Yusuf Nazım
T24 | 21 Şubat 2017
T24 | 21 Şubat 2017
Radikal
Gazetesi’nde Bitlis’te
son Ermeni’yi yazmıştım bir zamanlar.
Amerikan
edebiyatının güçlü kısa öykü yazarlarından olan William Saroyan’ın,
Bitlis’teki köklerinden kopuşunun hikâyesiydi bu.
1907’de,
yaklaşan o büyük fırtınanın gölgesinde başlayan bir kopuşun, küçük Saroyan’ın
hayalinde, anneannesinin “kalbin diliyle”
söylediği, söylerken bir “şarap deresi
gibi akan” ve acının hüznüyle ezgilenmiş ninnilerle nasıl derin bir özleme
dönüştüğü ve bu özlemin sonunda onun, yanında Ara Güler, Fikret Otyam ve Yaşar
Kemal’le birlikte Anadolu’nun içlerine doğru yolculuğunu anlatmıştım.
Köklerine olan bu yolculuğun sonunda onun, doğduğu kentin sınırlarına
vardığında, eğilerek öptüğü vatan toprağında Bitlis’in son Ermeni’siyle karşılaşması vardı bu anlatıda…
Kökleri,
ne kadar derinlerde olursa, acıları da o kadar büyük oluyordu hayatların. Ve başlangıçları,
dönüp dolaşıp nedense hep aynı tarihleri gösteriyordu. Ne kadar dilsiz olsa da
acılar, anlatmak için hikâyesini, yine de kendine bir yol buluyordu.
1906’da
benzer bir hikâye, Anadolu’nun başka bir köşesinde boy verecektir.
1915
yılının kimlikleri orada oraya sürükleyen o büyük kasırgasında, ağabeysi
dışında bütün ailesini kaybedecek bir çocuğun hikâyesidir bu. Fransız kolonisi
olan Suriye’de, bir yetimhanede geçen çocukluk yılları sonrasında, 1925 yılında
Marsilya’ya kadar uzanan, ardından Fransa’daki bir fabrikadaki tornacılık
yıllarından, şiir ve edebiyatla harmanlanan; Baudelarie, Rimbaud gibi
yazarların eserlerini Ermenice’ye kazandıran, Sorbonne’da edebiyat, felsefe,
siyaset dersleri alırken Paris’teki faşizme karşı yeraltı direnişine katılarak,
en sonunda Paris’te, Mont Valerien’in eteklerinde hüzünle son bulan; kısa, fırtınalı
ama onurla nişanlanmış bir hayat hikâyesi…
Almanya’da Nazizm’in yükselişi ve diktatörlük
1930’lu
yıllar.
Faşizm,
“İri bir çizme gibi Balkanlara”
yayılmaktadır.
Almanya’da,
her türlü kötülüğün nedeni olarak demokratik parlamenter sistemi gören Hitler,
seçimlerinden sonra çıkardığı “yetki
kanunuyla” meclisin faaliyetlerini durdurur.
Dört
yıl süre ile meclisin tüm yetkilerini kabineye devredecek kanunun oylaması sırasında,
parlamento SA birliklerince kuşatılır. Bazı sosyal demokrat parlamenterler
içeri alınmaz. 81 komünist vekil, seçimlerden önce zaten gözaltına alınmıştır.
Hitler,
kendisine geniş yetkiler veren bir “kanun
hükmünde kararnameyle” yasama ve yürütme gücünü bütünüyle ele geçirir.
Kurmuş
olduğu güçlü propaganda aygıtı, güçlü hitabet ve ikna yeteneği sayesinde Alman
ırkının üstünlüğüne halkı inandırır.
Büyük bir savaşa hazırlık amacıyla açılan yeni iş alanları sayesinde işsizlik azalır, ülke boydan boya otobanlarla donatılır.
Alman
başbakanı olmasının yanı sıra, 1934 yılında yapılan referandumla %89,9 “evet”
oyu alarak ölene kadar Cumhurbaşkanı seçilir.
Böylece Almanya’da parlamenter demokrasi sona ermiş olur.
Sene
1939.
Almanya’da Hitler faşizmi "Tek Halk, tek İmparatorluk, tek Lider" (Ein Volk, ein Reich, ein Führer) sloganıyla güçlenmektedir.
Üstün Alman ırkı ve büyük Alman ulusu ideolojisiyle Alman Nazizmi önce Avusturya, sonra Polonya, ardından Finlandiya’ya saldırarak işgal etmeye başlar.
Faşizm, üstün Alman ırkı dışındaki tüm milletleri teslim almaya girişmiştir. Yahudileri, çingeneleri, komünistleri, Ermenileri ve hatta engellileri imha etmek üzere işgal topraklarında toplama kampları kurulmaya başlanır.
Saldırılar
hız kesmeden devam eder; Danimarka
ve Norveç işgale başlarlar.
Norveç
direnmeden teslim olur. Nazi ordularının Hollanda saldırısından sonra Fransa seferi başlayacaktır.
Paris: İşgal, direniş ve ölüm yılları
Yıl
1943’e gelir.
Alman
Nazi birlikleri Fransa’ya girmiştir.
Paris
işgal altındadır, susmuştur. Fransa’nın işbirlikçi Vichy hükümeti Alman işgalcileriyle kol koladır. Paris’in devrimci
ruhu, Alman faşizminin çizmeleri altında inlemektedir.
1871
yılında, 72 gün süren Paris Komünü
sırasında, barikatlardaki direnişçi işçilerin ellerinde sönen ateş, bu sefer
aynı şehirde, bir avuç göçmen işçinin avuçlarında tutuşacaktır.
Fransız Komünist Partisi, Nazi işgaline
karşı silahlı direniş başlatma kararı alır.
Bunun
için Fransa'daki göçmen işçilerden oluşan özel bir Partizan birliği kurulur.
Çok
gizli bir şekilde örgütlenen bu direniş grubu çoğunlukla yabancı göçmen
işçilerden oluşmaktadır. Kimi Franko
faşizmine karşı İspanya iç savaşına katılmış, kimi Avrupa’daki Nazi toplama
kamplarından kaçmış, çoğu Yahudi olmak üzere sıradan, basit, onurlu insanlardan
oluşmaktadır. Liderlerinin adından dolayı Manuşyan
Grubu olarak anılan birliğin asıl adı “Stalingrad
Müfrezesi” dir. İçlerinde bir
İspanyol, iki Romanyalı, iki Macar, üç Fransız, beş İtalyan ve sekiz Polonyalı
direnişçi vardır.
Manuşyan
Grubu’nun görevi Almanların ikmal hatlarına sabotajlar yapmak, onlara silah
taşıyan trenleri, demiryollarını havaya uçurmak, üst düzey Nazi subaylarına suikastlar
yapmaktır. Ülkelerinden türlü acılarla kopmuş, Fransa’yı kendilerine yurt
edinmiş bu insanlar, faşizm lanetini bertaraf edebilmek için tüm bu eylemleri
yaparlar da. Eylemlerin içinde Hitler’e sinir krizleri geçirten, Nazi SS generali
Julius Ritter’in bir suikast sonucu öldürülmesi
de vardır.
Grup,
bir ihbar sonucu 1943 Kasımında önemli bir darbe alır. Üyelerinin çoğu
yakalanır. Tutuldukları Fresnes
Hapishanesi’nde üç ay boyunca ağır işkence altında sorgulanırlar. Hiçbiri
konuşmaz, pişmanlık göstermez. Aksine, faşist işgale karşı eylemlerini
savunurlar.
Grubun
lideri Manuşyan mahkemede, faşizme karşı direnişin savunmasını yapar. Bu
konuşması, sonradan Cezayir ve Londra radyolarında da yayınlanacaktır.
Arşivlerden,
o günün işbirlikçi Fransız basını açıp okunduğunda ise, “23 azılı teröristin ölüm cezasına çarptırıldığı” yönünde başlıklar
göze çarpacaktır.
Almanya,
Anadolu, Romanya, İspanya ve İtalya’daki hayatlarından nice hikâyeler taşıyan
bu 23 direnişçi, ölüme mahkûm edildiklerinde salonda kararlılıkla ayağa
kalkarlar. Mahkeme başkanının, pişmanlık duyup duymadıkları yönündeki soruya ise
her bir ağızdan “hayır!” yanıtını
verirler.
21
Şubat 1944.
Havada kış güneşin göz kamaştıran berraklığı vardır.
Paris’in, Mont Valerien Tepesi’nin etekleri, tarihin sayfalarına utançla yazacağı bir güne tanıklık etmektedir.
Öğleden sonra 03.00 sularında, Manuşyan Grubu’nun 22 üyesi, gözleri kapatılmış olarak olarak beşerli gruplar halinde kurşuna dizilirler.
Grubun
tek kadın üyesi, 32 yaşındaki Moldavya
asıllı Olga Bancic infaz edilmez. Fransa
yasalarının kadınların idamını yasaklamasından dolayı Olga, Almanya’ya
götürülür. Aynı yıl Stuttgart’taki
Urbanstrasse Cezaevi’nde, giyotinle kafası kesilerek idam edilir.
Kızıl Afiş
Manuşyan
Grubu, yaptığı eylemlerle bir efsaneye dönüşmüştür. Bu yönüyle Paris’teki yeraltı
direnişinin en önemli motivasyon kaynağıdır. Bu grubun eylemleriyle, dizlerinin
üzerine çökmüş olan Paris, ayağa kalkmış, adeta direnmeyi öğrenmiştir.
Bu
yüzden Naziler ve işbirlikçi Vichy Hükümeti, direnişçilerin yakalanmasını bir
fırsata dönüştürmek isterler. Bunun için Manuşyan Grubu’nun mücadelesini,
işgale karşı direniş ve vatan savunması amaçlarından saptırarak Almanya ve
Fransa'ya karşı yabancı ülkelerin bir komplosu olarak göstermek isterler. Bu
grubun arkasında Yahudiler ile Bolşeviklerin bulunduğu kirli propagandasını
yayarlar.
Bu
amaçla, kırmızı üzerine direnişçilerin adları ve resimlerinin basılı olduğu afişler
hazırlanır. Afişin üzerindeki resimlerin kimi Ermeni’dir, kimi Yahudi, kimi
İspanyol, Macar ya da Romen. Tam ortasında Manuşyan’ın fotoğrafı vardır. Her
resmin altında ise ölüm, saldırı, bombalama sayıları yer almaktadır.
Afişin üzerinde ayrıca, “Özgürlük Savaşçıları mı? Hayır, suç ordusu!” ibaresi vardır. En altta ise yakalanan silahlar, cesetler, sabotaja uğramış trenler resmedilir. Afişten on beş bin adet bastırılarak Paris’in duvarlarına asılır.
Özgürlüklerin,
direnişlerin olduğu kadar ayrılıkların da şehridir Paris.
21
Şubat 1944 tarihinde Paris, direnişin evlatlarından ebediyen ayrılmıştır.
Evlatlarını
kaybettikten sonra Paris’in duvarlarında, üzerinde direnişçilerin resimlerinin
“cinayet şebekesi” diye basılı
olduğu kırmızı afişlere, bu sefer el yazısı ile şu cümlenin eklendiği görülür:
“Morts Pour La France!”
yani;
“Fransa için öldüler!”
Kimi
Anadolu’dan gelmiş, kimi İspanya’dan, kimi Polonya veya başka ülkelerden; kimi
İtalyandır, kimi Macar, kimi Ermeni ya da Rumen. Ama hepsi Fransa’nın
evladıdır, hepsi Fransa ölmüştür. Afişlerin bazılarına, görünmeyen eller
tarafından “Fransa’yı bunlar kurtaracak!”
yazılmakta, sokaklardaki bu kırmızı afişler, Paris’in direnişçi gururunu okşamayıp
yüceltmektedir.
İşgale
karşı direnişi bitirmek ve halkın moralini kırmak amacıyla kullanılan bu
afişlerin propaganda etkisi kısa sürede tersine dönecektir. Tarihe “Kızıl Afiş” olarak geçecek, zamanla bir
sembol olarak işgal karşıtı direnişin daha çok moral kazanmasına sebep
olacaktır.
Yıllar
içinde bir efsaneye dönüşecek bu afişler adına filmler, belgeseller yapılacak,
kitaplar yazılacaktır.
Louis Aragon.
Fransız Komünist Partisi üyesi.
Faşizme karşı yer altı direniş hareketinin aktif elemanı, şair, deneme yazarı, romancı.
Aragon 1955 yılında yazdığı L'Affiche rouge (Kızıl Afiş) şiiriyle 23’lerin direniş ruhunu, ölümsüzleştirir. Şair şiiri yazarken, Misak’ın eşi Meline’ye yazdığı son mektuptan esinlenmiştir.
Şiir 1959 yılında Léo Ferré tarafından Manuşyan Grubu anısına bestelenir. Jean Ferrat ve Maurice Vandair müziğiyle şarkısı yapılır.
Meline’ye mektup
Toplumların
adalete, eşitliğe, özgür yaşama olan aşklarının bir göstergesi olarak tarihe
bir onur sayfası açan Manuşyan Grubu’nun geride bıraktığı hikâyeler arasında,
aynı zamanda acılı bir aşkın izleri kalmıştır.
Grubun
lideri Misak’la, yine kendisi gibi bir yetim Ermeni’si olan Meline arasındaki
aşktır bu.
Manuşyan,
Sovyet Ermenistan’ına yardım çalışmaları sırasında 1934 yılında Mélinée Soukémian’la tanışmıştır. Meline
İstanbulludur ve tıpkı kendisi gibi Anadolu’da esen kasırgadan nasibini almış,
Yunanistan’daki bir yetimhanede büyümüştür.
Tarihin
acılarla, ızdıraplarla, savaşlarla örülmüş dolambaçlı yolları onları, Paris’in
yeraltı direniş örgütünde buluşturmuş, çoğu zaman olduğu gibi yetimler yine birbirini
bulmuştur.
Tıpkı
Hrant ile Rakel gibi, tıpkı yetimhanelere büyüyerek hayatlarını birleştirmiş
diğer çiftler gibi.
Çift,
22 Şubat 1936 ‘da evlenmişleridir. Ne kötü tesadüftür ki bu tarih, on iki yıl
sonra Mont Valerien’in yamaçlarında kurşuna dizildikten sonra eşi Misak’ın ölü
bedeninin toprağa verildiği güne denk gelecektir.
Talih
Meline’yi, örgüt üyelerine karşı yapılan o büyük Nazi operasyonunda yakalanmaktan
son anda kurtarmışsa da, sevgilisinin ölümünden sonra, zamanın yüreğine ektiği
o derin ıstıraptan kurtaramamıştır.
Onların,
birbirlerine karşı duydukları tutkunun özgürlüğe, eşitliğe, insanca bir yaşama
dair başka bir aşkla birleşerek, Paris’in sokaklarında işgale ve faşizme karşı direnişe
dönüşmüş hali, belki de aşkın en güzel halidir.
Öyle
olmalı ki Misak Manuşyan, kurşuna dizilmesinden üç saat önce sevgilisi
Meline’ye yazdığı mektupta şöyle diyecektir:
“Sevgili Melinee, benim sevgili küçük
yetimim,
Birkaç saat sonra bu dünyada olmayacağım.
Öğleden sonra saat üçte kurşuna dizileceğiz. Bu bana, yaşamımdaki herhangi bir
kaza gibi geliyor; inanmıyorum, ama gene de seni bir daha hiç göremeyeceğim.
Sana ne yazabilirim? Kafamın içinde her şey karmakarışık, ama aynı zamanda
apaydınlık. Kurtuluş Ordusu’na gönüllü bir asker olarak katılmıştım ve zaferin
sona yaklaştığı hedefin eşiğindeyken can veriyorum. Sağ kalacak ve yarının
özgürlük ve barışını tadacak olan herkese mutluluklar diliyorum. Fransız
halkının ve özgürlük için dövüşen herkesin, bizim anımızı saygıyla anacaklarını
biliyorum. Ölüm anında, Alman halkına ya da başka herhangi bir kimseye nefret
beslemediğimi duyuruyorum; herkes, ceza ya da ödül biçiminde hak ettiğini
alacaktır. Alman halkı ve diğer halklar, artık fazla sürmeyecek olan savaştan
sonra barış ve özgürlük içinde yaşayacaklardır. Herkese mutluluklar… Sadece
seni yeterince mutlu edememiş olmaktan ötürü derin bir üzüntü duyuyorum; senin
de her zaman arzu ettiğin gibi sana bir çocuk verebilmeyi o denli isterdim ki.
Bu yüzden, savaştan sonra mutlaka evlenmeni ve benim mutluluğum için bir çocuk
sahibi olmanı ve benim son isteğimi yerine getirmek üzere, seni mutlu edecek
biriyle evlenmeni istiyorum. Bütün eşyamı ve diğer maddi varlığımı sana ve
yeğenlerime bırakıyorum. Fransız Kurtuluş Ordusu’nun bir neferi olarak öldüğüme
göre, savaştan sonra benim eşim sıfatıyla savaş emekliliği ödeneği hakkını
talep edebilirsin. Beni onurlandırmak isteyen dostların yardımıyla, okunmaya
değer şiirlerimi ve yazılarımı yayımlamalısınız. Olanaklı olursa anımı
Ermenistan’daki akrabalarıma iletmelisiniz. Az sonra 23 yoldaşımla birlikte,
ama hiçbir kötülük yapmadığım ya da yaptıysam da kin duyarak yapmadığım için
gözümü kırpmadan ve vicdanı rahat bir insanın huzuru içinde öleceğim. Bugün
hava güneşli.
Sevgili karım ve sevgili dostlarım; yaşama,
güneşe ve doğanın o çok sevdiğim güzelliklerine bakarken veda edeceğim. Bana
kötülük yapan ya da yapmayı istemiş olan herkesi bağışlıyorum; ancak canını
kurtarmak için bize ihanet edenleri ve bizi satanları asla bağışlamayacağım.
Seni ve senin yan ısıra kız kardeşini ve uzak yakın tüm dostları sımsıkı
kucaklıyorum; hepinizi kalbimin bir köşesine yerleştiriyorum. Elveda.
Dostun, yoldaşın ve kocan…
Misak Manukyan, Fresnes, 21 Şubat 1944”
Mont Valeiren'de bir Ermeni
Sene
1944, şehir Paris’tir.
Günlerden 21 Şubat, yer Mont Valerien Tepesi’nin etekleridir.
Tepenin eteklerine direkler dikilmiştir.
Üzerlerine birbiri ardı sıra Parisli 22 direnişçinin kalbi dizilmiştir.
Onlar,
hayatın ruhlarına nice acılar zerk ederek dört bir yana savurduğu vatansız
insanlardır.
İçlerinde
demir işçileri de vardı, öğrenciler de, mühendisler, şairler de.
Buldukları
ilk özgür toprak parçasının, vatanları olmasını isterler.
O
toprak parçası Fransa olur.
Fransa’nın
özgürlüğü için savaşırlar, Fransa için ölürler.
Tıpkı,
çıkarıldıkları mahkemede, Manuşyan’ın işbirlikçi Fransızlara dönerek söylediği
gibi:
“Sizler
Fransız’sınız. Biz bu ülkenin kurtuluşu için savaştık. Siz ise ruhunuzu ve
vicdanınızı düşmana sattınız. Siz Fransız uyruğunu miras aldınız, biz ise hak
ettik.”
Evet,
onlar Fransız uyruğunu, faşizme karşı ödün vermeksizin, savaşarak onurlarıyla hak
etmişlerdir.
Başta
Fransız halkı olmak üzere, yeryüzünün değişik coğrafyalarında, faşizme,
zalimliğe, vatan işgaline karşı mücadele vererek kimliklerini ve özgürlüklerini
arayan halklar, tarihe Manuşyan Grubu
diye geçen direnişçileri unutmaz.
Fransız
resmi tarihinin fazla anımsamak istemediği bu tarihi olay, 1975 yılında Fransız
yönetmen Frank Cassenti tarafından,
yine aynı adla uyarlanarak sinema dünyasına armağan edilir.
2009 yılında ise, bu sefer Ermeni kökenli Fransız sinemacı Robert Guédiguian, direnişi bir kez daha bütün ayrıntıları ile işleyerek “Suç Ordusu” (Army of Crime) adıyla yeniden filme alır. Film adını, Geştapo’nun direnişçileri tanımlamak için kullandığı Kızıl Afiş’teki terimden almaktadır.
Bugün artık, bir efsane olarak tarihteki ölümsüz yerini alan bu direnişi anlatan sayısız makale, araştırma ve kitap yayınlanmıştır.
Manuşyan grubunun hayatta kalan üyeleri Mélinée Manouchian, Adam Rayski, Arsène Tchakarian’ın tanıklıklarını, kimi tarihçilerle birlikte kaleme alarak bugüne gelmesine olanak sağlamışlardır
Bunlardan sadece Meline tarafından 1954’te yazılan “Manouchian, Les Éditeurs français réunis” adlı kitap “Manuşyan, Bir Özgürlük Tutsağı” adıyla Türkçe’ye çevrilmiş ve 2009 yılında Aras Yayıncılık tarafından yayınlanmıştır.
Ayrıca Manuşyan adı başta Fransa olmak üzere kimi ülkelerde sokaklara, okullara, parklara verilmiş; grubun anısına büstler, anıtlar, mozoleler yapılmıştır.
Paris’te Ivry Mezarlığı’ndaki Manuşyan Anıt Mezarı |
Manuşyan Grubu, Paris’in Val-de-Marne semtindeki Parisien d'Ivry Mezarlığı’nda gömülüdür ve burada, enternasyonal 23 direnişçinin anıları için bir anıt bulunmaktadır.
Paris.
Aşkların
ve direnişlerin şehri.
Heybelerinde
ölümsüz hayaller taşıyan nice güzel insanın, dünyanın dört yanından gelerek
sığındığı bir şehirdir o.
Şairlerin,
ressamların, düşünürlerin; özgürlük düşkünlerinin...
Paris,
değerini bilir onların; bağrına basar, anılarını daima sıcak tutar, saklar.
Yolunuz
bir gün Paris’e düşerse eğer, şehrin batı yakasında, yıldız şeklindeki Mont
Valerien Tepesi’ne çıkın. Tepenin güney-batı eteklerinde, üzeri sarmaşıklarla
dolu olan ağaçlar arasında dolaşın. Parisli direnişçilerin özgürlüğe adanmış ruhu
karşılayacaktır orada sizi.
Tepenin
yamaçlarındaki ağaçlara, yerdeki yapraklara, açıklık alandaki kaideye dokunun.
Anımsayın
ki, Mont Valerien’de kurşuna dizilenlerin arasında iki Ermeni vardır.
Bunlardan
biri, 1906’da Anadolu’da doğmuş, ruhu Mont Valeiren’de bir direkte asılı bulunmuştur.
Ölü
bedeni Paris’teki Irvy Mezarlığı’nda,
kökleri Adıyaman’dadır.
Tarih
bir kez daha, Paris’te bir tepenin eteklerinde sessizce durmuştur.
Adı
Misak’tır, soy adı Manuşyan’dır.
Bir
marangoz, tornacı, edebiyatçı, şair ve direnişçi!
Bir
Ermeni yetimi!
Adıyamanlı Misak Manuşyan.
1939-1945 arası direnişçiler anısına,Manuşyan Grubunun kurşuna dizildiği Mont Valerin'de yapılmış Ulusal Direniş Anıtı