İnsancıl Kültür Sanat Dergisi
Ocak 2014
Bir kez daha ve yeniden acıyla tanıştı eylül… Bir kez daha acıyı
öğrendik eylülden… Çaresizliğimiz ki, yaralı bir yıldız gibiydi, bir kez daha kanadı
üşüyen yanımıza…
Tuncel
Kurtiz’i kaybettik. Türkiye sinemasının yeri doldurulamaz bir devi daha sahnelerden
ayrıldı. Yılmaz Güney’in ülkemize ve dünyaya kazandırdığı sinema ustası, onun yakın
dostu, arkadaşı, yoldaşı; Tuncel Kurtiz yok artık!.. Dünya sinemasının önemli
figürlerinden, ülkemiz sinema ve tiyatro sanatının büyük oyuncusu, yönetmeni,
yapımcı ve senaristi; benzersiz bir rol ustası, gök gürler gibi sesiyle bir
şiir serüvencisi Tuncel Kurtiz’i kaybettik…
1936
doğumlu olan Tuncel Kurtiz, orta halli bir kentli ailesinden gelmiş, sanatın,
kültürün, kitapların dünyasında büyümüştür. Kendine güven duyan erken
olgunlaşmış bir kişiliği vardır. Babası, "Ben bütün aileyi her akşam bu yemek masasında görmek istiyorum"
dediğinde kendini, eski bir kamyonetin arkasında, bavul dolusu kitap ve eski
bir somya ile evi terk ederken bulur. Camda, arkasından yaşlı gözlerle ona
bakan anasını, geçmişinin unutamadığı derin anılarından biri olarak
saklayacaktır.
Bebek’te,
bir bodrum katının ufacık odasında tanıdığı “asi görünümlü bir çocuğun”
hayatında derin izler bırakacağını asla kestiremeyecektir. Bir tek masa ve
daktilosuyla sığındığı bu ufacık odada tanıdığı kişi Yılmaz Güney’den başkası
değildir. Yılmaz bir köylü çocuğu, kendisi ise, babası Selanik göçmeni, annesi
Boşnak orta halli bir ailenin bireyidir. Yılmaz Güney’in ısrarlarıyla devam
eden sinema serüveninde 77 yıllık yaşamına 96 sinema ve TV filmi sığdırmış, ayrıca
onlarca tiyatroda rol almış, çok sayıda ödülün sahibi olmuştur. Birçok ulusal
ve uluslararası ödülünün yanı sıra, Ekim 2011′de 48. Altın Portakal
Film Festivali’nde Yaşam Boyu Onur Ödülü alsa da, bir ömür boyu süren
başarılı ve onurlu yaşamıyla gerçek ödülünü hayattan almış bir sanatçıdır.
Tuncel
Kurtiz, kısa bir süre hukuk fakültesinde, daha sonra filoloji, felsefe,
psikoloji ve sanat tarihi bölümlerde okur. Okuduğu okulların hiçbirinden mezun
olmaz. Elinde kitap dolu bir bavulla dolaşır, çoğu zaman okula bile gitmez. Okulda
yalnızca sevdiği bir hocanın derslerine girer, daha çok kantinde oturur.
Bavulunda ise James Joyce, Faulkner, Sait Faik, Cahit Sıtkı, Orhan Veli, James
Hilton, Rabindranath Tagore’un kitapları eksik olmaz. Haldun Dormen Tiyatrosu’ndan
Metin Serezli, Necdet Ayberk, Nisa Serezli ve Doğan Avşar’la birlikte Haldun
Taner’in üniversitedeki kurslarına, katılır. Orada gerek epik tiyatro üzerine,
gerek Amerikan ve dünya tiyatrosu üzerine konuşmalara yapılmaktadır. Tuncel
Kurtiz bu konuşmaları büyük bir zevkle dinler.
Sinemada
Yılmaz Güney’le yollarının kesişmesi, Güney’in hapisten ve sürgünden döndükten
sonrasına rastlar; “Gel usta, beraber
olalım” der Yılmaz Güney. Birlikte “Konyakçı Kabadayılar Kralı” filmini yaparlar. Tuncel Kurtiz, yaptıkları
filmleri beğenmediğinde “ne yapıyoruz
ağabey” der Yılmaz’a… Yılmaz’sa, “Ağabey,
böyle yapacağız şimdilik.. Başlangıçta böyle yapacağız, çirkin kral olacağız ki
istediklerimizi yapalım” der. Tuncel, tam kafası yatmadığı zamanlarda, “Hadi, sen yap ağabey, ben de ara sıra
gelirim,” der… Öyle de yapar. Gider ama ara sıra gelir... Aslında ara sıra
değil, Yılmaz her çağırdıkça gelir. Çünkü bilir, Yılmaz çağırıyorsa, gerek
duyduğu için, ona ihtiyacı olduğu için çağırıyordur. Dostudur Yılmaz, onu kırmaz,
kıramaz; çağırıyorsa bir bildiği vardır, iyi şeyler yapmak için çağırıyordur,
onu çevirmek olmaz…
Aralarında
çok özel bir bağ vardır. “Ben Yılmaz’ın
yanında hep ikinci adam oldum, böyle olmaktan da zevk aldım” der. Yılmaz
yaşasaydı eğer, onun böyle konuşmasına asla izin vermez, “olur mu ağabey, sen her zaman benim dostum, yoldaşım, başımdın”
derdi, “sen olmasan, benim filmlerim film
olmaz” derdi. Nitekim Yılmaz onu, Duvar filmi için çağırdığında, “Gel ihtiyar, yanımda dur yeter,” demiştir
ona. “Yanımda dur. Her gün al konyağını
iç, şarabını iç. Yanımda dur, yeter.” Tuncel, o sırada İsveç-Macaristan
ortaklığı bir filmde oynamaktadır, gider, mukavelesini iptal eder, Yılmaz’ın
yanında durur… Yılmaz’ın ona başka bir değer verdiğini, onu hep başka bir yere
oturttuğunu bilir. “Hani, fotoğrafım
bile olsa yanında hoşuna giderdi” diye bahseder Yılmaz’dan.
Benzeri az
görünen bir bağdır aralarındaki. Sürü filminde, hapisteki Yılmaz’a Hamo’yu kim oynayacak diye
sorduklarında, filmin yönetmeni Şerif Gören’e “İhtiyarı bulun” demiştir. İhtiyarın kim olduğunu bilmez Gören. Oysaki
Tuncel Kurtiz’den başkası değildir ihtiyar. Zeki Ökten soruşturur, ihtiyarın
izini uzaklarda bulur. Almanya’da bir film çevirmektedir o. Sinemanın çirkin
kralına, bu işin olamayacağını söylediğinde Yılmaz Güney, “Şu Hürriyet gazetesine bir ilan verin, o gelir” der…
Yılmaz’la
birlikte sinemada çılgın bir nehir gibi akarlar. Film üstüne film yaparlar.
Filmlerin bir çoğunda Senaryo falan hak getire, baştan yazılı hiçbir şey
yoktur. Çoğu zaman Yılmaz sette yazar senaryoyu, Tuncel oynar... Bazen öyle
oynar ki, senaryo bile yetişemez ona. “Tıpkı
bir tsunami gibi, ne kaçılabilen, ne de kontrol altına alınabilen oyunculuğu”
vardır. Umut filmi, sinema serüveninde bir dönüm noktası olur. Hastalık derecesinde
bağlanmıştır artık sinemaya. Bu filmde oynamak için, deli raporu alıp Bakırköy
Akıl Hastanesi’nde bir ay yatmayı göze alabilecek kadar üstelik.
Umut ve
Sürü filminden sonra Avrupa sinemasının kapıları sonuna kadar açılır Kurtiz’e.
İsviçre, Almanya, İsveç, Norveç, Danimarka ve Hollanda’da oyuncu ve yönetmen
olarak işler yapar. Yanı sıra ABD’den de davetler alır, gider çalışır. Bu iki
filmin kendisine adeta “iki kanat”
olduğunu söyleyecektir o. Sinema ve tiyatroda giderek büyümesi, adının ünlenmesine
rağmen olabildiğince alçakgönüllüdür. Öyle ki, yaşlı olduğu gerekçesiyle
Türkiye’de en iyi erkek oyuncu ödülü verilmeyen sanatçı, İsrail’den en iyi
yabacı ödülünü aldığında, Richard Burton, John Hurt gibi devler varken ödülü kendisinin
aldığına utandığını söyler.
Çoğu zaman
parası yoktur. Ama dostları, arkadaşları vardır. Hani Can Yücel’in dediği gibi “Onların uşakları, bizim dostlarımız var”
der. Parası olmadığı zaman hep bunu tekrarlar. Parası olduğu zaman da cüzdanı
yoktur; ne bankada bir hesabı ne de başka bir şey. Kazandığı parayı ya mutfakta
bir kavanoza, ya da arabasının bagajında bir kese kağıdına koyar, bütün para
işlerini hep başkalarına bırakır.
12 Eylül
darbesinden sonra Kenan Evren’in başa gelmesiyle Türkiye’ye dönmemeye karar
verir. Sonraki yıllarda Yılmaz Güney hapisten kaçar, Tuncel’in de ülkeye girişi
yasaklanır.
Dünya
çapında pek çok farklı ülkeden güçlü tiyatro oyuncularının yer aldığı 12
saatlik Mahabharata adlı Hint destanının
tiyatrosunda oynaması ise unutamazlar arasındadır. Bu olağanüstü oyunda,
Berlin’de En İyi Oyuncu Ödülü’nü alan Senegalli oyuncu Sotigui
Kouyaté, Mamadou Dioumé, İtalya’dan Vittorio Mezzogiorno,
Polonya’dan Grotowski’nin prensi Ryszard Cieslak, ayrıca Andrzej Wajda’nın
yönettiği Vaatler Ülkesi filminden
Andrzej Seweryn, Norman Beaton; Babam
İş Gezisinde filminden
Sırp aktör Miki Manojlovic’le birlikte oynar. Peter Brook’la katıldığı bu ilk
çalışmasında sanatta disiplinin ve iradenin ne olduğuna öğrenir. Kendi
deyişiyle, “bir zulüm tiyatrosunun
içinde” ama “sahnede özgür olarak”
oynamanın unutulmaz tadını yaşar. Bir
daireye yerleştirilen Mahmud Tebrizi ile Kudsi Ergüner’in nasıl “konuştuklarına”, Mahmud Tebrizi’nin
elindeki yaylı kemençeyle, Kudsi’nin çaldığı neyin sevişmesine tanık olur. Avrupalı yönetmenle çalışırken, sinema
sanatının derinliklerine indiğinde heyecanı bin kat daha artar.
Sinemayı büyük
bir sanat olarak görür; romandan da, şiirden de, resimden de üstün tutar. Çünkü
O, sinemanın hepsini içinde barındırdığını düşünür. Sinemanın büyüsünün hepsini
kapsadığına inanır, Kubrick’i seyrederken, niye kendisine böyle roller vermezler
diye asabı bozulurdu!
Son yıllarını,
Şeyh Bedrettin’i çekmek aşkıyla yanıp tutuşarak geçirir. İnanılmaz sevdiği, önem
verdiği, geceleri rüyalarına giren bir projedir bu. Ne var ki ömrü yetmez daha
fazlasını üretmeye. Hayat, bir serüven gibi yürüdüğü yolundan onu erken
durdurur.
Politik sinemaya
inanır ama başka türlü inanır. Can Yücel’in dediği gibi “basit bir ajit-prop filmi yapmak için değil.” Politik sinema
yapacaksak “Tanrıların bile yalancı
olduğunu söyleyebilecek cesarette yapmalıyız” der.
Girmediği kılık, üstlenmediği
rol olmaz neredeyse. Fakat gönlünden geçen, değer verdiği roller başkadır
tabii. Gittiği her yerde inanılmaz bir ilgi görür. Onunla birlikte yolda
yürürken, sokakta iki adım atmak güçleşir, görenler soru yağmuruna tutar, polis
arabaları, diğer bütün arabalar durur. Onu hep sıra filmleri, dizilerle anımsayanlara,
tıpkı Cemal Ağa gibi kızar. Böyle zamanlarda, şaşılacak derecede aksi bir adam
olup çıkar. Onun, gerçekten değer verdiği Sürü, Umut, Duvar gibi filmlerle
hatırlandığında ise, o aksi Cemal Ağa gider, onun yerine Sürü’nün müşfik kalpli
Hamo’su veya Umut filmindeki Cabbar’ın arkadaşı Hasan gelir, bir anda o bildik
şefkatli, sevecen haline geri döner.
Oynadığı
filmlerin unutulmaz karakteri olarak belleklerde hep önemli bir yer tutar. Güz
Sancısı filminin Kamil Efendisi; Sürü’nün Hamo Ağası; Duvar filminde, 12
Eylül’ün baskıcı koşullarına hassas yüreğiyle isyan ederek işten kovulan,
sübyan koğuşlarındaki çocukların sevgili Tonton Ali’sidir o; Bir Aşk Uğruna’nın
Antalya Altın Portakal Film Festivali En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülünü
alan Enver’i; Akrebin Yolculuğu’nda Ankara Uluslararası Film Festivali En
İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülünün sahibi Agâh’ı; Sadri Alışık Ödülleri En
İyi Erkek Oyuncu Ödülüne layık Şelale filminin Kel Selim’i; birçok film
festivalinde En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülünü kazanan Yaşamın Kıyısı’nda
Ali Aksu; filmlerden filmlere koşan usanmaz bir yolcu, Gezi Parkı’nda bir çapulcudur
o… Haziran 2013’de, Gezi Parkı’nın çocuklarını “Diren Gezi Parkı, diren… Çok güzelsiniz çocuklar” diye
selamlamaktan da geri kalmaz.
Yüz hatlarında, görmüş geçirmiş bir çınarın ağırbaşlı çizgileri,
bakışlarında insan olmanın haklı gururu, sesinde kükreyen bir aslanın
mağrurluğu vardır. Oyunu, yalanı, hileyi sevmez; provayı da… Sahnede de, çoğu
kez günlük hayatta yaşıyormuşçasına, olduğu gibi oynar.
Hayata olan gülüşüyle, çıktığı serüvenleriyle, eksilmeyen umuduyla
bizden biridir o… Düz bakmayan; yeri geldiğinde susmaktan, sırası olduğunda
konuşmaktan korkmayan. Gururlu, vakur sesiyle, hiç tükenmeyen nefesiyle
korkusuz bir eşkıyadır. İçimizden biridir yani… Yılmaz Güney’in bulduğu bir
cevher; onun öğrencisi, yolcusu, yoldaşı, yatağını paylaştığı arkadaşıdır; yaşasaydı
eğer, onun öğrencisi, ustası belki…
Sonunda gitti… Sırtında tertemiz gömleğiyle gitti.., Yüreğinde, kirlenmiş
bir dünyaya ait ağır bir yük taşıyordu. Yüzünün çizgilerinde, ak saçlı, pala
bıyıklı, pir gözlü bir adam taşıyordu. Sınır tanımayan düşleri vardı. Her daim haktan,
eşitlikten yanaydı; emekten, özgürlükten yana. Tıpkı diğer sevdalılar gibi o
da, komünist olduğunu asla gizlemedi, her seferinde bundan gurur duyduğunu söyledi.
Göğsünde deli kanlı bir yürek, içinde ışıl ışıl bir cevahir taşıyordu. Sanatını
icra ederken bile safı hep ötekilerden, dışarıdakilerden, yoksuldan ve
yoksundan yanaydı; bu cennet yeryüzünün nimetlerini, bu cennet yüzlü insanlarla
paylaşmaktan yanaydı…
Genç yaşta kanına giren, büyüsünden kurtulamadığı sinemada dev
adımlarla yürüdü. 2011 yılında Grup Yorum’un konserinde, aynı dev adımlarla çıktığı
sahnede, sol eli havadaydı. Hınca hınç dolu stadyumu selamlarken yüreğindeki
umudu bu kez şiiriyle üflüyordu kalabalığa. “Derine,” diyordu, ”derine, hep
derine kazıyoruz! Nerede çağımızın altın kalbi, çağımızın altın kalbini
arıyoruz…” O günden geriye, destansı
bir ağıt bıraktı bizlere. Hayata dair bir ağıt yaktı… Sinemanın yorulmaz
emekçisi, kazmasını usanmadan, bıkmadan salladı; hep derine, derine kazdı,
çağımızın altın kalbini hiç yorulmadan aradı durdu.
Bazı ölümler vardır, inanması güçtür. İşte böyle bir ölümdü
onunkisi. Son nefesine kadar oynadı oyununu; dimdik, ayakta… Onun için dünya
bir tiyatroydu sanki, hayatı bir sinema gibi yaşadı; çıktı, rolünü oynadı ve
gitti… Son sözünü soramadılar ona, soramadık! Son sözünü söyleyemeden gitti. İçimizdeki
her güzel insan gibi, güzel atlarına binerek giden o güzel insanlar gibi gitti…
Tuncel Kurtiz… Sahne dünyasının gözelerinden berrak,
duru bir pınar gibi doğdu, gürleyeK aktı, doruklara yükseldi, çağladı… Yalansız bir
rol ustasıydı; gök gürültüsünü andıran sesiyle sahnelerin babacan delikanlısı, rolünü
gerçekle karıştıran sahne oyuncusu; sinemanın büyüsüne kapılmış bir çığlıktı.
Gitti… Giderken Eylül’ün acısını ekti içimize. Eylül, sonbahar demekti, sonbahardan
daha büyük bir hüzün bıraktı bize.
Meraklısına bkz :
Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2009.
İnsancıl Ocak 2014 sayısı :
https://www.facebook.com/notes/insanc%C4%B1l-at%C3%B6lyesi/insanc%C4%B1l%C4%B1n-ocak-2014-say%C4%B1s%C4%B1-%C3%A7%C4%B1kt%C4%B1/586781798062130
https://www.facebook.com/notes/insanc%C4%B1l-at%C3%B6lyesi/insanc%C4%B1l%C4%B1n-ocak-2014-say%C4%B1s%C4%B1-%C3%A7%C4%B1kt%C4%B1/586781798062130
Bir şiir
YanıtlaSilHerkes biraz şairdir
Ve biraz da Yılmaz;
Genç yaşlı ölüp giderken
Çam tabutta;
Budak budak, halka halka,
Çam sakızında damla damla
Kehribar sarısı şiirleri kalır,
Çoban armağanı tadında.
Erkan Sural
Yeni yılda çoban armağanı tadında günleriniz olsun.
YanıtlaSilYüreğinize sağlık.