27 Aralık 2011 Salı

Pedalın Gücü

Yusuf Nazım
Radikal /22 Aralık 2011

Zuccutti Parkında insanlar pedal çeviriyorlar. Yaşlısı genci, kadını erkeği, yerlisi zencisiyle sıraya girmişler. Üzerine oturdukları bisiklete benzer bir aletin üzerinde eğlenerek pedal çeviriyorlar.



Onlar, Wall Street eylemcileri. 17 Eylül’de bir avuç insanla yola çıkıp, önce Wall Street’i, ardından New York şehrini ve sonrasında da, zaten kendilerinin olduklarına inandıkları dünyayı işgal etmeyi kafalarına koymuş Wall Street’i İşgal Et Eylemcilerinin gözü pek aktivistleri.



Zuccutti Parkı’nın sahibi Brookfield şirketi, gönül eğlendirmek amaçlı bir kaç sevimli gösteriden sonra dağılır sanılarak küçümsenen, ancak zamanla soğuğa, yağmura ve rüzgara aldırmadan tuttukları meydana kene gibi yapışan bu insanları şimdi meydandan atmanın yollarını arıyor. Sonunda masum bir yol buluyorlar; işgalcilerin kullandığı belediyeye ait 6 adet jeneratör, belediye tarafından ellerinden alınıyor! İşgalciler, parkın zemin taşları üzerinde, karanlık ve soğukla baş başa kalıyorlar…



 “Hayallerinde mümkün gördükleri başka bir dünyanın işaretleri mi?”



Kapitalizm tarafından ruhları kemirilen ve geleceğe ilişkin bütün umutları çalınan bu insanlar, iki aydan beri buradalar. Kamuya, yani kendilerine ait olan bir meydanı mekan tutarak orada kalıcı bir çadırkent yaratmış durumdalar. Kent hayatını aksatmadan, kendi yiyeceklerini, barınma ve ısınma sorunlarını hallediyorlar; temizliklerini kendileri yapıyor, takas kütüphaneleri kuruyor ve sosyal ağlar üzerinden gösterdikleri müthiş performansla, bütün bir dünyayla iletişim sağlıyorlar. Aralarında ve şehir halkıyla olağanüstü bir dayanışma ağı kurmuşlar. Hayallerinde mümkün gördükleri “başka bir dünya” nın ışığını adeta orada yakmaya çalışıyorlar.



İnsanoğlu ne kadar akıllı bir yaratıksa, birey olarak nasıl zekice davranış örnekleri gösteriyorsa, onlar da ortak aklın sinerjisinin neler üretebileceğini keşfetmişler. Akıl ortaklığının yaratıcılığına inanmış bu insanlar, ellerindeki olanakların zayıflığına, beş parasız yola çıkmış olmalarına ve %1 in zaman zaman polis ve yerel kuvvetlerin aracılığıyla diş göstermesine rağmen pes etmiyorlar.



Kışı çadırlarda geçirmeye hazırlanan eylemciler, meydana kurmuş oldukları bisiklete benzer düzeneklerden, pedal çevirerek elektrik üretmeye ve ürettikleri elektrik enerjisini akülerde depolayarak kullanmaya başlamışlar. Hayallerinde büyüttükleri “yeni bir dünya” özleminin, işgalcilerde oluşturduğu yaratıcılığın sınır tanımaz bir örneği bu. Hayaller bir kez serbest bırakılınca, hayata dair yeni keşifler de kaçınılmaz olarak kendisini var etmekten geri kalmıyor.



 “Ortak bir insanlık aklı yaratmayı hedefleyen manifestoları var”



Şimdi, insanlığın ortak aklını keşfetmenin yolculuğuna çıkmış bu insanlar, kışın soğuğuna aldırmadan Zuccutti Parkında sıraya girmiş, pedal çeviriyorlar. Çevirdikleri pedalların gücünden kaynaklanan elektrik, içine sığındıkları parkı aydınlatmakla kalmamış, New York’un şaşaalı bulvarlarını aşarak finans kapitalin merkezinde irili ufaklı sarsıntılar yaratmaya başlamış bile. Zuccutti Parkı’nın yeni sahipleri, kapitalizmin eskiyen ve dökülmeye yüz tutmuş çarklarına çomak soktuklarının bilincindeler.



Wall Street’te çevrilen pedalın gücü, şehrin üzerinde bir enerji bulutu oluşturmuş adeta. Amerika’nın zencileri, yerlileri, beyazları; tüm yok sayılmışları, görmezden gelinmişleri tarafından ilgiyle izlenen bu enerji bulutu, bugünlerde Amerika Kıtası üzerinde bir hayalet gibi dolaşıyor; bütün bir kıta Avrupa’sını geçerek, yerkürenin geri kalanını yavaş yavaş kuşatmaya başlıyor.



Onlar, Wall Street’in yaratıcı ve uslanmaz çocukları; kendilerine ve doğaya karşı adalet istiyorlar. Ve bu adaleti yerine getirecek olanın da yine kendi öz güçleri olduklarına inanıyorlar. Bunun için de, adına doğrudan demokrasi dedikleri şeyi uygulamaya çalışıyorlar. Her katılımcının eşit söz hakkının olduğu bir şehir genel meclisleri var. Bütün kararları bu meclislerde alıyorlar. Bireyler, ellerini indirip-kaldırmak suretiyle doğrudan demokrasiyi yaşıyor ve hissediyorlar. Ellerinden alınmış olduklarına inandıkları geleceklerini, yine kendi elleriyle yeniden kazanmak istiyorlar.



Dünyanın bu yeni tür işgalcileri, bütün kötülüklerin müsebbibi olarak gördükleri kapitalizme karşı başlatmış oldukları başkaldırıdan umutlular. Başarılarının, ancak bu kötülüklerden nasibini almış herkesin aynı başkaldırı bayrağın altında toplanmasıyla mümkün olacağına inanıyorlar. Bu yüzden manifestolarında “biz %99’uz” diyorlar ve bayraklarını %1’e karşı dalgalandırıyorlar.



%1’e karşı duyulan soğukkanlı öfke giderek dalga dalga yayılıyor. Wall Street hareketinin küresel bir eylemliliğe dönüştüğü 15 Ekimde, New York Times Meydanı’nda 50.000 şehirlinin buluşmasına, Madrid’te 500.000 öfkelinin gösterisine, Atina’da 200.000 kişinin parlamentoyu kuşatmasına ve dünya genelinde 1.500 den fazla kentte meydanların kalabalıklarca işgal edilmesine dönüşüyor. Kaliforniya’nın Oakland kentinde tepki olarak genel greve evrilen işgal hareketi, 400.000 olan kent nüfusunun %8’inin kenti boydan boya aşarak bir sel gibi akmasına, ünlü Oakland Limanı’nı kuşatmasına yol açıyor. Hareket, giderek yeni bir ruh kazanıyor. Kazandığı bu ruhla beraber önceleri görmezden gelinip küçümsenen kentlerin işgalcileri, giderek dünya ana akım medyasının da birer ilgi odağı haline geliyorlar.



İşgalciler, doymak bilmez kar hırsıyla üzerinde yaşadığımız gezegenin kaynaklarını en ince damarlarına kadar sömüren; havasını, suyunu ve toprağını kurutan; yurttaşların birey olma özgürlüklerini ellerinden alan, aşkı ve hayal kurmayı tüketen, insanlığın umudunu ve geleceğini körelten bir dünyayı artık istemiyorlar! Bitmek bilmez savaşlarıyla barışı en özlenir şey haline getiren kapitalizm mikrobuna karşı, adaleti ve eşitliği olmazsa olmaz sayan ve her ülkenin özgül koşularına göre o ülkenin ve kentlerinin genel meclislerinde karar altına alınan manifestolar yaratıyorlar. Sevgiyi, paylaşmayı, danışmayı, dayanışmayı, hayal kurmayı öğrenen; doğrudan demokrasi için akıl yürütmeyi, birden çok aklı bir araya getirmeyi, bir düş için ortaklık yapmayı, ortak bir insanlık aklı yaratmayı hedefleyen manifestolar…



Bir de %1 var tabii.. ABD’de toplam servetin %40’ına sahip olan %1... O, gelişmeleri şimdilik perde arkasından umursamaz gibi gözüken bir sessizlikle izliyor. Şimdilik, dünyayı saran Arap Baharı’nın demokrasi ve özgürlük rüzgarının serinliğinde işgalcilerle karşı karşıya gelmekten kaçınıyor. Pedalı keşfeden ve onu hayal ettikleri başka bir dünyanın aşkıyla çevirmeye devam eden insanların ortak aklı, yüzüne taktıkları maskeleri ve genetik kurnazlıklarıyla pusuda bekleyen %1’in oyunları karşısında ne kadar hazırlıklı bilinmez.



 “Zuccutti Parkında dönen pedallar, küresel bir enerji üretiyor.”



Bir süper imparatorluğa dönüşen ABD’deki finans kapitalin New York’taki kalbinde çevrilen pedalın ürettiği elektrik, şimdiden Zuccutti Parkını ısıtıp Amerikan kıtasının kentlerini aydınlatmaya başladı bile. Bugünlerde, dünyanın yüzlerce kentinde; finans merkezlerinin önünde, caddelerinde ve meydanlarında grup grup insanlar toplanıyorlar, fikir alış verişinde bulunuyor, hararetli tartışmalar yapıyorlar. İrili ufaklı kalabalıklar, kendilerince bir pedal bulup çevirme telaşındalar. Wall Street’ten yayılan göz kamaştırıcı ışık onların da ufuklarını yavaş yavaş aydınlatıyor. Birbirini tanımayan bir dolu insan, ilk defa içine girdikleri kabuklarından arınarak birbirlerine sokuluyorlar, birbirlerine dokunmaya çalışıyorlar; sorular soruyorlar, birbirlerinden öğreniyorlar, birbirlerinin farkına varmaya çabalıyorlar. Böylece, New York’tan, Oakland’a, Montreal’dan Toronto’ya, Londra’dan Madrid’e, Atina’dan İstanbul’a, Mısır’dan Yeni Zelanda’ya meydan meydan çevrilen pedalın gücü, büyüleyici bir şekilde çoğalıyor, giderek kapitalizme karşı kıtalararası bir eyleme dönüşüyor. Pedal döndükçe hız kazanıyor, hızlandıkça güçleniyor. Açığa çıkan enerji, on yıllardır gözü dönmüş bir servet edinme hırsıyla doğayı ve insanı kemiren finans kapitalizmin, artık çürümüş ve dökülmekte olan dişlileri arasına girmiş çomağı biraz daha oynatıyor, biraz daha dürtüyor.



Pedalın gücü, %99 ‘un ayaklarında, belki de başka bir dolu sosyal ve siyasal dönüşüm tetikleme potansiyeli taşıyan küresel bir aydınlamaya dönüşecek. Ya da perde arkasında, dişlerini bileyerek pusuda bekleyen %1’in sayısız oyunlarıyla, sahte demokrasi ve hileli özgürlük gösterileri arasında yavaş yavaş eriyip tükenecek.



New York’ta hava, artık iyice soğuk. Zuccutti Parkında dönmeye devam eden pedallar, insanlık adına küresel bir enerji üretiyorlar. Ya, eskiyen dünyanın kötülükleriyle yaşamaya biraz daha devam, ya da yeni bir dünyaya bir adım daha. İnsanlığın ortak aklı bakalım hangisine daha yakın… Bekleyip göreceğiz.



Yusuf Nazım

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetayV3&ArticleID=1073222&Date=08.01.2010&CategoryID=132

9 Aralık 2011 Cuma

Yarım Paket Bafra Sigarası, Kol Saati ve Kalemi Bize Kaldı

Yusuf Nazım
Evrensel Kültür Dergisi/Aralık 2011, Sayı : 240
Not : Daha önce Cumhuriyet Gazetesi'nde özeti yayınlanan yazının tamamıdır.

                                                                                     İlhan Erdost’un anısına (*)

Fotoğraf : Mehmet Özer
Yazmak için güzel bir gün seçmişim. Temmuz sıcağından eser yok. Saate bakıyorum, 06.20 suları. Altı saatten fazla oldu, yazıyorum...

Önce hafiften maviye çalıyor karanlık. Sonra, giderek alacaya dönüyor rengi gökyüzünün. Uzaklarda, büyük kentin eteklerinde, rastgele savrulmuş gibi nokta nokta benekçikler var. Usuldan kentin kıyılarına sokulmuş binalar bunlar. Eski yüzlü apartmanların bacalarından güvercin sesleri duyulmaya başlıyor. Derken, yaprakları yeşilin her tonuyla karışık çınar ağaçlarının dalları arasından günün ilk ışıkları sızıyor.

Balkondayım. 07.30 'a doğru yelken açıyor zaman. Sabahın tazeliğini çekiyorum ciğerlerime. Kıvrıla kıvrıla bir ip gibi uzanan otoyoldan tek tük geçen araçlar geçiyor. Uğultusu buralara kadar geliyor. Bir de güvercin sesleri bacalardan. Birkaç kuş sesi daha katılıyor onlara. Yavaş yavaş bozuluyor sabahın sessizliği. Karşı apartmanın balkonunda yaşlı bir kadın sabah kahvesini yudumluyor. Kim bilir hangi denizlere yelken açıyor düşleri, gözlerinde mazinin hayal meyal pırıltısı…

Uyumaktan vaz geçiyorum. Okumak için güzel bir zaman, artık yazmayı bırakıp okusam mı ne... Bahçemdeki genç çınar ağaçları hafiften dallarını sallıyor. Serin bir rüzgar yalıyor saçlarımı. Ötelerden telaşla bir kuş havalanıyor.

Sisler ülkesinde kalbim. Hudutlarında faili meçhule dönen bir iklim. Utanç müzesine dönüyor ülkem. Yüreğimde kurumaya yüz tutmuş bir gül mevsimi, içinde bir yasemin.

/*

Ülkenin utancını topluyor eller. Ankara’da bir dostun kapısına dayanmış kahverengi gözler tedirgin. Sırça yürek, bir türlü çalamıyor kapısını, öylece duruyor. Bekliyor… Bir dostun kapısında zaman geçmek bilmiyor. Ağrıları kadın yüreğinde saklı, ser veriyor, sır vermiyor.. Usuldan dokunuyor zile, yavaşça aralanıyor kapı, gül yüzlerinde gizli bir hüzünle selamlaşıyorlar..

Muzaffer Erdost buyur ediyor içeri… Kaygılarını dışarıda bırakarak, usul adımlarla süzülüyor salona. “Aç mısın?” diye soruyor, “değilim” diyor. Geçmiş anılara yol vermeden, karpuz ve çay ikram ediyor… Konuya giriyorlar birazdan. Ankara’da açılacak 12 Eylül Utanç Müzesi için Muzaffer Erdost, 12 Eylül’de öldürülen kardeşi İlhan Erdost’un kişisel eşyalarının bulunduğu kolileri getiriyor. Birlikte açıyorlar. Masanın üzerinde bir sürü siyah-beyaz fotoğraf… Ayakkabısı, saati, sigarası, kalemi… Öldürüldüğünde üzerinde bulunan kıyafetler.. Kanlı kıyafetler… Gri kırçıllı paltosu ve pantolonu; dikiş yerlerinden sökük, kanlı  pantolonu. Ve üzerinde kanlı lekeleriyle kurumuş paltosu..

Solmuş ve buruş buruş olmuş filtresiz Bafra paketini, metal kordonlu kol saatini ve kurşun kalemini masanın üzerine koyuyor.. Masanın üzerine sanki kardeşinden bir parçayı koyuyor. Kardeşinden bir parçayı değil, sanki kardeşini koyuyor. Onun bahar tazesi gülüşlerini, tez elden büyüyüşlerini, o civanmert, delikanlı yürüyüşlerini koyuyor… Zaman ne bedeller ödetmişti ülkesine; masanın üzerine yenilmiş ülkesini koyuyor.

Derin bir iç çekiyor. Bakışlarını kaçırmak istiyor masanın üzerinden, kaçıramıyor. Kadınca bir duygusallık işte. Sanki, beni gör diye yakınıyor, ısrar ediyor masanın üzerindekiler; bana dokun diye yalvarıyorlar. Dayanamıyor, masanın üzerindekilere nemli gözlerle bakıyor. Yenilmiş bir ülkenin acıları bunlar; dal dal kırılmış umutları, parça parça olmuş düşleri, feryat figan çığlıkları... O, masanın üzerindekilere, masanın üzerindekiler ona bakıyor; bitmemiş filtresiz cigara paketi, kol saati ve kalemi ona bakıyor. Masanın üzerindeki her şey ona bakıyor, ona dokunuyor. Yenilmiş ve mahsun bir ülke gibi duruyor önünde masa. Yenilmiş ve mahzun bir ülkenin bakışları gibi bakıyor gözlerinin içine. İnanmış ama güvenini kaybetmiş, umut etmiş ama yenilmiş, sevmiş ama terk edilmiş..

Geçmiş anıların kıskacından zoraki kurtarıyor kendini, toparlanıyor. Kurtarıp alıyor kendini, hiç de yabancısı olmadığı duyguların sarmalından. Zoraki çözebiliyor, göğsüne bir yumruk gibi gelip oturmuş olan o kalınca düğümü. Yitik bir maziden toplar gibi, cesaretle topluyor masanın üzerinden o yasemin bakışlarını. Buruş buruş olmuş kanlı gri pantolonunu, üzerinde kan lekeleri kurumuş kırçıllı paltosunu, sigarasını, kol saatini, kalemini… Topluyor birer birer, önünde yenilmiş ve yıkık bir ülke gibi duran masanın üzerinden. Yenilmiş ülkesinin bütün acılarını topluyor sanki; dal dal kırılmış umutlarını, parça parça olmuş düşlerini, feryat figan çığlıklarını.. Toplayıp, dolduruyor kolilere bir bir…

 “Gözlerimin önünde yüreğimi aldılar.” diye mırıldanıyor Muzaffer Erdost. İçli gözleriyle uzak bir dünyaya bakar gibi konuşuyor. Gözlerinde uzak bir dünya kalmış gibi sanki. Her kelimesi ağır bir hüzünle yüklü, her kelimesiyle ağır bir hüznü tartar gibi konuşuyor;

“Yarım paket Bafra sigarası, kol saati ve kalemi bize kaldı.”
Fotoğraf : İlhan Erdost Albümü

/*

İçinde, yüreğini sarıp sarmalayan bir hüzünle ayrılıyor Muzaffer Erdost’un yanından. Akşam karanlığının serinliğine bırakıyor kendini. Ankara’nın sıradan bir Ağustos akşamının sessizliği akıp gidiyor içinden. Göğsünde, yüreğinin ta derinliklerinde bir yerde inceden inceye bir acıyı hissediyor. Küçük bir çakının ucu batıyor sanki yüreğinin bir yanına.

Yükü ağır; beraberinden buruk düşler ve dört koli.. İçinde İlhan Erdost’un özel eşyalarının bulunduğu kutular; kanlı giysileri, bitmemiş sigarası, kol saati, kalemi.. Bir de ülkesinin acıları; kırılmış umutları, kaybolmuş düşleri, çığlıkları.. Bu haliyle bu kadar yükü nasıl taşıyacak şimdi. Bu kadar yüke nasıl dayanacak bu yürek? Bu kadar yükle nereye kadar gidecek?

Otuzbir yıl öncesine gidiyor birden. Otuzbir yıl öncesinin puslu Ankara sokaklarını adımlıyor ayakları. Puslu bir Ankara akşamının hayın karanlığını taşıyor koli koli. Biliyor, puslu bir Ankara akşamının günahları var bu kolilerde; Islak ve kirli bir karanlık gibi ülkenin vicdanına yapışan o kara güne ait hemen her şey var; İlhan Erdost’u karanlık bir cemseye koyuşları var; ona karanlık bir cemsede kıyışları var; ona postallarla, tüfeklerle, dipçiklerle vuruşları var.

Hüzünle yoğrulmuş bir Ankara akşamı, arkası kapalı bir cemsede İlhan’ın isli bir karanlık içinde kalmış yüreği var. Pırıl pırıl bir aydınlık içine doğmuş, kitap ülkesinde büyümüş, sırça yüreği... Şimdi pare pare olmuş, çaresiz, kanadı kırık bir kuş gibi çırpınan yüreği; Mamak Cezaevi’nin karanlık ve izbe bir koğuşunda son nefesinde “ağabeyim nasıl” diye soran, “nefes alamıyorum” diye inleyerek duran yüreği var…

Bu gece ağır. Bu gecenin yükü ağır. Bu gece kurşun gibi ağır. Ne kadar da çok ağırlığı var bu geceye ait karanlığın. Bu geceyi kurşun kadar ağır kılan ne kadar da çok şey var bu gecede.

Üzerine kirli bir ölümün adı bulaşmış bir sonbahar akşamı var bu gecede. Beraberinde koli koli taşıdığı bir ölümün kokusu var. İsli bir alacakaranlıkta, sokakları korkuya ve kuşkuya bulanmış bir Ankara akşamı var; Mamak 1 Nolu Cezaevi kapısından Erdost kardeşleri getiriyor bir araç. Daracık bir merdivenin başında, biri orta yaşı geçmiş 48, diğeri 36 yaşında, zamanın durduğu bir mekan var; Erdost kardeşlerin bilekleri kelepçeli; bir merdiven altında saçlarını ve bıyıklarını kesmişler, profilden fotoğraflarını çekmişler; çekilen bu fotoğrafta ağır ağır gelen bir ölümün sureti var. Cezaevinin, alfabenin harfleriyle sıraya girmiş dizi dizi soğuk yüzlü binaları var; A’dan C’ye giderayak yaklaşıyor bir ölüm; C- Blokun ölüm kapanına benzeyen F isimli bir koğuşu var. Korkuya batmış yüzlerin, çürümüş suretleri var cemsede; kana bulanmış kinleri, dinmeyen öfkeleri, tarihten kalma nefretleri var..

Bir cezaevi aracının Ankara sokaklarından sessiz bir ölüm makinesi gibi geçişi var. Demir ızgaralı pencerelerinden sarkıtmış dallarını akasyalar, yaprakların korkulu bakışları var; yol kenarlarında birbirine sokulmuş sokak lambaları, ürkek ürkek göz kırpıyor. Geç bir sonbahar akşamının alacakaranlığı dolduruyor Ankara’nın caddelerini. Mamak Cezaevi yolunda bir aracın, her santimetrekaresine sinmiş bir ölümün kokusu var. Sararmış yapraklarıyla dallarını yol kenarlarına bırakmış akasyalar yorgun; sokak lambaları görmüyor, bulvarlar susmuş, sokaklar sağır. Ağır ağır seyreden bir aracın soğuk metal zemininde, postal sesleri altında ezilmiş, kan ter içinde sereserpe yatan İlhan Erdost’un soluksuz kalmış yüreği var.

Bu gece, sırtında ağır bir yük. Bu geceyi taşımak ne kadar güç. Çare yok, bu geceyi taşıyacak. Üstelik bu gece sıcak. Bu gecenin yüreği, tıpkı bir yangın yeri gibi sıcak. Bu gecenin ateşi, belli ki yüreğine bulaşacak. Bu gecede öyle çok şey var ki, yüreğini alazlı bir yangın yeri gibi yakacak.

Avludaki lambalar, demir parmaklıklar, tel örgüler, mazgallar, tomsonlar var bu gecede… Namluları üzerlerine çevrilmiş tomsonlar! Açık bir avluda, koğuş kapısının karşısında, demir parmaklıklar arkasında, ışıklı bir kapıya doğru düşe kalka ilerleyen bir ölünün ağır aksak gölgesi var.

Beraberinde dört koli, Ankara’nın yolları ona dar. Yanında, sinsice çürütülmüş bir tarihin soluksuz kalan sessizliğiyle eski ve yenilmiş bir Ankara var. Eski ve yenilmiş bir Ankara’nın ölüm kokusu var şimdi üzerine sinmiş. Kolu kanadı kırılmış bir şehir var yüreğinde taşıdığı; kenar mahalleri, sokakları, fabrikaları kuşatılmış; üniversiteleri suskun, kitabevleri tutsak edilmiş bir kent var beraberinde…

Bu gece ağır ve hüzünlü bir gece; masum gülüşlü bir çocuğun yüzü var bu gecede. İlhan’ın gülümsemesi var; bir tek ayakkabısı, not defteri ve üzerine alınmış kırık dökük notları var; soluk yapraklarında ürkek cümleleriyle sevdiklerine yazılmış duyguları var. Yarım kalmış Bafra paketi, içinde onaltı dal cigarası var; Son paketini nasıl açmış, son sigarasını ne zaman içmiş, son nefesini içine nasıl bir hüzünle çekmiş... Kalemi var; kim bilir en son hangi sözcüğü çiziktirmiş… Hangi notu almış, hangi sevdiğine, hangi duygularla, hangi güzel sözleri yazmış.. Bir de kol saati var; camı kırılmış, metal kordonu kopmuş; akrebi ikiyi, yelkovanı beşi gösteriyor. İkiyi yirmibeş geçe metal bir çerçevede durmuş zaman. Öylece donmuş zaman… İkiyi yirmibeş geçe, öylece  durmuş zamanın saati. İkiyi yirmibeş geçe duran zamanın saatinde İlhan’ın gözleri var; son bir kez zamana karşı sorular soran bakışları var. Tıpkı bu saat gibi zamansız durmuş, tıpkı bu saat gibi sebepsiz kırılmış İlhan’ın yüreği var bu saatte. Son yolculuğuna çıkarken, uyandırmaya kıyamadığı küçük kızının gül kokusu var.

Bu gece hava ağır. Bu geceyi taşımak zor. Dünyanın yükü var bu gecede. Ankara’nın duraklarına, taksilerine, otöbüslerine nasıl sığacak bu yük? Nasıl alacak sokaklar bu yükü, nasıl sığacak caddelere bu yük?.. Bunca yükü nasıl taşıyacak, bir zamanlar nice ölümlere teslim olmuş bu şehir. Bu gece, can evinden yaralı bir ülke var yanında taşıdığı; damarları parçalanmış, geleceği tutsak edilmiş, hayalleri yasaklanmış bir ülke; sevinçleri karartılmış, gülüşleri yaralı, yüreği ağrılı... Yaralı bir ülkenin yaralı bir yüzü var yanında taşıdığı; adı İlhan, soyadı Erdost. İlhan Erdost’un puslu bir Kasım akşamında, bir cezaevi koğuşunda unutulmuş kanlar içinde kalmış yüzü var.

/*
Fotoğraf : İlhan Erdost Albümü

Araç, ölgün ışıklarıyla bir sokak lambasının zoraki aydınlattığı bir apartmanın önünde durdu. Yaralı yüzüyle indi taksiden, yaralı gözlerle baktı kolilere, yaralı yüreğiyle taşıdı onları… Sanki yaralıydı bu kent; bu üzerinde yürüdüğü kaldırımlar, şu karşı apartmanın sönmüş ışıkları, bu göz gözü görmez karanlık… Yaralı adımlarla yürüdü apartmana doğru, ağır ağır çıktı merdivenleri, yaralı bakışlarla aradı anahtar deliğini, sanki yaralıymış gibi çevirdi bileğini… Kapıyı araladı, kolileri bir bir içeri aldı. Sanki bir vuruşmadan çıkmış gibiydi. Yorgun ve yaralı bedenini zorlukla sürükledi içeriye…

Üzerindeki bunca yükün ağırlığında, duygularıyla kalbi arasında sıkışmış gibiydi. Sisler içinde kalmış eski anıların çarşafı hafifçe aralandı; 1991 yılının soğuk bir Mart gününde, işkencede öldürülen nişanlısının ölüm haberinin geldiği o güne döndü; yüreğinde kapanmaya yüz tutmuş bir yaranın hafifçe açıldığını hissetti…

Odaya girdiğinde yenik bir ülke gibiydi yüzü. Ve yıkılmış bir kente benziyordu yüreği.. Saatlerdir göğsünde kilitlemiş olan düğümü, yutkunarak güçlükle çözebildi. Bir süredir yüreğine akıttığı yaşlar, yanaklarından aşağıya bir sicim gibi süzüldü..

Kanepenin üzerinde kendine geldiğinde, gecenin geç bir vaktiydi. Kalktı, yüzünü yıkadı, saçlarına çekidüzen verdi. Aynada kızarmış gözlerine baktı. Yarın, 12 Eylül Utanç Müzesi’ne Muzaffer Erdost’tan aldığı eşyaları götürecekti. Kolilerdeki eşyaları tasnif etmesi gerekiyordu. Arkasına yaslandı, yaşadıklarını bir kez daha düşündü. Burası sisler ülkesiydi. Sisler ülkesinde yaşayanların ne tanrıları vardı ne de tanrıçaları... Hiçbir şey basit bir görüntüden ibaret değildi. O halde, olmayan şeye dair değil, var olana dair anlatılacaktı hikayeler. Doğanın Diyalektiği’ydi bu, karşı gelinemez, tutsak alınamaz, durdurulamaz!

Toparlandı. Bilgisayarın başına geçti. Heybesi yarım kalmış düşleriyle doluydu. Zaman, adına tarih denilen bu beldede bir kasırga gibi esip geçiyordu. Yüzüne buruk bir gülümseme kondurdu, yazmaya başladı. Aklında, geçmiş zamanların sisli anıları, yüreğinde parça parça olmuş kelimeler;

“Yarım paket Bafra sigarası, kol saati ve kalemi bize kaldı...”

(*) İlhan Erdost ve Ağbeyi Muzaffer Erdost 12 Eylül 1980’den hemen sonra evlerinde yasak kitap bulunduğu gerekçesiyle gözaltına alınırlar. 7 Kasım günü Mamak Cezaevi’ne ait bir araçla A Blok’tan C Bloka götürülürken, aracın içinde ve koğuş kapısında öldüresiye dövülürler. İlhan, bu işkence sırasında beyin kanaması geçirerek ölür. Son sözü “Ağbeyim nasıl” ve “nefes alamıyorum” olur. Evlerinde bulunduğu iddia edilen kitabın adı ise F.Engels’in “Doğanın Diyalektiği” adlı kitabıdır.

8 Kasım 2011 Salı

Yarım paket Bafra sigarası, kol saati ve kalemi bize kaldı

Yusuf Nazım
Cumhuriyet, 7 Kasım 2011
İlhan Erdost’un anısına (*)

O günden bir gün önce...
Ülkenin utancını topluyor eller. Ankara’da bir dostun kapısına dayanmış kahverengi gözler tedirgin. Sırça yürek, bir türlü çalamıyor kapısını, bekliyor… Ağrıları kadın yüreğinde saklı, ser veriyor, sır vermiyor.. Usuldan dokunuyor zile, yavaşça aralanıyor kapı, gül yüzlerinde gizli bir hüzünle selamlaşıyorlar..

Muzaffer Erdost buyur ediyor içeri. Usul adımlarla süzülüyor salona. Geçmiş anılara yol vermeden, karpuz ve çay ikram ediyor… Konuya giriyorlar birazdan. Muzaffer Erdost, 12 Eylül’de öldürülen kardeşi İlhan’ın, Ankara’daki Utanç Müzesi’nde sergilenecek  kişisel eşyalarının bulunduğu kolileri getiriyor. Birlikte açıyorlar. Masanın üzerinde İlhan’a ait bir sürü siyah-beyaz fotoğraf… Ayakkabısı, saati, sigarası, kalemi… Öldürüldüğünde üzerinde bulunan kanlı kıyafetler.. Kan lekeleriyle kurumuş gri kırçıllı paltosu, dikiş yerlerinden sökük kanlı  pantolonu. Buruş buruş olmuş filtresiz Bafra paketini, siyah deri kordonlu kol saatini ve kurşun kalemini masanın üzerine koyuyor.. Masanın üzerine sanki kardeşinden bir parçayı koyuyor. Kardeşinden bir parçayı değil, sanki kardeşini koyuyor. Onun bahar tazesi gülüşlerini, tez elden büyüyüşlerini, o civanmert, delikanlı yürüyüşlerini koyuyor…

Dalıp gidiyor gözleri… Geçmiş anıların kıskacından zoraki kurtarıyor kendini. Cesaretle topluyor masanın üzerinden o yasemin bakışlarını. Rengi solmuş kanlı gri pantolonunu, üzerinde kan lekeleri kurumuş kırçıllı paltosunu, sigarasını, kol saatini, kalemini… Topluyor birer birer, önünde yenilmiş ve yıkık bir ülke gibi duran masanın üzerinden. Yenilmiş ülkesinin bütün acılarını topluyor sanki; dal dal kırılmış umutlarını, parça parça olmuş düşlerini, feryat figan çığlıklarını.. Toplayıp, dolduruyor kutuya bir bir…

 “Gözlerimin önünde yüreğimi aldılar.” diye mırıldanıyor Muzaffer Erdost. İçli gözleriyle uzak bir dünyaya bakar gibi konuşuyor. Gözlerinde uzak bir dünya kalmış gibi sanki. Her kelimesi ağır bir hüzünle yüklü, her kelimesiyle ağır bir hüznü tartar gibi konuşuyor;

“Yarım paket Bafra sigarası, kol saati ve kalemi bize kaldı.”
/*
İçinde, yüreğini sarıp sarmalayan bir hüzünle ayrılıyor Muzaffer’in yanından. Akşam karanlığının serinliğine bırakıyor kendini. Ankara’nın sıradan bir Ağustos akşamının sessizliği akıp gidiyor içinden. Göğsünde, yüreğinin ta derinliklerinde bir yerde inceden inceye bir acıyı hissediyor. Küçük bir çakının ucu batıyor sanki yüreğinin bir yanına.

Yükü ağır; beraberinden buruk düşler ve içinde İlhan Erdost’un özel eşyalarının bulunduğu dört koli; kanlı giysileri, bitmemiş sigarası, kol saati, kalemi.. Bir de ülkesinin acıları; kırılmış umutları, kaybolmuş düşleri, çığlıkları..

Puslu bir Ankara akşamının günahları var bu kolilerde; Islak ve kirli bir karanlık gibi ülkenin vicdanına yapışan o kara güne ait hemen her şey var; İlhan Erdost’u karanlık bir cemseye koyuşları var; ona karanlık bir cemsede kıyışları var; ona postallarla, tüfeklerle, dipçiklerle vuruşları var…

Üzerine, kirli bir ölümün adı bulaşmış bir sonbahar akşamı var bu gecede. Beraberinde koli koli taşıdığı bir ölümün kokusu var. Sokakları korkuya ve kuşkuya bulanmış bir Ankara akşamı var; Bir cezaevi aracının Ankara sokaklarından sessiz bir ölüm makinesi gibi geçişi var. Korkuya batmış yüzlerin, çürümüş suretleri var bir cemsede. Dallarını yol kenarlarına sarkıtmış akasyaların yorgun yaprakları var; suskun sokak lambaları, sağır bulvarları, çıkmaz sokakları var. Ağır ağır seyreden bir aracın soğuk metal zemininde, postal sesleri altında ezilmiş, sereserpe yatan İlhan’ın soluksuz kalmış kanlar içinde yüzü var. Mamak Cezaevi’nin karanlık ve izbe bir koğuşunda, pare pare olmuş, kanadı kırık, çaresiz bir kuş gibi çırpınan; son nefesinde “ağabeyim nasıl” diye soran, “nefes alamıyorum” diye inleyerek duran yüreği var…
/*
Ölgün ışıklarıyla bir sokak lambasının zoraki aydınlattığı bir apartmanın önünde durdu araç. Yaralı yüzüyle indi taksiden, yaralı gözlerle baktı kolilere, yaralı yüreğiyle taşıdı onları… Sanki yaralıydı bu kent; bu üzerinde yürüdüğü kaldırımlar, şu karşı apartmanın sönmüş ışıkları, bu göz gözü görmez karanlık… Yaralı adımlarla yürüdü apartmana doğru, ağır ağır çıktı merdivenleri, yaralı bakışlarla aradı anahtar deliğini, sanki yaralıymış gibi çevirdi bileğini… Kapıyı araladı, kolileri bir bir içeri aldı. Yorgun ve yaralı bedenini zorlukla sürükledi içeriye.

Üzerindeki bunca yükün ağırlığında, duygularıyla kalbi arasında sıkışıp kalmış gibiydi. Sisler içinde kalmış eski anıların çarşafı hafifçe aralandı; 1991 yılının soğuk bir Mart gününde, işkencede öldürülen nişanlısının ölüm haberinin geldiği güne döndü; yüreğinde kapanmaya yüz tutmuş bir yaranın hafifçe açıldığını hissetti. Yenik bir ülke gibiydi yüzü. Ve yıkılmış bir kente benziyordu yüreği.. Saatlerdir göğsünde kilitlemiş olan düğümü yutkunarak güçlükle çözebildi. Bir süredir yüreğine akıttığı yaşlar, yanaklarından aşağıya bir sicim gibi süzüldü..

Lavaboya gitti, yüzünü yıkadı, saçlarına çekidüzen verdi. Aynada kızarmış gözlerine baktı. Yarın, 12 Eylül Utanç Müzesi’ne Muzaffer Erdost’tan aldığı eşyaları götürecekti. Kolilerdeki eşyaları tasnif etmesi gerekiyordu. Bir sigara yaktı, arkasına yaslandı, yaşadıklarını bir kez daha düşündü. Burası sisler ülkesiydi. Sisler ülkesinde yaşayanların ne tanrıları vardı ne de tanrıçaları. Hiçbir şey basit bir görüntüden ibaret değildi. O halde, olmayan şeye dair değil, var olana dair anlatılacaktı hikayeler. Doğanın Diyalektiği’ydi bu; karşı gelinemez, tutsak alınamaz, durdurulamaz..

Heybesi yarım kalmış düşleriyle doluydu. Bilgisayarın başına geçti. Zaman, adına tarih denilen bu beldede bir kasırga gibi esip geçiyordu. Yüzüne buruk bir gülümseme kondurdu, yazmaya başladı. Aklında, geçmiş zamanların sisli anıları, yüreğinde parça parça olmuş kelimeler;

“Yarım paket Bafra sigarası, kol saati ve kalemi bize kaldı...”

(*) İlhan Erdost ve Ağbeyi Muzaffer Erdost 12 Eylül 1980’den hemen sonra evlerinde yasak kitap bulunduğu gerekçesiyle gözaltına alınırlar. 7 Kasım günü Mamak Cezaevi’ne ait bir araçla A Blok’tan C Bloka götürülürken, aracın içinde ve koğuş kapısında öldüresiye dövülürler. İlhan, bu işkence sırasında beyin kanaması geçirerek ölür. Son sözü “Ağbeyim nasıl” ve “nefes alamıyorum” olur. Evlerinde bulunduğu iddia edilen kitabın adı ise F.Engels’in “Doğanın Diyalektiği” adlı kitabıdır.

Yusuf Nazım

20 Ekim 2011 Perşembe

Henüz çıkılmamış yolculuklarım var


Evrensel Kültür Dergisi- Ekim 2011, Sayı : 238
Yusuf Nazım

Henüz çıkılmamış yolculuklarım var.

Gezginim, uçsuz bucaksız şu evrende, bir kum tanesi kadar küçük, henüz keşfedilmemiş devasa bir gezegen kadar büyük, yeni bir dünyaya yolculuklarım var. Uzansan parmaklarınla dokunacak kadar yakın, fırlasan ışık hızıyla, asla varılamayacak kadar uzak, henüz doğmamış yıldızlara yolculuklarım var. İçimde, eski zamanlara ait dayanılmaz bir merak, sanki hiç yaşanmamış daha dün kadar yakın, bilinen en eski zaman kadar uzak, geçmiş zamanlara dair yolculuklarım var. Gözlerimde yakılmamış bir yangının ateşi, kulaklarımda sanki duyulmamış sesler ve dilimde söylenmemiş nehir gibi sözcükler; söylenmemiş sihirli sözlere dair yolculuklarım var…

Henüz çıkılmamış yolculuklarım var.

Duyuyorum, damla damla dökülüyor deniz, taş taş sökülüyor dağ, tane tane büyüyor çığ, kulaktan kulağa yayılıyor bir efsane…
Uzak bir ülkede, güneş açmaz dağların yabanıl doruklarında, görülmemiş bir fırtına patlıyor. Göz gözü görmüyor, iz izi sürmüyor; sesler ağır ağır çürüyor, cümle izler siliniyor. Havada, bıçaktan beter keskin, ecelsiz ölüm kadar vahşi, çığlık çığlığa bir gecenin kulakları yırtan uğultusu; geçit vermez dağların zirvesinde, asi bir ayazın pençesinde, emaneti sırtında iri bir gölge, soğuktan donmuş parmaklarını kemiriyor.

Henüz çıkılmamış yolculuklarım var.

Filiz bile vermemiş sevda, henüz başlamamış aşk, ana rahmine düşmemiş can. İçimde dalga dalga büyüyen bir heyecan. Ne toprağın, ne ateşin, ne suyun sesi, daha başlamamış bir hayat…
Güneş, o talihsiz coğrafyada ağı ağır yükseliyor. Dağların, buram buram çayır çimen kokan eteklerindeki, kerpiç duvarlı evlerin mavi gözlü çocukları, ışığı elleriyle keserek susuyor. Güneş, denizden daha küçük, bir gölden daha büyük bir suyun koynuna kızılca bir kıyamet gibi sokuluyor. Tatvan’da Van Gölü’nün kıyısında, beyaz badanalı duvarları arasında bir genç kız, zayıf ince parmaklarıyla umutlarını dokuyor. Nemrut’un eteklerinde, kavalını kaybetmiş bir çoban, dili tutulmuş gibi mahzun, dizlerini dövüyor; önce ağır ağır çömeliyor, sonra silkiniyor, yürüyor; efsunlu sözleriyle, mavi gözlü devi sihirli lambasından çıkarmaya çalışıyor.

Henüz çıkılmamış yolculuklarım var.

Bir sazın tınısı, neyin fısıltısı, rüzgarın ıslık çalan sesi, kavalın nefesi; buharlı bir trenin zifiri karanlığı delerkenki söylencesi; bir dut ağacının bağlaması, bir kemanın inceden inceye hüzünle ağlaması…
Sihirli türküler besteliyorum kendime, kendi kendimle avunuyorum. Gözüm, gecenin alaca karanlığında, ateşten bir türkü gibi düşüyor önüme, ardından yürüyorum. Kadife koynunda karanlığın hiç durmadan ilerliyorum. Eski zaman masalları, unutulmuş hikayeler, gizli kalmış serüvenler karşılıyor beni. Şiirlerime notadan ve sesten elbiseler giydiriyorum.

Henüz çıkılmamış yolculuklarım var.

Bir film şeridi gibi geçiyor önümden hayat. Her dokunuşumda epik bir bahar gibi dökülüyor gözlerimden yaşamak; bir belgesel tadında renkleniyor, ahenkleniyor. Filmin son karesi donmuş; su akmıyor, rüzgar esmiyor, zaman geçmiyor; yönetmen sessiz, oyuncular pür dikkat, figüranlar beklemede…
Ereğli’’den Armutçuğa, yeşilin bin bir tonu arasından yorulmuş gibi ilerliyor, kıvrıla kıvrıla yükseliyor yol; sara sarmalaya çoğalıyor ağaçlar, alçala yüksele ilerliyor bir vadi; terkedilmiş baca ağızları, sönmüş ocaklar, sararmış benizleriyle evler, hüzünle yaklaşıyorlar. Sessiz ve usuldan yumuyor gözlerini, durula durula yaşlanıyor, ağır ağır çekiliyor bir hayat.
Varagel’in aşağı ucunda, paslı gövdesiyle bir vinç, 1919 yılından beri taşlaşmış, anıtlaşmış gibi öylece duruyor, belki de son vardiya işçilerini bekliyor. Batık bir kent gibi sallanıyor köpüklü dalgaları arasından eski iskele, dalgalar son hıçkırıklarını da savuruyor. Kandilli’de bir kömür işçisi bekliyor beni, yaşamaya pandomim geçecek, kim bilir heybesinde ne hüzünlü öyküler biriktiriyor. Motor çalışıyor, çarklar dönüyor, dişliler birbirine kenetleniyor, asansörler ağır ağır homurdanıyor. Yerin yedi kat derininde, karanlık bir kömür galerisinde, açılmış son ayağın biraz berisinde, bağdaş kurmuş işçiler, birbirilerine esrarengiz hikayeler anlatıyorlar.

Henüz çıkılmamış yolculuklarım var.

Hissediyorum, yenik bir ülke, yaslı bir toprak, kurumuş bir çöl; orada öylece durmuş beni bekliyor. Yarım kalmış bir düş, tamamlanmamış hayaller, yitik bir efsane…

Rafah’ın kenar mahallelerinin birinde, bir megafonun ince ve metalik sesi, dozer paletlerinin gıcırtıları arasında eriyor. Daha gerilerden, perde perde tank sesleri geliyor. Filistin’in kara gözlü çocukları, omuzlarında amerikan bayrağına sarılmış bir tabutu taşıyorlar. Görüp te yaşamayanlar, el verip ulaşamayanlar kulaktan kulağa birbirilerine Rachell Corrie’nin hikayesini anlatıyorlar. Esrarlı bir fısıltı gibi çoğalıyor, dalga dalga yayılıyor söylenceler; Gazze’nin daracık sokaklarını aşıyor, sınırları bir çırpıda geçip, ülkeden ülkeye taşıyor. Bütün eski kentlerin varoşlarını, aşağı mahalleleri, işçi semtlerini, kampusları, üniversiteleri yakılmış bir ağıt gibi dolaşıyor.

Henüz çıkılmamış yolculuklarım var.

Aklımda, yaşanmamış serüvenlerin izi, yüreğim söylenmemiş sözlerle dolu. Gideceğim gün yakın mı, uzak mı bilmiyorum? Varacağım hedefe ulaşabilecek miyim, kestiremiyorum… Dehşetengiz bir coğrafyanın serüvencisi olmak istiyor yüreğim; bütün o yalçın kayalıklar, ıssız vadiler, geçit vermez dağlar…
Kara giysiler içinde, yaşlı kadınlar kucaklaşıyorlar. Küçük mavi gözlerinde bir çocuğun parça parça safir düşler büyüyor. Havada kükürt kokusu, benzin kokusu, barut kokusu; kesilmiş ağaçların, yakılmış ormanların, vakitsiz öten kuşların korkusu; yanık otlar gibi tutuşan toprağın, akışına set çekilen bir ırmağın, apansız giden göçmen kuşlarının korkusu. Yaşamak ağır bir sürgüne dönüşüyor birden, pamuğun beyazı, buğday başaklarının sarısıyla örtüşüyor. Deşta Farkini’de, dümdüz ovada bir köstebeğin öyküleri dolaşıyor. Geride kalanlar, keskin bakışları kibirli, sakalları hırpani, şarabi bir eşkıyaya, gece gündüz korkunç eşkıya öyküleri anlatıyorlar.

Henüz çıkılmamış yolculuklarım var.

Akasyalar arasından yavaşça yürüyorum. Yıllardır yazılmakta olan, yarım kalmış bir romanın izini sürüyorum. Hafif bir yel esiyor, yağmur çiseliyor, ıssız bir köşede iki yaşlı çift, birbirine sokulmuş el ele tutuşuyor. Bahçe kapısında, oturduğu yerde taşlaşmış bir adam, eli çenesinde yıllardır derin derin düşünüyor. Bakırköy’ün bütün delileri benimle gülüyor, benimle ağlıyorlar.
Deliler koğuşuna düşüyor yolum. Kozmik zamanlardan masallar anlatıp, delice düşler kuruyorum. Mantıksız felsefe söyleşileri geçiyor içimden, deliliğe övgüler diziyorum. Anlamsız donuk bakışları, sevinçten başka bir şey gülüşleri, ürkek ve çekingen dokunuşları. Hasta, çarpık suretleriyle sürüler halinde yüzler, alın çizgilerinde derin izler, kim bilir ne garip hayatları gizler. Dışarıda yağmur hızlanıyor, koridorda ayak sesleri; mazgallar tedirgin, kötü haber erkenden yayılıyor. Duvarlar bir gecede bin yıl birden yaşlanıyor.
Çuval giymiş bir delinin, duvarları deliyor çığlıkları. Başka bir deli, korkuyla büzülmüş bir köşede, kendince söylenerek oturuyor. Dudaklarında yanmamış bir izmarit, bakışlarında keder, pörsümüş bir deftere deliliğin güncesini tutuyor.
Demir parmaklıklar, uzun ve loş koridorlar, sıska ve çelimsiz bedenler… Ara bir ıslık sesleri duyuyorum. Aklımı başımdan alamıyor, delirmeye doğru doludizgin koşuyorum…

Henüz çıkılmamış yolculuklarım var.

Görüyorum, yarım kalmış her şey beni bekliyor; bitmek tükenmek bilmeyen gece düşleri, unutulmuş şeyler, yüreğimde bir şiir sarhoşluğu, tutsak şehirler, kalbim yapayalnız bir tecrit yeri; yeniden boğuluyor Hasankeyf, sular altında kalacak Aliaone; Havana’da şeker kamışı tarlaları, talan edilmiş İskenderiye Kütüphanesi, Kaz Dağı’nın eteklerinde bir kuş sesi… Hepsi, hepsi, hepsi beni bekliyorlar… Birden sessizlik sağanağına dönüyor içim, yüreğimde gül mevsimi açıyor, damarlarımda nefti bir baharın ateşi, buram buram aşk kokuyor.
Şakaklarımda domur domur ter, yüreğimde dom dom kurşunu gibi sesler; bir dağdan bir dağa çarparcasına, damarlarım çatlarcasına, gözlerimden yaşlar boşalırcasına haykırıyorum; Henüz çıkılmamış yolculuklarım vaaaaaar! Gelen yok muuuuuuu!?..

Yusuf Nazım