Yusuf Nazım
Cumhuriyet, 7 Kasım 2011
Cumhuriyet, 7 Kasım 2011
İlhan Erdost’un anısına (*)
O günden bir gün önce... |
Ülkenin utancını topluyor eller. Ankara’da bir dostun kapısına dayanmış kahverengi gözler tedirgin. Sırça yürek, bir türlü çalamıyor kapısını, bekliyor… Ağrıları kadın yüreğinde saklı, ser veriyor, sır vermiyor.. Usuldan dokunuyor zile, yavaşça aralanıyor kapı, gül yüzlerinde gizli bir hüzünle selamlaşıyorlar..
Muzaffer Erdost buyur ediyor içeri. Usul adımlarla süzülüyor salona. Geçmiş anılara yol vermeden, karpuz ve çay ikram ediyor… Konuya giriyorlar birazdan. Muzaffer Erdost, 12 Eylül’de öldürülen kardeşi İlhan’ın, Ankara’daki Utanç Müzesi’nde sergilenecek kişisel eşyalarının bulunduğu kolileri getiriyor. Birlikte açıyorlar. Masanın üzerinde İlhan’a ait bir sürü siyah-beyaz fotoğraf… Ayakkabısı, saati, sigarası, kalemi… Öldürüldüğünde üzerinde bulunan kanlı kıyafetler.. Kan lekeleriyle kurumuş gri kırçıllı paltosu, dikiş yerlerinden sökük kanlı pantolonu. Buruş buruş olmuş filtresiz Bafra paketini, siyah deri kordonlu kol saatini ve kurşun kalemini masanın üzerine koyuyor.. Masanın üzerine sanki kardeşinden bir parçayı koyuyor. Kardeşinden bir parçayı değil, sanki kardeşini koyuyor. Onun bahar tazesi gülüşlerini, tez elden büyüyüşlerini, o civanmert, delikanlı yürüyüşlerini koyuyor…
Dalıp gidiyor gözleri… Geçmiş anıların kıskacından zoraki kurtarıyor kendini. Cesaretle topluyor masanın üzerinden o yasemin bakışlarını. Rengi solmuş kanlı gri pantolonunu, üzerinde kan lekeleri kurumuş kırçıllı paltosunu, sigarasını, kol saatini, kalemini… Topluyor birer birer, önünde yenilmiş ve yıkık bir ülke gibi duran masanın üzerinden. Yenilmiş ülkesinin bütün acılarını topluyor sanki; dal dal kırılmış umutlarını, parça parça olmuş düşlerini, feryat figan çığlıklarını.. Toplayıp, dolduruyor kutuya bir bir…
“Gözlerimin önünde yüreğimi aldılar.” diye mırıldanıyor Muzaffer Erdost. İçli gözleriyle uzak bir dünyaya bakar gibi konuşuyor. Gözlerinde uzak bir dünya kalmış gibi sanki. Her kelimesi ağır bir hüzünle yüklü, her kelimesiyle ağır bir hüznü tartar gibi konuşuyor;
“Yarım paket Bafra sigarası, kol saati ve kalemi bize kaldı.”
/*
İçinde, yüreğini sarıp sarmalayan bir hüzünle ayrılıyor Muzaffer’in yanından. Akşam karanlığının serinliğine bırakıyor kendini. Ankara’nın sıradan bir Ağustos akşamının sessizliği akıp gidiyor içinden. Göğsünde, yüreğinin ta derinliklerinde bir yerde inceden inceye bir acıyı hissediyor. Küçük bir çakının ucu batıyor sanki yüreğinin bir yanına.
Yükü ağır; beraberinden buruk düşler ve içinde İlhan Erdost’un özel eşyalarının bulunduğu dört koli; kanlı giysileri, bitmemiş sigarası, kol saati, kalemi.. Bir de ülkesinin acıları; kırılmış umutları, kaybolmuş düşleri, çığlıkları..
Puslu bir Ankara akşamının günahları var bu kolilerde; Islak ve kirli bir karanlık gibi ülkenin vicdanına yapışan o kara güne ait hemen her şey var; İlhan Erdost’u karanlık bir cemseye koyuşları var; ona karanlık bir cemsede kıyışları var; ona postallarla, tüfeklerle, dipçiklerle vuruşları var…
Üzerine, kirli bir ölümün adı bulaşmış bir sonbahar akşamı var bu gecede. Beraberinde koli koli taşıdığı bir ölümün kokusu var. Sokakları korkuya ve kuşkuya bulanmış bir Ankara akşamı var; Bir cezaevi aracının Ankara sokaklarından sessiz bir ölüm makinesi gibi geçişi var. Korkuya batmış yüzlerin, çürümüş suretleri var bir cemsede. Dallarını yol kenarlarına sarkıtmış akasyaların yorgun yaprakları var; suskun sokak lambaları, sağır bulvarları, çıkmaz sokakları var. Ağır ağır seyreden bir aracın soğuk metal zemininde, postal sesleri altında ezilmiş, sereserpe yatan İlhan’ın soluksuz kalmış kanlar içinde yüzü var. Mamak Cezaevi’nin karanlık ve izbe bir koğuşunda, pare pare olmuş, kanadı kırık, çaresiz bir kuş gibi çırpınan; son nefesinde “ağabeyim nasıl” diye soran, “nefes alamıyorum” diye inleyerek duran yüreği var…
/*
Ölgün ışıklarıyla bir sokak lambasının zoraki aydınlattığı bir apartmanın önünde durdu araç. Yaralı yüzüyle indi taksiden, yaralı gözlerle baktı kolilere, yaralı yüreğiyle taşıdı onları… Sanki yaralıydı bu kent; bu üzerinde yürüdüğü kaldırımlar, şu karşı apartmanın sönmüş ışıkları, bu göz gözü görmez karanlık… Yaralı adımlarla yürüdü apartmana doğru, ağır ağır çıktı merdivenleri, yaralı bakışlarla aradı anahtar deliğini, sanki yaralıymış gibi çevirdi bileğini… Kapıyı araladı, kolileri bir bir içeri aldı. Yorgun ve yaralı bedenini zorlukla sürükledi içeriye.
Üzerindeki bunca yükün ağırlığında, duygularıyla kalbi arasında sıkışıp kalmış gibiydi. Sisler içinde kalmış eski anıların çarşafı hafifçe aralandı; 1991 yılının soğuk bir Mart gününde, işkencede öldürülen nişanlısının ölüm haberinin geldiği güne döndü; yüreğinde kapanmaya yüz tutmuş bir yaranın hafifçe açıldığını hissetti. Yenik bir ülke gibiydi yüzü. Ve yıkılmış bir kente benziyordu yüreği.. Saatlerdir göğsünde kilitlemiş olan düğümü yutkunarak güçlükle çözebildi. Bir süredir yüreğine akıttığı yaşlar, yanaklarından aşağıya bir sicim gibi süzüldü..
Lavaboya gitti, yüzünü yıkadı, saçlarına çekidüzen verdi. Aynada kızarmış gözlerine baktı. Yarın, 12 Eylül Utanç Müzesi’ne Muzaffer Erdost’tan aldığı eşyaları götürecekti. Kolilerdeki eşyaları tasnif etmesi gerekiyordu. Bir sigara yaktı, arkasına yaslandı, yaşadıklarını bir kez daha düşündü. Burası sisler ülkesiydi. Sisler ülkesinde yaşayanların ne tanrıları vardı ne de tanrıçaları. Hiçbir şey basit bir görüntüden ibaret değildi. O halde, olmayan şeye dair değil, var olana dair anlatılacaktı hikayeler. Doğanın Diyalektiği’ydi bu; karşı gelinemez, tutsak alınamaz, durdurulamaz..
Heybesi yarım kalmış düşleriyle doluydu. Bilgisayarın başına geçti. Zaman, adına tarih denilen bu beldede bir kasırga gibi esip geçiyordu. Yüzüne buruk bir gülümseme kondurdu, yazmaya başladı. Aklında, geçmiş zamanların sisli anıları, yüreğinde parça parça olmuş kelimeler;
“Yarım paket Bafra sigarası, kol saati ve kalemi bize kaldı...”
(*) İlhan Erdost ve Ağbeyi Muzaffer Erdost 12 Eylül 1980’den hemen sonra evlerinde yasak kitap bulunduğu gerekçesiyle gözaltına alınırlar. 7 Kasım günü Mamak Cezaevi’ne ait bir araçla A Blok’tan C Bloka götürülürken, aracın içinde ve koğuş kapısında öldüresiye dövülürler. İlhan, bu işkence sırasında beyin kanaması geçirerek ölür. Son sözü “Ağbeyim nasıl” ve “nefes alamıyorum” olur. Evlerinde bulunduğu iddia edilen kitabın adı ise F.Engels’in “Doğanın Diyalektiği” adlı kitabıdır.
Yusuf Nazım