ağır kılan ne kadar da çok şey var bu gecede.

Üzerine kirli bir ölümün adı bulaşmış bir sonbahar akşamı var bu gecede. Beraberinde koli koli taşıdığı bir ölümün kokusu var. İsli bir alacakaranlıkta, sokakları korkuya ve kuşkuya bulanmış bir Ankara akşamı var; Mamak 1 Nolu Cezaevi kapısından Erdost kardeşleri getiriyor bir araç. Daracık bir merdivenin başında, biri orta yaşı geçmiş 48, diğeri 36 yaşında, zamanın durduğu bir mekan var; Erdost kardeşlerin bilekleri kelepçeli; bir merdiven altında saçlarını ve bıyıklarını kesmişler, profilden fotoğraflarını çekmişler; çekilen bu fotoğrafta ağır ağır gelen bir ölümün sureti var. Cezaevinin, alfabenin harfleriyle sıraya girmiş dizi dizi soğuk yüzlü binaları var; A’dan C’ye giderayak yaklaşıyor bir ölüm; C- Blokun ölüm kapanına benzeyen F isimli bir koğuşu var. Korkuya batmış yüzlerin, çürümüş suretleri var cemsede; kana bulanmış kinleri, dinmeyen öfkeleri, tarihten kalma nefretleri var..

Bir cezaevi aracının Ankara sokaklarından sessiz bir ölüm makinesi gibi geçişi var. Demir ızgaralı pencerelerinden sarkıtmış dallarını akasyalar, yaprakların korkulu bakışları var; yol kenarlarında birbirine sokulmuş sokak lambaları, ürkek ürkek göz kırpıyor. Geç bir sonbahar akşamının alacakaranlığı dolduruyor Ankara’nın caddelerini. Mamak Cezaevi yolunda bir aracın, her santimetrekaresine sinmiş bir ölümün kokusu var. Sararmış yapraklarıyla dallarını yol kenarlarına bırakmış akasyalar yorgun; sokak lambaları görmüyor, bulvarlar susmuş, sokaklar sağır. Ağır ağır seyreden bir aracın soğuk metal zemininde, postal sesleri altında ezilmiş, kan ter içinde sereserpe yatan İlhan Erdost’un soluksuz kalmış yüreği var.

Bu gece, sırtında ağır bir yük. Bu geceyi taşımak ne kadar güç. Çare yok, bu geceyi taşıyacak. Üstelik bu gece sıcak. Bu gecenin yüreği, tıpkı bir yangın yeri gibi sıcak. Bu gecenin ateşi, belli ki yüreğine bulaşacak. Bu gecede öyle çok şey var ki, yüreğini alazlı bir yangın yeri gibi yakacak.

Avludaki lambalar, demir parmaklıklar, tel örgüler, mazgallar, tomsonlar var bu gecede… Namluları üzerlerine çevrilmiş tomsonlar! Açık bir avluda, koğuş kapısının karşısında, demir parmaklıklar arkasında, ışıklı bir kapıya doğru düşe kalka ilerleyen bir ölünün ağır aksak gölgesi var.

Beraberinde dört koli, Ankara’nın yolları ona dar. Yanında, sinsice çürütülmüş bir tarihin soluksuz kalan sessizliğiyle eski ve yenilmiş bir Ankara var. Eski ve yenilmiş bir Ankara’nın ölüm kokusu var şimdi üzerine sinmiş. Kolu kanadı kırılmış bir şehir var yüreğinde taşıdığı; kenar mahalleri, sokakları, fabrikaları kuşatılmış; üniversiteleri suskun, kitabevleri tutsak edilmiş bir kent var beraberinde…

Bu gece ağır ve hüzünlü bir gece; masum gülüşlü bir çocuğun yüzü var bu gecede. İlhan’ın gülümsemesi var; bir tek ayakkabısı, not defteri ve üzerine alınmış kırık dökük notları var; soluk yapraklarında ürkek cümleleriyle sevdiklerine yazılmış duyguları var. Yarım kalmış Bafra paketi, içinde onaltı dal cigarası var; Son paketini nasıl açmış, son sigarasını ne zaman içmiş, son nefesini içine nasıl bir hüzünle çekmiş... Kalemi var; kim bilir en son hangi sözcüğü çiziktirmiş… Hangi notu almış, hangi sevdiğine, hangi duygularla, hangi güzel sözleri yazmış.. Bir de kol saati var; camı kırılmış, metal kordonu kopmuş; akrebi ikiyi, yelkovanı beşi gösteriyor. İkiyi yirmibeş geçe metal bir çerçevede durmuş zaman. Öylece donmuş zaman… İkiyi yirmibeş geçe, öylece  durmuş zamanın saati. İkiyi yirmibeş geçe duran zamanın saatinde İlhan’ın gözleri var; son bir kez zamana karşı sorular soran bakışları var. Tıpkı bu saat gibi zamansız durmuş, tıpkı bu saat gibi sebepsiz kırılmış İlhan’ın yüreği var bu saatte. Son yolculuğuna çıkarken, uyandırmaya kıyamadığı küçük kızının gül kokusu var.

Bu gece hava ağır. Bu geceyi taşımak zor. Dünyanın yükü var bu gecede. Ankara’nın duraklarına, taksilerine, otöbüslerine nasıl sığacak bu yük? Nasıl alacak sokaklar bu yükü, nasıl sığacak caddelere bu yük?.. Bunca yükü nasıl taşıyacak, bir zamanlar nice ölümlere teslim olmuş bu şehir. Bu gece, can evinden yaralı bir ülke var yanında taşıdığı; damarları parçalanmış, geleceği tutsak edilmiş, hayalleri yasaklanmış bir ülke; sevinçleri karartılmış, gülüşleri yaralı, yüreği ağrılı... Yaralı bir ülkenin yaralı bir yüzü var yanında taşıdığı; adı İlhan, soyadı Erdost. İlhan Erdost’un puslu bir Kasım akşamında, bir cezaevi koğuşunda unutulmuş kanlar içinde kalmış yüzü var.

/*
Fotoğraf : İlhan Erdost Albümü

Araç, ölgün ışıklarıyla bir sokak lambasının zoraki aydınlattığı bir apartmanın önünde durdu. Yaralı yüzüyle indi taksiden, yaralı gözlerle baktı kolilere, yaralı yüreğiyle taşıdı onları… Sanki yaralıydı bu kent; bu üzerinde yürüdüğü kaldırımlar, şu karşı apartmanın sönmüş ışıkları, bu göz gözü görmez karanlık… Yaralı adımlarla yürüdü apartmana doğru, ağır ağır çıktı merdivenleri, yaralı bakışlarla aradı anahtar deliğini, sanki yaralıymış gibi çevirdi bileğini… Kapıyı araladı, kolileri bir bir içeri aldı. Sanki bir vuruşmadan çıkmış gibiydi. Yorgun ve yaralı bedenini zorlukla sürükledi içeriye…

Üzerindeki bunca yükün ağırlığında, duygularıyla kalbi arasında sıkışmış gibiydi. Sisler içinde kalmış eski anıların çarşafı hafifçe aralandı; 1991 yılının soğuk bir Mart gününde, işkencede öldürülen nişanlısının ölüm haberinin geldiği o güne döndü; yüreğinde kapanmaya yüz tutmuş bir yaranın hafifçe açıldığını hissetti…

Odaya girdiğinde yenik bir ülke gibiydi yüzü. Ve yıkılmış bir kente benziyordu yüreği.. Saatlerdir göğsünde kilitlemiş olan düğümü, yutkunarak güçlükle çözebildi. Bir süredir yüreğine akıttığı yaşlar, yanaklarından aşağıya bir sicim gibi süzüldü..

Kanepenin üzerinde kendine geldiğinde, gecenin geç bir vaktiydi. Kalktı, yüzünü yıkadı, saçlarına çekidüzen verdi. Aynada kızarmış gözlerine baktı. Yarın, 12 Eylül Utanç Müzesi’ne Muzaffer Erdost’tan aldığı eşyaları götürecekti. Kolilerdeki eşyaları tasnif etmesi gerekiyordu. Arkasına yaslandı, yaşadıklarını bir kez daha düşündü. Burası sisler ülkesiydi. Sisler ülkesinde yaşayanların ne tanrıları vardı ne de tanrıçaları... Hiçbir şey basit bir görüntüden ibaret değildi. O halde, olmayan şeye dair değil, var olana dair anlatılacaktı hikayeler. Doğanın Diyalektiği’ydi bu, karşı gelinemez, tutsak alınamaz, durdurulamaz!

Toparlandı. Bilgisayarın başına geçti. Heybesi yarım kalmış düşleriyle doluydu. Zaman, adına tarih denilen bu beldede bir kasırga gibi esip geçiyordu. Yüzüne buruk bir gülümseme kondurdu, yazmaya başladı. Aklında, geçmiş zamanların sisli anıları, yüreğinde parça parça olmuş kelimeler;

“Yarım paket Bafra sigarası, kol saati ve kalemi bize kaldı...”

(*) İlhan Erdost ve Ağbeyi Muzaffer Erdost 12 Eylül 1980’den hemen sonra evlerinde yasak kitap bulunduğu gerekçesiyle gözaltına alınırlar. 7 Kasım günü Mamak Cezaevi’ne ait bir araçla A Blok’tan C Bloka götürülürken, aracın içinde ve koğuş kapısında öldüresiye dövülürler. İlhan, bu işkence sırasında beyin kanaması geçirerek ölür. Son sözü “Ağbeyim nasıl” ve “nefes alamıyorum” olur. Evlerinde bulunduğu iddia edilen kitabın adı ise F.Engels’in “Doğanın Diyalektiği” adlı kitabıdır.

2 yorum:

  1. buna yürek dayanmaz.yüreğim paramparça oldu,göz yaşları içinde okudum.anlayamadığım birşey var insanlar yaşadıkları olayları, acıları. çevrelerinde olup bitenleri hiçmi algılayamıyor yoksa hislerini mantıklarını akıllarını inançlarını nereye uçurdular ki ülkemiz çok daha gerilerde.bu yaşadıklarımıza toplumun budenli duyarsızlığını aklım almıyor.tüm kalbimle ülkemize sağlıklı düşünen,insan haklarına sahip çıkan,okudu yazdı çizdi,iş birliği yapmadı,haksızlığa yoksulluğa karşı geldi diye suçlanmadığı günleri görürüz.

    YanıtlaSil
  2. Bir öykümün girişindeki not, belki söylediklerinizi özetleyebilir :

    "Onlar, çocuklarına güzel bir ülke bağışlamaktan başka hayalleri olmayan ay yüzlü çocuklardı."

    Düşünmeyi, hissetmeyi, fark etmeyi unutmamış yüreğinizi kutluyorum..

    YanıtlaSil

yusuf.nazim1@gmail.com