T24 | 30 Mart 2019
Özgürlüğe kanat çırpan kelebekler
gibiydiler. Nasıl bir yangına uçtuklarını bilmediler.
Sene 1971, Maltepe Cezaevi.
Bir gazeteci, cezaevindeki
İlhan Selçuk’u ziyarete gider. Kısa süren hoş sohbetin ardından çıkarken, İlhan
Selçuk’a ve tesadüfen yanında bulunan delikanlıya “bir ihtiyacınız var mı?” diye sorar. Selçuk’un yanındaki genç “abi üşüyoruz, bana bir kazak ya da battaniye
getirir misin” der.
Gazeteci, “sana battaniye yollarım ama şu kazağı al”
der, üzerindeki mavi
kazağı çıkarır,
delikanlıya verir.
Kazağı veren kişi, yıllar
sonra onun için “çok sağlam bir çocuktu”
diyecek olan ve gazetecilik yaşamında “hiç kimseyi satmamış” olan Engin Konuksever’den başkası
değildir.
Delikanlıya
gelince. O gün, Konuksever’in uzattığı mavi kazağı alır, hemen üstüne giyinir,
“sağ ol abi” der.
Adı Mahir Çayan’dır.
Dünyada 68’in geri
çekildiği yıllar, Türkiye’de yükselmeye devam eden bir dalga gibidir. Gençlik
daha özgür, daha bağımsız, daha güzel bir yaşam istemektedir. Bunun için DEV-GENÇ
örgütlülüğünde gösteriler, boykotlar, grevler yapılır; işgaller ve tarım
mitingleri gerçekleştirilir. Devrimci gençler, ülkenin her yanından kendilerine
gelen sorunları çözmek için canla, başla çalışırlar. O yıllarda Hakkâri’de Zap Nehri’ne köprü yapmak bile onlara
düşer.
Bu sıralarda,
üniversiteli gençliğin içinden zeki, gözü pek, civanmert çocuklar çıkmaktadır.
Birer gençlik önderi olarak sivrilirler. Bunlardan birisi de, entelektüel zekâsı
ve ustaca kullandığı kalemiyle kendisine “kalem efendisi” denilen Mahir Çayan’dır.
Mahir Çayan arkadaşlarıyla piknikte |
Ve gökyüzü görünür birden!
Etraf zifiri
karanlıktır.
Aylardan beri aynı
şeyi yapmaktadır. Genç adam, elindeki çekici kaldırır, indirir, kaldırır
indirir… Aniden hiç ummadığı bir şey olur; üzerine boşalan bölük pörçük, toz,
toprak parçalarının arkasından gökyüzü görünür birden!
İçini tarifsiz bir
heyecan kaplar. Bir yıldız ona göz kırpmaktadır. Büyülenmiş gibi bakar yıldıza.
Açılan daracık delikten uzun uzun seyreder yıldızı. İşte tam bu noktada durur,
kazmayı bırakır, koğuşa döner. Arkadaşlarına haber verir. Şimdi bekleme
zamanıdır.
Beklenen kimdir,
niye bekleyeceklerdir?
Tabii ki Mahir’i
bekleyeceklerdir. THKP-C liderlerinden biri olarak bir an önce özgürlüğe
kavuşmak, darbecilerin mahkemelerinde yargılanan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını idamdan kurtarmak için can atan Mahir Çayan’ı…
Peki ama Mahir
nerededir?
* * *
Birkaç ay öncesi…
1 Kasım 1971.
Selimiye Kışlası’nda, bir duruşma solonu.
Mahkeme kapısı
aralandığında içeri, gözleri çukurlarından fırlamış, bembeyaz suratlı, saçı
sakalı birbirine karışmış, zayıf, bitkin bir adam girer. İçerdekiler onu, önce
tanıyamaz. Güçlükle ayakta durmaktadır. Askerler kollarına girmek istemiş, o
ise buna izin vermemiştir.
Sallanarak gelir,
arkadaşlarının yanına oturur, mahkeme heyetine dönerek;
“8 gündür ölüm orucundayım. Avukatlarımla
görüştürmüyorsunuz! Kitap kalem yasak! Belli ki bizi idam etmek istiyorsunuz.
Bilin ki, savunma hakkımı almazsam, benim bu hücreden ölüm çıkacaktır” diye
bağırır.
Keçi gibi
inatçıdır. Oldukça kararlı gözükmektedir. Verdiği karardan asla esnemeyen bir
yanı vardır.
Mahkeme onun,
Selimiye’den Kartal Maltepe Askeri Ceza ve Tutukevi’ne sevkine karar verecektir.
Artık, ortak savunma yapacakları D koğuşundaki yoldaşları Ziya Yılmaz, Ulaş
Bardakçı ve Necmi Demir’le birliktedir. Onun gelişini koğuştakiler, Atilla Sarp’ın yaptığı boğma rakı ile
kutlayacaklardır.
İlk işi, THKO koğuşuna
giderek kazılan tüneli görmek olan bu genç Mahir
Çayan’dan başkası değildir.
“Temizliğe titiz çocuklar”
Hikâye bir halayla
başlamıştır aslında.
Koğuş, eski bir çay
ocağından bozmadır. İçindekilerse “temizliğe düşkün” çocuklardır. Ya da cezaevi
yöneticileri öyle sanmaktadır. Temizlik için istenen tuz ruhuyla erittikleri
betonun, sonunda, içinden yıldızları seyredecekleri bir tünele açılacağını
kimseler tahmin edemeyecektir.
O sabah, teybin
sesi sonuna kadar açıktır. Ömer Ayna’nın başı çektiği dört kişi halaya durmuştur.
Delikanlı, halay ve türküler eşliğinde oluşan gürültü arasında, elindeki
çekiçle, bir gece önce dökülen tuz ruhunun erittiği betona ilk vuruşu yapmıştır…
Koğuştakilerin akıllarında tek şey vardır. O da Denizlere ulaşmaktır!
Evet, Deniz Gezmiş ve yoldaşlarına ulaşmak!
İlk çekiç
darbelerini çürümüş betona indiren delikanlıya gelince… Cezaevinde, döllenmiş
tavuk yumurtalarıyla deneyler yapan; embriyolojik türlerin farklı ortamlarda
gelişimi inceleyerek antropolojiye olan ilgisini, cezaevinden çıktıktan sonra tutkuya
dönüştürüp 40 ın üzerinde ulusal ya da uluslararası konferans ve makaleler
verecek olan Oktay Kaynak’tır. O
Oktay ki, geleceğin antropoloji dünyasında tanınacak, insan evrimine ilişkin
süreç ve mekanizmaların gizemini çözen, bağımsız araştırmacı bilim insanı
olarak adlandırılacaktır.
Onları, Maltepe
Cezaevi’nin nemli hücrelerinden özgürlüğe kavuşturacak tünelde, beton zemin
çabucak geçilmiş, hava kararmadan önce alttaki toprağa ulaşılmıştır bile.
Cümlesi, iyiyle
kötüyü fark etmiş, güzelle çirkini ayırt etmiş gençlerdir. Bir yanlarıyla erken
büyümüş, bir yanlarıyla hala çocukturlar. Oktay
Kaynak, hayatlarında ellerine çekiç almamış Cihan ile Ömer’le, “amatör kazıcılar” diye dalga geçmekten
geri kalmaz. Cezaevindeki dostlukları için, yıllar sonra Oktay, “anlatılması mümkün olmayan, tekrarını da bir
daha yaşamadığı bir bağ” olarak tanımlayacaktır.
Soldan sağa Kamil Dede, Ulaş Bardakçı, Mahir Çayan THKP-C davasında. |
Gözleri Mahir’de, akılları Deniz’de
Evet, bir tünelin
sonundadırlar artık. Gökyüzünde bir yıldız, içerdekilere göz kırpmaktadır. İçerdekilerse,
ona karşılık vermek için sabırsızlıkla Mahir’i beklemektedirler. Koğuştakilerin
gözleri Mahir’de, akılları ise Deniz’dedir.
Mahir’in
Selimiye’deyken aylarca zincire vurulmuş bedeni, başladığı ölüm orucundan sonra
iyiden iyiye zayıflamış, takatten düşmüştür. Bu yüzden arkadaşları onu adeta besiye
almışlardır. Diğer koğuşlardan günlerce etler, tavuklar, sütler, türlü yiyecekler
taşınmaya başlar.
Kendine gelmesi, güçlenmesi
için biraz daha zamana ihtiyaç vardır. Bu yüzdendir ki, mahkemede gün boyu
süren ifadeler verilir. 12 Mart darbecileri tarafından zaten rafa kaldırılan 27
Mayıs Anayasası’na muhalefetten yargılanmaktadırlar. Savunmalarını, “Gazi
Mustafa Kemal’in başlattığı
Anadolu ihtilalini” sürdürmek ve 6. Filo’nun bir daha gelemeyeceği, anti-emperyalist
bir perspektif üzerine kurarlar.
Cezaevinin futbol
sahasında kıran kırana oynanan maçlar vardır… Bu maçlarda iyi futbolculuğuyla
bilinen Mahir’de sahaya sürülür. Üstelik bütün paslar ona verilmektedir.
Mahir’i
güçlendirmeyi amaçlayan bu maçların bir yararı daha olacaktır. Aylardır kazılan
tünelin toprağıyla dolup taşan tuvalet, rögar, yastık ve yataklardaki toprağın
yakalanması an meselesidir. Bu toprağın bir kısmı, futbolcuların cepleri,
çorapları ve diğer giysileri aracılığıyla futbol sahasına boşaltılır. Her maç yoğun
bir toz bulutu içinde, kıran kırana geçer, ortalık toz toprak içinde kalır.
Mahir iyice
güçlenmiş, kendine gelmiştir artık. Gökyüzündeki yıldıza göz kırpmaya
hazırlardır. Yaşları 20 ila 25 arasında olan bu çocuklar, çıkacakları tünelin
ardından, kendilerini geri dönüşü olmayan nasıl bir labirentin beklediğinden
ise habersizlerdir.
Çıkış için çok sert
bir toprak paçası kalmıştır artık geride. TKP komünündekilerin, limon
sandıklarından bir kütüphane yapmak üzere cezaevi yönetiminden temin ettikleri
çekiç, o gece son görevini tamamlamaya hazırdır.
O halde akşama
şenlik vardır.
Her biri, kozasından
çıkmaya hazırlanan kelebekler gibidirler. Yaşar
Kemal ve Dündar Kılıç’ın
yolladığı üzümlerden, Mustafa Lütfi
Kıyıcı eliyle damıtılmış şarap içilmiş, o gece yıldızlara açılacak yolun
başarısı, şimdiden kutlanmıştır bile.
Keyiflerine diyecek
yoktur.
Artık özgürlüğe
kavuşma vaktidir. Soğuktan, rutubetten, nemden harap olmuş ciğerlerine, tünelin
ağzındaki temiz havayı armağan etmekte gecikmezler.
Bu 5 gözü pek
insan, 5 yağız genç; Cihan Alptekin,
Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Ömer Ayna
ve Ziya Yılmaz, Oktay Kaynak’ın göz ucuyla yıldızları seyrettikleri tünelden kelebekler
gibi süzülürler. Artık, gökyüzünde parıldayan bütün yıldızlar onlara göz
kırpmaktadır.
Ölümün sıcak koynunda
Oysaki içine kanat
çırptıkları özgürlük, onlara kötü sürprizler yapmaya hazır gibidir.
Mahirler, 10
Ocak’ta alırlar ilk kötü haberi. Denizlerin idamları yıldırım hızıyla onaylanmıştır.
Kısa süre sonra ise Ulaş Bardakçı’nın
öldüğü, Ziya Yılmaz’ın yaralı
yakalandığı haberi anons edilir radyolardan. Grup İstanbul’dan Ankara’ya geçer,
hemen sonrasında Koray Doğan da
öldürülecektir. Bir tünelden çıkar çıkmaz içine düştükleri labirent onları kuşatmaya
başlamıştır bile. Mahir’i ülke dışına çıkarmayı önerirler, şiddetle reddeder.
Denizler içerdeyken, kendisinin dışarda olamayacağını söyler. Bölge halkı
tarafından çok sevildikleri Karadeniz’e geçmekten başka çareleri kalmamıştır.
Amaçları, THKP-C ve
THKO kadroları olarak Denizleri kurtarmak amacıyla Ankara ve İstanbul’da
yapamadıkları “büyük eylemi” Karadeniz’de yapmaktır. Bir makarna kamyonuyla
geldikleri Ünye’den Fatsa’ya geçerler. “Büyük eylem” için bulabildikleri, Ünye’deki
NATO’ya ait Radar Üssü’nde görevli, ikisi Kanadalı, biri İngiliz üç teknisyeni
kaçırmak olmuştur. Aynı evde kalan diğer İngilizlere ise dokunmazlar. Tarih
onları, Tokat’ın Niksar ilçesinin bir Alevi köyünde; adı sonradan Alaköy olarak değiştirilecek olan Kızıldere’de konuk edecektir.
Labirentin, darala
darala gelip dayandığı son yerdir burası.
Mahir, gruptaki Ziya Yılmaz ile Ertan Saruhan’ı araçlarıyla Kızıldere’den ayrılıp, izlerini
kaybettirmek suretiyle Ankara ve İstanbul’a gitmelerini, bu tarihsel eylemi
bütün dünyaya anlatmalarını söyler. Ziya ve Ertan gruptan ayılırlar. Aracı, uzaklarda,
kolay bulunamayacak bir yere bırakırlar. Tarihin ne garip cilvesidir ki, yüreklerinin
sesi bu ikisini, Ankara ya da İstanbul’a değil, yoldaşlarının kaderinin
çizileceği Kızıldere’deki o eve geri getirecektir. Ertan ve Ziya, adım adım
sokuldukları ölümün o sıcak koynunda yoldaşlarını yalnız bırakmak
istememişlerdir.
Sağken alnından vurularak öldürülen Havacı Teğmen Saffet Alp |
Önce Mahir düşer
Takvim yaprakları o
gün, 30 Mart 1972’yi gösteriyordu.
Dışarda kar vardı, içerde ise yiğit çocuklar.
Olayın tanığı, evin
sahibi yaşlı kadın, yıllar sonra böyle diyecektir; “dışarda kar vardı.”
Ve darbeciler emir
komuta zinciri içerisinde çıka gelirlerdi...
Gelenler, haki
üniformaları içerisindedirler. Işığı kıra kıra, umudu vura vura, sevinci yara
yara gelirler. Arkalarında karanlık bir toz bulutu bırakarak, bir “tavada 80 mermi” yarası açarak gelirler.
Mütemadiyen gelmeye
de devam ederler.
Gelenler tepeden
tırnağa silahlıdırlar, çünkü darbecidirler! Ne sanattan haberleri vardır, ne
müzikten, şiirden ve estetikten. Suçlarını bilerek, korkularını giyinerek
gelirler; dalga dalga, akın akın, yağmur gibi gelirler…
Havada ölüm kokusu
vardır artık, dağlarda kar.
Önce Mahir düşer.
Çünkü darbecilerin
gözünde lider odur.
Gelenler, içerden
birisiyle görüşmek istemiştir. Çatı aralığına çıkan Mahir’dir, arkasında Ertuğrul Kürkçü, sonra bir kaçı daha.
Dama çıktıklarında,
önce üç el silah sesi duyulmuştur.
Ölüm pusudadır çünkü
Kızıldere’de. Darbecilerle konuşmak üzere çatıya çıkan Mahir, açılan kiremitler
arasından keskin nişancılar tarafından vurulmuştur.
Ardından yağmur
gibi gelmiştir mermiler; ardından ateş, barut ve kan! Merdivenden boşluğunda
aşağı yuvarlanan Ertuğrul, yüzünce bir ılıklık hissetmiş, başını yukarı
kaldırdığında, çatıya uzanan merdiven boşluğunda, Mahir’in sallanan kolunu
görmüştür…
Kan kokulu bir bahar
Sonra susmuştur
silahlar.
Kızıldere’nin
semalarında gökyüzü kararmaya yüz tutmuştur. Niksar’da analar beklemektedir,
yüzleri çocuk, yürekli büyük gençlerin anaları. Bilmezler o gün, kaç ömür daha
gençliğinden kurumuştur.
En iyi
üniversitelerin en iyi bölümlerinde okuyan, derslerinden tam not alan;
ellerinden kitapları eksik olmayan; kimi şair, sporcu, müzisyen; ülkenin idealist
gençleri Kızıldere’nin yamaçlarında kırılmıştır.
Bahar kan kokuludur
şimdi Kızıldere’de.
Dışarda kar vardır,
içerde yiğit çocuklar. Mahir’dir adları, Ömer’dir, Cihan’dır.
Vakitsiz, cenneti
fethetmeye kalkışmışlardır; Ahmet’tir, Nihat’tır, Hüdai’dir adları. İçerde
yanık kokusu, kan, kesif bir duman.
Önce, yaralı ele
geçmiştir Saffet; sonra alnında bir gül, bir yanı akça pak, bir yanı pare pare
mermi yarası. Adları Ertan’dır, Sabahattin’dir, Sinan’dır; cümlesi, kolları
sıcak düşlü, kadife kanatlı bir uykunun kollarındalar.
Çocuk yüzlerinde
masum gülüşleri, birinin üzerinde kanlı, mavi bir kazak.
Dışarda kar vardır,
hava keskin, ayaz, içerde ölü çocuklar.
https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/disarda-kar-vardi-icerde-olu-cocuklar,22102
https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/disarda-kar-vardi-icerde-olu-cocuklar,22102
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
yusuf.nazim1@gmail.com