26 Mart 2014 Çarşamba

Utanıyorum! /Çürümenin sefaleti


Yusuf Nazım
Cumhuriyet /26 Mart 2014

Utanıyorum… Bugünlerde sık sık utanıyorum. Yaşadığım hiçbir yer almıyor beni. Hiçbir sokağa sığmıyor bedenim. Hiç bir meydanda durmuyor adımlarım. Mavisi kaybolmuş sanki üstünde ülkemin. Gri, boz bulanık bir gökyüzü altında yaşamak zor. Bir çıkış yolu arıyor yüreğim, çaresiz. Utanıyorum.

İçeride, dört duvar arasında, zindanlara tıkılmış güzel insanlar var. Dışarıda büyük insanlık, daha büyük bir zindan, daha kalın duvarlar! Bütün taşlar bağlı, köpekler serbest. Utanmaktan başka hiçbir şey gelmiyor elimden. Utanıyorum!

Gözlerimizin önünde olup bitiyor hemen her şey! Tenhada gencecik çocukları kıstırıyor kolluk kuvvetleri. Başına başına vuruyorlar; hınçla, nefretle, öfkeyle kırıyorlar kafalarını, döve döve öldürüyorlar! “Kendileri yapmıştır” buyuruyor pek sayın vali! Belli ki insafı kurumuş zat-ı muhteremin, kalbi zifiri! Daha da ileri gidiyor, başka çok sayın bir zat, adı malum! Kükrüyor, “polisimiz destan yazmıştır!” diyor! Çıldırmamak işten değil! Bir sokağın izbeliğinde, hain bakışları kesiyor karanlığı kirli suretlerin; haramiler yolu kesmiş, bir o yana, bir bu yana… Ali İsmail geliyor aklıma. Bir kez daha çaresizliğin kapısında kalbim. Utanıyorum!

Hiddetten köpürmüş, naralar atıyor devletin başı; “Ellerinde biralar, üstelik bir de ayakkabıyla girdiler, cami’de içki içtiler” diyor... Yetmiyor, “Kabataş’ta başı örtülü bacımı dövdüler” diye köpürüyor! Aceleyle doğruluyor sürmanşetler efendisini. Koro halinde katılıyor bil cümle şürekâsı; içlerinde gazeteci, köşe yazarı, TV tetikçisi; biat eden milletvekili, bakanı. Yine ayyuka çıkıyor yalan! Yüzü kızarmıyor kimsenin; kılı kıpırdamıyor, özür dilemiyor! Utanmak bana düşüyor yalnız. Utanıyorum!

Kutuyla istiflenen dolarlara, “dindarlar zekât vermiştir” buyuruyor yandaş yazar! Daha geçenlerde düşmüştü gazetelere; “Onları her ay Eyüp Sultan’a götürürdüm” diyen Bakırköy’deki çocuk pazarlayıcısı, yaşlı adam gibi konuşuyor evlere şenlik gazeteci. Çocuk yaşlarıma gidiyor aklım; bana zekâtı öğreten din dersi hocam geliyor aklıma. Utanıyorum.

Katiller nasıl da huzur içinde yaşıyorlar ülkemde, hırsızlar anlaşmalı, yolsuzluk yapan hayırsever! Oysaki konuşmaya tam teşebbüsten içerde mahpus yatıyor vekiller.  Hüküm giyiyor slogan atan gençler, adı Ermeni’ye çıkmış yazarlar. Gazeteciler ise her daim suç örgütü yöneticisi! Lakin cümlesi serbest kalıyor katilin, arsızın, rüşvetçinin, hırsızın! “Adalet yerini buldu” diyor devletin başı! Kelimeler bir kez daha kuruyor dilimde! Utanıyorum!

Haber bültenlerinden duyuyorum; Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Kabataş’taki türbanlı kadın davası için müdahil olarak başvuruvermiş hemen! Öyle ya, haklıdır, aileden sorumlu ya muhterem bakan! Bir de ikiz bebekler var, arka sayfaların, dip notlarında; Özgür ve Lorin adları. Annesi Mülkiye Demir’le cezaevine girecekler Haziran’da birlikte! Suçu mu? İstanbul’un göbeğinde kitap satmaya tam teşebbüsten! Haydi, söyleyecek bir sözün olsun bakalım, aileden sorumlu sevgili bakan! Demir parmaklıklar ardında Özgür ve Lorin geliyor aklıma. Utanıyorum!

Yolsuzluğu soruyorlar mikrofon uzatarak; duymazdan geliyor, “Kimse duydu mu diyor” basından sorumlu bakan. Espri yapıyor aklınca! “Tapeler GDO ludur” diyor, tebaasının zekâsıyla alay ediyor başka bir bakan! Televizyon sansürü için, “Evet, Fas’tan aradım” diyor, hiç sıkılmadan en baştaki bakan! Sözler hep şifreli, fısıltıyla dönüyor pazarlıklar ve talanla dolduruluyor havuzlar; “Bunu halk duyarsa yer yerinden oynar” diyor rüşveti veren saygın iş adamı! Ahlaksızın, hırsızın, rüşvetçinin önünde yerlere seriliyor başka bir bakan. Aklım almıyor, zekâm yetmiyor anlamaya. Yalnızca utanmak geliyor elimden. Utanıyorum.

Bir Yahudi, bir ateist, bir Zerdüşt yapsa anlarım” diye sitem ediyor kendince bakan! Tafrayla saçılıyor sözcükler ağzından. “Yazıklar olsun!" diye ekliyor, Müslümanlığı da kimseye bırakmıyor hazret. Belli ki çoktan bölmüşler bile ülkeyi. Öylesine fütursuz, sinsi, öylesine bölücü. Oğul var, hep Allahın adıyla açılıyor şansı; gücü, muktedir bir babada saklı. Uhdesinde gemi filoları, emrinde tabiiyeti, altında zırhlı arabası. Oğul var, doğuştan talihsiz, kar kesmiş yollarını, tenha bir dağ başında yalnız. Ölmüş oğlunu, sırtında çuvalda taşıyor babası. Isısız bir çöle dönüyor yüreğim. Utanıyorum!

Roboski’de kendi yurttaşını öldürüyor devlet. 34 can, 34 insan evladı, 34 ana kuzusu… Kaç zamandır soğuk toprakta bedenleri. Kılı kıpırdamıyor katillerin, huzur içinde kurulmuş koltuklarına. Ve hâlâ adalet arıyor Galatasaray’da Cumartesi anaları. Karakolda çırılçıplak tacize uğrayan bedenler ise cabası! Durmaksızın kir akıyor, utanç akıyor, ölüm akıyor hayatlara. Sokağa çıkanın gözünü oyuyor güzelim demokrasi, kolunu kırıyor, canını alıyor ondördünde çocukların. Vicdanım kanıyor sessizlikten. Utanıyorum

Çevremizi sarmışlar; bilcümle hayırsever, iş adamı, ihale takipçisi… Hemen her yerdeler. Hâkim ve muktedirler; anlı şanlı holding sahipleri, şirkette yönetici, dairede müsteşar, mahkemede hâkim, soruşturmada savcı; kimi bürokrat, danışman; lakin akılları karanlık, yeminleri sahte; yargıda çete, mecliste vekil, kabinede bakan, devlette baş olmuşlar… Altınla yarıştırıyorlar dolarlarını kutu kutu, kudretten sarhoş olmuşlar. Ajanslar korkarak geçiyorlar bültenlerini. Alt yazılar ürkek, başlıklar tedirgin, patronlar ise ağlamaklı! Talimatla veriliyor televizyon haberleri artık; genel yayın yönetmenleri tetikte, teslim olmuş kimi köşe yazarları. Sözcükler kifayetsiz kalıyor anlatmaya. Utanıyorum!    

Ne mübarek sözler dökülüyor hatırlı beylerin, saygıdeğer efendilerin ağızlarından! Hep selâmün aleykümle başlıyor rüşvet konuşmaları, Allah’ın izni olmadan sonuçlanmıyor pazarlıklar! Hayır niyetine ambalajlanıyor dolarlar, altınlar, eurolar. Siyasetin dilinde zekâta dönüşüyor rüşvetin adı birden. Ve kanal kanal, boy boy, kirli yüzleri sırıtıyor politikacıların haber bültenlerinde. Şuhu içinde kalıyor demeçler, çoğu birbirinin yalancısı! Ruhumda acıyla çırpınıyor sözcükler. Utanıyorum.

Dilleri haram ezberliyor her gün tiranların. Niyetleri zan altında, akılları kumpas, sanırsın ahlak makinesi nefisleri; dolara ve euroya  iştahla akıyor salyaları. Öyle bir zehr-i saltanat ki, çürümenin sefaleti bunlar. Sahnede, demokrasi ile kirletilmiş hileli bir rejim; ağır kokular yükseliyor saraylardan, irin akıyor, tuz kokuyor… Devletin tepesine çöreklenmiş utanmaz, arlanmaz bir güruh. Koca koca adamlar; üstlerinde cilalı post, beyinleri jöleli, içleri bomboş. Sırıtkan yüzleriyle düşüyorlar her gün ajanslara; adama benzemeyen adamlar bunlar! Nemrut’tan beter kinleri, ayetleri kirli, duaları yalan! Her gün görüyorum… Hicap içinde kalıyor yüreğim. Utanıyorum!


@yusufnazim


21 Mart 2014 Cuma

İslam'la cilalanmış bir rüşvet düzeninin kısa anatomisi

Yusuf Nazım
Radikal /21 Mart 2014


Bir saat…
Bir yolculuk…
Ve bir cerahat akıntısı…
Öyle bir cerahat ki, ne bir insan, ne de bir ülke gördü benzerini. Öyle bir akıntı ki, önüne katarak sürüklüyor her şeyi. Umudumuzu, geleceğimizi, düşlerimizi…

Bedenlerimiz kanıyor, ruhumuz acıyor, kalbimizde derin yaralar açılıyor. Tedirginiz…
Korkuyoruz…
Kanlı bir mahşer yerinden sağ kurtulmuş son canlı gibi dehşet içinde izliyoruz olanı biteni.
Belki bir kâbus bu yaşadıklarımız.

Karanlık, zifiri bir ağırlık üstümüze üstümüze çöküyor.
Sözler ve kavramlar giderek daha çok kirleniyor.
Kurumlar ve kişiler de öyle; sanki kalın bir yağ tabası içinde yüzüyor her şey.
Pis bir yapışkanlık, sözlerden eylemlere, eylemlerden yüreğimize, oradan ruhumuza bulaşıyor.
Giderek daha çok zorluyor aklımızı, düş gücümüzü.
Adına siyaset denen şarlatanlık düzeninden ağır kokular yükseliyor.   

Hepimiz, bizi içine çekmeye çalışan bu irin girdabından kurtulmak için çırpınıyoruz.
İnsanlar sözlerin, kavramların ve vicdanların bu kadar kirlendiği bu dehşet denizinden umutsuz bir çaresizlik içinde kurtulmanın yollarını arıyorlar.

Kadınların, kızların, çocukların, tüm insanların; hatta hayvanların, toprağın, suyun, börtü böceğin bile baş başa kaldığı tiksindirici, cerahat dolu bir akıntı bu.
Dokunduğu her şeyi kirletiyor, önüne kattığı her şeyi o cerahat denizine doğru sürükleyerek bütün hızıyla akmaya devam ediyor; meydan meydan doluyor, sokak sokak taşıyor, ev ev bulaşıyor…
Ne yana dönsen irin, ne yana dönsen genzi yakan ağır bir koku, ne yana dönsen derin bir çaresizlik hissi…

Evet, bir kol saati...
İsviçre malı; Patek Philippe 5101G marka saat.
İsviçre’de bir saatçi dükkânından yola çıkıyor.
Kalın bir cerahat tabakası içindeki uzun, gizemli yolculuğunu tamamlıyor, Ankara’da bir bakanın kolunda ışıldıyor.
Fiyatı Türk Liralarına sığmayacak kadar pahalı.
Sade ve masum dillerin telaffuz edemeyeceği kadar ağır!
300 bin Frank kadar değerli.
750 bin Türk Lirası karşılığı olan bir saat.

Son zamanlarda, adından sıkça söz edildiğini duyduğumuz işte o saat; eski bir bakana hediye edilen, bir bakanı eski kılan zamanın saati.
Gelecekte bir varmış, bir yokmuş diye anlatılırken bir bakanı eskiten diye anılacak olan o saat! Yalnız bir bakanı değil, bir devr-i saltanatı eskiten saat.

Hikâyesi, saat denince akla gelen o ülkeden başlayan; İsviçre’den, Cenevre şehrinden… Saloon Spatek Slip Ruoduine 41 mağazasının şık vitrinlerinden yola çıkıp karanlık, pis kokulu dehlizlerden devam ederek bir bakanın bileğinde ışıldayan...

Sabırsız ve doymak bilmez bir bakan iştahının aceleciliği.
Yolculuğu özel kalem müdürlerince takip edilen, hiçbir zaman doğruyu gösteremeyecek olan bir saat.
Telefonla rüşvet siparişi, özel kurye, mağazadan elden alış, 300 bin franktan %3 indirim, bakiyeyi swift yapma; ince bir takip işi... Koskoca bir bakan bu; bekletmeye gelir mi, hemen gönül koyma!
Rüşvetin esrarengiz nesnesi; Cenevre’den İstanbul aktarmalı, Ankara’ya uzanan bir yol.
Yol değil mübarek, uzun ve çetrefelli bir yolda, derin yolsuzluk!
Asrın yolsuzluğuna cisim olan nesne.
Çıktığı yolculukta kare kare fotoğraflanan, gümrükten geçirilen, X-Ray cihazında görüntülenen; hatırlı bir büyük adamın kolunda, muteber yerini almak üzere valizlerde taşınan; gecenin geç bir vaktinde bir bakanın koruması tarafından özel kalemine teslim edilen değerli bir hediye!

Ve bir bakan.
Ekonomiden sorumlu sorumlu!
Bileğinde, Cenevre’de Saloon Spatek Slip Ruoduine 41 mağazasından alınma bir saat.
Markası Patek Philippe 5101G. Nasıl da ışıl ışıl parıldıyor.
Şimdi daha bir yüksekten bakıyor çevresine zat-ı muhterem; daha bir gösterişle imzalıyor ekonomiye güç katan sözleşmelerimizi.
İmza törenlerinde, daha bir öz güvenli görünüyor şimdi, büyük bir devlet adamı edasıyla kurularak avangarde koltuklara, yüzünde 300 bin kronluk kibirle sırıtıyor.

Rüşvete konu bir nesnenin kalın bir cerahat tabakası içindeki akıl almaz yolculuğu bu.
Eskimiş bir ekonomi bakanının öznesi olduğu vahim olay!
Bir ülkenin ekonomisinden sorumlu bakanını eskiten hikâye.
Aslında bir bakanı değil, bir büyük devri eskiden trajik öykünün belleklerde kalacak adı.
Ön planda zavallı bir bakan müsveddesinin çürüyen ahvali, arkada daha büyük bir çarkın ağır kokular saçan dişlileri.

Yalnızca saat mi?
Bir tek piyano mu?
Milyonlarca Dolar, Euro, Türk Lirası mı?
Yatlar mı, katlar mı, gemi filoları mı?
Muta nikâhlı kadınlar, boğaza dizilmiş yalılar mı?
Mahkeme kararlarına hükmedilerek sahiplenilmiş gizli koylarda öbek öbek villalar mı?
Oteller ya da hastane zincirleri mi?

Hayır, hayır!
Bu kadar az değil!
Dilim, işlenen sevapları bu kadar küçük göstermeye cevaz değil!
Üstelik bu kadar acemi, tecrübesiz hiç değil.
Daha becerikli, daha işini bilir, daha girişimci.
Ve elbette ki her geçen gün daha aç, daha açıkgöz! Parkları, bahçeleri, kıyıları ve kentleri talan etmekte çok daha usta!
Dillerinde yalana batmış sözler, kuşku yok, akılları servet hırsızlığı konusunda ağır hasta! 

Bir yanda, rahman ve rahim olanın adına toplanan zekâtlar, ağızlarından eksik olmayan sahte besmeleler; bir yanda Allah’ın adıyla süregiden rüşvet pazarlıkları.
Tüm bunlara paralel, olanca hızıyla devam eden fütursuz bir kandırmaca; Ermeni’yi sokak ortasında öldür, Kürt’ün dilini yasakla, çözüm diye ağzına bir parmak bal! Gizli kumpaslar kur, kirli savaş oyunları oyna; dağ başlarında üzerlerine arsız ölümler yolla; uçaklarınla, bombalarınla; hile ve yalanlarınla!

Hep haram sözcüklerin olsun kalbinde gizli gizli büyüttüğün.
Sana biat edenlerin yüzdesiyle tehditler savur, niceliğine sığınmaya devam et!
Yarattığın cinayet makinesi yeni katiller üretsin harıl harıl; her gün zehir içirsin insanlara sokaklarda, sana biat etmeyenlerin kafalarını parçalasın karanlık sokaklarda; gözlerini çıkarsın gencecik çocukların, yeni destanlar yazsın, sonsuz uykularına uğurlasın yeni 
Berkin Elvanları.  

Yalnızca bir saat değil kelimelerden taşan!
İşte böyle bir düzen seninkisi, üzerine kurulup hükmetmeye çalıştığın.
İşte böyle bir garabet rejimi bu, yalan bir imanın gölgesinde kurup da beslediğin.
Şairin dediği gibi yani; “çürüyen et, dökülen diş” ve kokan tuz tabii ki...
Ve tike tike olan, lime lime dökülen, çivisi kalmayan bir ülke!
Vıcık vıcık rüşvet, sapına kadar yolsuzluk, tarihte eşi görülmemiş bir yağma düzeni!
İnsafı olmayan, insani olmayan bir rejim!
Tepeden tırnağa hile, baştan aşağı yalan, iliklerine kadar sömürü!

Kıyıların parsel parsel öğütülmesi.
Belediye meclislerinde tarihe ilişkin eşi görülmemiş bir katliam.
Beş yıldızlı oteller için o güzelim Boğaziçi’ne bir güzel kıyılması.
Dicle Vadisi'ni konut rezerv alanı ilan edip, Hevsel Bahçeleri'ne göz koyulması!
Her devrin politikacılarınca kutsal diye yutturulan özelleştirme. İşçiye kader biçilen taşeron sistemi, işten atılma korkusu.
Tuzla’da ölüm, kot yıkama atölyelerinde ciğerleri dağlayan silikozist…
Ve asgari ücrete mahkum kölece bir yaşam!
Kudretten sarhoş olmuş, dini rüşvet, imanı yolsuzluktan ibaret, ilahi ve adil bir düzen!
Ve yolsuzluk…
Ve bataklık…
Ve çürüme…
Ve boğazınıza kadar cerahat!
Hücrelerinize kadar irin!
İşte sizin içinizdeki siz!
Ve yani düzeniniz!
İşte pırıl pırıl, gözleri kamaştıran o devr-i saltanatınız!
İşte adına kapitalizm denen şey…