24 Nisan 2019 Çarşamba

Büyük felaketin ölüm öpücüğü

Yusuf Nazım
T24| 24Nisan 2019

Acılar kalbimizi, ihanetler ruhumuzu, yalanlar ise tarihimizi kanatır.

3 Haziran 1915.

İstanbul’da o gece, başka bir karadır. Taksim’den Dolmabahçe’ye inen yolun sağ tarafında askeri bir hastane uzanmaktadır. Gümüşsuyu’ndaki hastanenin karşısında, Azaryan Apartmanı sessizdir. Sanki elleriyle yüzünü kapatmış gibidir.

Ayazpaşa’daki haziran sıcağında, elleriyle yüzünü kapatmış binadan paltolu bir adam çıkar. 26 nolu apartmanın 3.katında, 11 nolu dairede kızı ve karısı ağlamaktadır. Polisler kollarına girmiştir. Saçları taranmış, traşlı, düzgün giysileri içindeki bu kişi Osmanlı Meclisi milletvekili, hukukçu, yazar, bir Ermeni’dir.  

*  *  *

Sene 1915, Haziran’ın ikisi.

İki arkadaş, az önce birlikte yemek yedikleri masada kâğıt oynamaktadırlar.

Birisi nam salmış bir Osmanlı paşası, diğeri bir Osmanlı mebusudur. Gecenin ilerleyen saatlerinde, ikisi ayağa kalkar, vedalaşırlar. Paşa, masa arkadaşının karşısına geçer, ona sarılır, yanağından öper. Sanki uzun bir yolculuğa uğurlar gibidir. O an göz göze gelirler. Diğeri, içinde garip bir ürperti hisseder. Bir anda aralarında sanki sessiz, soğuk bir duvar örülmüş gibidir...

Osmanlı paşasının adı Talat’tır; nam-ı diğer Talat Paşa. Onun, sarılıp yanağından öptüğü mebus ise, hukukçu bir Ermeni, edebiyatçı, yazar, ceza hukuku profesörü, Krikor Zahrab’tan başkası değildir.

Krikor Zahrab, ayrılırken Talat Paşa’nın ona niye sarıldığını, yanağına neden bir veda öpücüğü kondurduğuna şaşırır, bir anlam veremez. Bir gün önce, hakkında verilen tutuklama kararının altında Talat Paşa’nın imzası olduğunu da bilmez.

Hâlbuki 47 gün sürecek uzun bir yolculuk beklemektedir onu. Ilık bir haziran gecesinde, Pera’daki bir öpücükle başlayıp İstanbul’da, Azaryan Apartmanı’ndan tutuklanarak devam eden, Diyarbakır yolundaki Şeytan Deresi’nde sonlanacak olan bir ölüm yolculuğudur bu.

Yaklaşan büyük fırtınanın öncesinde
Solda Istanbul mebusu Krikor Zohrab, sağda Erzurum mebusu Vartkes Serengülyan
Aslında izleri 1911’lerde başlayan; dipten, sessiz ve ağır ağır Anadolu’nun içlerine doğru sokulan, bir ölüm fırtınasının kopmaya başladığı andır bu.

1908’de yıkılan ve baskıcı Abdülhamit istibdat rejiminin yerini alan 2.Meşrutiyet anayasal rejimi Osmanlı toplumuna görece özgürlükler getirmiştir. İstibdatın baskılarından yurt dışına kaçmış Osmanlı, Rum ve Ermeni aydınları ülkeye dönmüştür. Bunların içinde, Abdülhamit rejimine karşı İttihat Terakki Cemiyeti ile birlikte ortak mücadele eden birçok Ermeni aydını da vardır.

Enver, Talat ve Cemal Paşa üçlüsünün kontrolündeki İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1911 ‘deki gizli toplantılarında alınan kararlar; anayasal rejime geçilmesine önayak olmuş İttihat ve Terakki’nin 1912 de iktidara gelişi; aynı yıl yaşanan Adana’daki Ermeni katliamı, bu üçlünün 1.Dünya Savaşı’na girerek Osmanlı ülkesini, Türk-İslam eksenli bir hatta çekme planı, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne bir imparatorluk hayali; turan yolunda Sarıkamış’ta kırdırılan on binler, Çanakkale’deki büyük direniş, Van bölgesindeki Ermenilerin Rus cephesine katılarak giriştiği işgaller… Anadolu’nun Ermenilerden ve Rumlardan arındırılması için yapılan planlar, gizli hazırlıklar; adım adım yaklaşan ve kopmaya ramak kalmış bir fırtına… 

Ve Gümüşsuyu’ndaki Azaryan Apartmanı’ndan başlayacak ölüm yolculuğunun 45 gün öncesine işaretlenen o meşhur tarih:

14 Nisan 2015!

İstanbul’daki Ermenilerin ileri gelen şahsiyetlerine yönelik bir tutuklama furyası başlamıştır. İçlerinde yazar ve gazeteciler, hekim ve eczacılar; şairler, sanatçılar, eğitimcilerin bulunduğu aydınlar topluluğudur bu. İlk gün 180 olan tutuklu sayısı, birkaç gün içinde 235’e, ilerleyen günlerde sadece İstanbul’da 2345’e ulaşacaktır. Tutuklamaların sevk edileceği yön, Ankara üzerinden Çankırı ve Ayaş’tır.

Artık beklenen o büyük fırtına kopmuş, ölüm yolculuğu başlamıştır…

*  *  *

Zohrab, o gece götürüldüğü Galatasaray Karakolu’nda bir tanıdıkla karşılaşır. Bu kişi yakın dostu, İttihat Terakkicilerle, onların ünlü paşalarıyla sıkı ilişkileri olan, üç dönem Erzurum milletvekilliği yapmış Varkes Serengülyan’dır.

Zohrab iyimserliğini korumaktadır. Karakoldan karısı Klara’ya şöyle yazar:

“Sevgili karıcığım; Konya’ya gönderileceğimi şimdi haber verdiler. Biliyorsun bu şehrin valisi benim arkadaşımdır ve bu sayede hiçbir zorlukla karşılaşmayacağımı tahmin ediyorum… Endişelenmeyin, hiçbir girişimde bulunmayın, kimseye bahsetmeyin.”

İki Ermeni milletvekili, Vapurla Haydarpaşa’ya geçirilirler. He ikisi de, halen 3.dönem milletvekilliği yapmakta olan bu insanlar İstanbul’da ikamet ettikleri halde, ne tuhaftır ki yargılanmak üzere Diyarbakır’a götürülmektedirler.

İkisi de Osmanlı vatanına bağlı Ermeni vekilleridir. Yaklaşan büyük fırtına öncesinde dostları, iktidardaki yakınları ve hatta bizzat Talat Paşa tarafından yurt dışına çıkmaları yönündeki yardım, destek ve telkinleri reddetmişlerdir. Başlayan fırtınaya rağmen Ermenilerin “Osmanlı devletinin refah ve mutluluğu” içinde yaşayabilecekleri konusunda iyimserdirler.

Öyle ki Zohrab, büyük fırtına bu kadar yaklaşmışken bile, Osmanlının savaşta galip çıkması için Ermenilerin ellerinden gelen her şeyi yapması yolunda çağrılar yapan bildiriler yazmış, bunları Patrikhane’ye yayınlatmıştır. Çeşitli yardım kampanyalar açarak, 100 yataklı bir sahra hastanesinin hibe edilesine de önderlik etmiştir. Bu çabaların içinde, yaralı askerlerin tedavisi için Anadolu’daki Ermeni hekim ve sağlıkçıların seferber edilmesini sağlamak da yer alacaktır…

Tanrının ellerine sığınan Ermeni vekil

4 Haziran günü Haydarpaşa’dan trenle yola çıktıklarında, öncekiler gibi Ankara üzerinden Çankırı veya Ayaş gideceklerini bildirirler. Sonradan bu güzergâh, Diyarbakır olarak değiştirilecektir.  

1915 sürgüne gönderilip öldürülen Ermeni aydınlarından bazıları
Diyarbakır yolculuğunda Zohrab’a neredeyse özel bir protokol uygulanır. Yol boyunca valiler, bürokratlar, milletvekilleri ve dostları ona konuk muamelesi uygular. İçlerinde, “otel sizindir” diye onu karşılayan otel işletmecisi, eski piyano hocası Soulier bile vardır. Dostları ve sevenleri tarafından, İstanbul-Diyarbakır yolculuğu, onu ağır ağır gelmekte olana kötü sondan uzak tutmak için adeta yavaşlatılır…

Krikor Zohrab yol boyunca karısına, dostlarına mektuplar gönderir, yapılan yanlışlığın bir an önce düzeltilmesi için ısrar eder. Bir zamanlar, İttihatçılara karşı Anadolu’da başlayan ayaklanmada, evinde sakladığı Halil Paşa’ya, son gece birlikte yemek yedikleri Dâhiliye Nazırı Talat Paşa’ya, Harbiye Nazırı Enver Paşa’ya; diğer meclis arkadaşlarına, Şeyhülislam’a, büyükelçilere… Karısından, yazdığı mektupları belirttiği kişilere, yakın dostlarına iletmesini, onların tavsiyelerin almasını ister. Cümlesi şöyle biter:

“… etrafında hala kaldıysa.”

Neredeyse hiç kalmamıştır! Eski dostlar hep yüz çevirmiş, oyalamış, Klara’nın etrafında hemen hemen yardım edecek kimse kalmamıştır. Zohrab her fırsatta yazmış, şifreli/şifresiz telgraflar göndermiş; Osmanlı Ülkesi’ne bağlılığını kanıtlamaya çalışmış, ortak ülkülerini anlatmış, uğraşmış, çırpınmış, didinmiştir.

Başka hiçbir umut ışığı, hiçbir dost eli, hiçbir çıkar yol kalmayınca, son çareyi ilahi kuvvetin insafına bırakmış, son olarak karısına “Tanrının ellerine sığındım, hepinizi öpüyorum.” diye yazmıştır…

Oysaki ilahların kudreti, tahminlerinden öte kötücül ve acımasızdır. Sürüklendiği bu ölüm yolculuğundan onu, Tanrı bile kurtaramayacaktır artık...

Şeytan Deresi cinayeti

19 Temmuz 2015, sabah 5 suları.

Bir saat önce Urfa’dan Siverek yönünde yola çıkan iki at arabası, beraberindeki atlı jandarmalar eşliğinde, Şeytan Deresi üzerindeki Şeytan Köprüsü girişinde dururlar. Arabacı, içinde Zohrab ve Varkes’in bulunduğu arabanın atlarını elleri titreyerek çözer, hızla uzaklaşır. Bir anda ölüm sessizliği kaplar ortalığı. Arkadan gelen diğer arabadakiler etraflarını sarar. Verilen bir işaret üzerine önlerindeki arabaya ateş etmeye başlarlar…

Varkes anında ölmüştür. Nasıl olmuşsa Zohrab sağdır ve arabanın içinde, şok geçirmektedir.

Güruhun lideri olduğu anlaşılan biri, arabaya tutunmaya çalışan Zohrab’ı sırtından yakalar, hızla aşağı savurur; ayaklarının altına alır, defalarca kez vurur, hınçla tekmeler. Bununla yetinmez, galiz küfürler ederek oradaki bir taşı alır, yerde kıvranmakta olan Zohrab’ın kafasına kaldırır vurur, kaldırır vurur, kaldırır vurur...

Kimisi şalvarlı, üniformalı; kimisi suratı kirli, kırçıl sakallı, tümü silahlı güruh, yerde inlemekte olan Zohrab’a yaklaşır. Önlerinde, başı taşla ezilmiş, can çekişmekte olan bir ceza hukuku profesörü, Osmanlı Meclisi milletvekili vardır. Bu onlar için hiçbir şey ifade etmez. Kanlar içindeki adama ifrit gözlerle bakarlar. Dört kişi silahlarını çıkarır, Zohrab’a doğru ateşlerler.

Sayıların baş edemediği bir felaket

Krikor Zohrab, 2.Meşrutiyet sonrasında umutluydu.

Kendini hem Ermeni, hem de Osmanlı olarak görürdü. “Osmanlı devletinin farklı kimliklerin, birbirlerinin farklılığını tanıyarak bir arada yaşaması temelinde var olacağına” inanırdı. 

Krikor Zohrab'ın Gümüşsuyu'ndaki Azaryan Apartmanı
Kendilerinin sonradan dâhil oldukları; çoğunun aceleyle, bazılarının üstünü dahi giymeye fırsat bulamadan çıktıkları Çankırı ve Ayaş yolundaki bu ölüm yolculuğundan sağ kurtulabilenlerin sayısı sadece 15-16 olacaktı.

Arkasından gelecek büyük sürgün ve kıyımdan ise yüzbinlerce Ermeni payını almaktan kurtulamayacaktı. Bu öylesine bir kıyımdı ki, yüz yıl geçse dahi sayılarla baş etmesi bile mümkün olamayacaktı.

Cemal Paşa anılarında 600 bin Ermeni’nin öldürüldüğünü yazarken, tarihçi Murat Bardakçı, 20 şehri hariç tutarak, 1 milyon Ermeni’den bahsedecek; Talat Paşa ise defterinde, 924 bin Ermeni’nin sürgüne gönderildiğini yazacaktı…
Yaz geldi ama ölüm de geldi

Krikor Zohrab. Ölümün soğuk elleri boğazına sarıldığında 54 yaşındaydı.

Yaz gelse de Büyükada’ya gitsek, denizinden, temiz havasından yararlansak, dinlensek diye düşünmüştü. Yaz geldi ama ölüm de geldi. Kendisini, İstanbul’dan başlayıp Konya, Adana, Halep üzerinden; Urfa, Diyarbakır yönünde ilerleyen bir ölüm yolculuğunda buldu.

Onu bu yolculuğa çıkaranlar, kâh zor günlerinde evinde sakladığı, kâh aynı masada yemek yiyip kâğıt oynadıkları, aynı meclis çatısı altında, aynı sıralarda, aynı komisyonlarda birlikte çalıştıkları; Aldülhamit istibdatına karşı birlikte mücadele ettikleri İttihat Terakki’li yol arkadaşlarıydı.

Pera’daki Cercle d’Orient Kulübü’nde, bir Osmanlı paşası tarafından onun yanağına kondurulmuş ölüm öpücüğü, Anadolu’nun bağrındaki bir milyondan fazla Ermeni’nin ölüm fermanı gibiydi sanki. O, bunun farkında bile olmadı, belki ihtimal dahi vermedi. Bütün iyimserliğiyle Ermenilerin, Osmanlı Devleti’nin güvenliği içinde huzura kavuşacağına inandı.

Urfa Diyarbakır arasındaki Şeytan Deresi’nde, Teşkilat-ı Mahsusa’nın adamları tarafından kıstırılıp başı ezilerek öldürülürken bunu fark etmiş miydi, bilinmez.

Ölümünden sonra, ailesinin yurt dışına çıkmasına izin verildi. Adı daima, Osmanlı-Ermeni toplumlarının birlikteliğini savunan bir Ermeni milletvekili, gazeteci, yazar, hukuk adamı, saygın bir insan olarak anıldı. Yüz yıl önce verdiği edebi ürünleri, konuşmaları, konferansları Ermenice olarak 22 cilt halinde yayınlandı. Eserleri 26 dile çevrildi.

Ölümün, o soğuk yüzünü gösterip ağır ağır yaklaştığı günlerde bile, hep ülkesinde kalmayı tercih etti. Başı ezilerek öldürülmeden bir gün önce, yakın arkadaşı, Urfa milletvekili Nedim Beyin konağında, kendileri için verilen yemekten sonra, gece yarısı bacadan odasına giren Mıgırdıç Utyelparyan’ın kaçırma teklifini dahi reddetti.

Ölümünden bir gün sonra, altın saati ve yüzüğü Urfa Pazarı’nda satışa çıkmıştı bile. Aynı pazardan satın alınan ve üzerinde baş harfleri ile kan lekeleri bulunan deri çantası ise Halep’te bir İngiliz’in elinde görüldü.

Eşi Klara’ya, 15 Temmuz’da Halep’ten gönderdiği mektubunda, “yolculuk boyunca yeni ayı iki kere gördüğünü” yazmıştı. Üçüncü kez göremedi.

Son mektubunun içine, vasiyetini de koymuştu.

Osmanlı-Ermeni ortak vatanı olarak gördüğü bu kutsal topraklar ona, bir mezar taşını dahi çok gördü…

Not: İlgilisi için kaynak; 1915 Bir Ölüm Yolculuğu, Krikor Zohrab /Nesim Ovadya İzrail, 2.Baskı

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/buyuk-felaketin-olum-opucugu,22337

20 Nisan 2019 Cumartesi

Türkiye'nin HDP'ye borcu var

Yusuf Nazım
T24 | 20 Nisan 2019


Evet.

Türkiye’nin HDP’ye borcu var!

Belki yeni bir başlangıç için, belki unutulmuş olanı hatırlamak, belki denenmemiş olana fırsat vermek için bu ülkenin HDP’ye borcu var!

Seçimler oldukça sancılı geçti. AKP, Bursa hariç büyük şehirlerde kaybetti. Ankara, İstanbul, Adana ve Mersin gibi Türkiye ekonomisi için belirleyici olan yerlerde belediyeler muhalefetin eline geçti.

Bunda, büyük orada HDP’nin demokrasiden ve ülkenin geleceğinden yana kurduğu politika etkili oldu.

Parti, güçlü olduğu bölgelerde seçimlere girdi. Kayyımlar tarafından yönetilen belediyeleri büyük oranda yeniden kazandı, hakkı olanı geri aldı, güven tazeledi.

İyi bir oy oranına sahip olduğu, ancak kazanma şansı bulunmayan 7 büyük ilde ise, asgari demokrasinin önünü açmak ve AKP’ye kaybettirmek üzerine bir politik hat izledi. Bu şehirlerde %6 ila %24 arasında bulunan seçmen kitlesini muhalif partilere yönlendirdi.

7 Haziran 2015 seçimlerinde “seni başkan yaptırmayacağız” somut söylemi, AKP’ye ilk defa olarak kaybettirmiş, iktidardan düşmesine sebep olmuştu.

Bu sefer, 31 Mart 2019 seçimlerinde de benzeri yaşandı ve HDP’nin bu politikası adeta bütün seçimlere damgasını vurdu. Sonuç tüm ülkeyi sarsacak, dünyada yankı bulacak denli etkiliydi.

HDP ile yan yana görünmemek

Şimdi eğri oturup doğru konuşmanın tam zamanıdır.

AKP’nin, seçimlerden önemli bir güç kaybıyla çıkmasının önemli bir nedeni elbette ki CHP-İYİ Parti ittifakıydı. Muhalif partiler olarak her fırsatta söz ve eylem birliği yapabilen bu iki parti için bir araya gelmek zor olmadı. Kolayca anlaştılar, kamuoyuna açık oldular, ittifak yapabildiler.

Ancak, HDP için aynı şey söz konusu değildi. Her iki parti de, bırakalım HDP ile görüşmeyi, partinin adını ağızlarına almak, yan yana görünmekten bile imtina ettiler. 

Tıpkı, 2014 yerel seçimlerinde CHP’nin yaptığı gibi. O zaman da HDP ile “yan yana görünmek istemeyen” CHP, İstanbul’da tek başına aday göstermişti. Tabii ki sonuç hüsrandı; İstanbul bu şekilde 5 yıl daha AKP’nin elinde kalmış, ülke beş yıl daha kaybetmişti.

31 Mart seçimlerine AKP-MHP’nin oluşturduğu Cumhur İttifakı ile CHP-İYİ Parti'nin oluşturduğu Millet İttifakı bloklaşmasıyla girildi. Millet İttifakı’nın nicelik olarak oy oranlarının, batıdaki büyük şehirleri almaya yetmeyeceği aşikârdı. Ama olsun, iktidara göre “terörist” olan HDP, CHP-MHP bloğuna göre en azından ötekiydi; yan yana gelinemez, ismi anılamaz, ittifak yapılamazdı!

HDP’nin stratejik aklı

Bu bloka göre seçimler kaybedilebilir, şehirler de kaybedebilir, ülke de… Lakin asla HDP ile yan yana gelinemezdi!

İşte, tam da bu noktada HDP’nin stratejik aklı devreye girdi. CHP-İYİ Parti bloğunun dışlayıcı, uzlaşmaz tutumuna aldırmadan 7 büyük şehirde, aday göstermemeye karar verdi! Büyük bir özveriydi bu. Kendi seçmen kitlesine, demokrasiye bir şans tanımak üzere, aday göstermediği illerde muhalefeti işaret etti.

Sonuç, çeyrek yüzyıl sonra AKP'nin büyük şehirleri kaybetmesiydi. Türkiye’nin, belki de yeni kavşağa geldiğini gösteriyordu bu...

Son 40 yılda, Cumhuriyet’in çukurunu kazmış, laikliği yok etmiş, güçler ayrılığını ortadan kaldırarak tek adam iktidarını ülkeye egemen kılmış siyasal İslamcı otoriter bir rejimin ilk defa yenilmesiydi bu! Çeyrek yüzyıl sonra Türkiye’nin yüzüne, beklenmedik bir şansın gülmesiydi…

İşte bunun için diyorum ki, borcu var ülkenin HDP’ye!

Mademki, en çok Kürtlerin partisidir o –öyle diyorlar- mademki ötekilerin sesi; mademki ahlaklısı, vicdanlısı, duyarlısı; tutarlı demokratı, solcusu, sosyalisti daha çok HDP’li…

O halde borcu var bu ülkenin Kürt’üne! Borcu var ötekisine; sayısı iyiden iyiye azalmış Ermeni’sine, kendini bu partide bulan duyarlı demokratına, ilericisine, sosyalistine…

Yıllar yılı yağmalanmış; parkları, meydanları yok edilmiş; ormanları talan, kıyıları tarumar olmuş şehirlerin borcu var HDP’ye!

Parsel parsel satılmış Ankara’nın borcu var! Borcu var Adana’nın, Mersin’in, Ardahan’ın…

İstanbul’un borcu var HDP’ye!

Çirkin gökdelenleriyle silueti çizilmiş Sultanahmet; bahçesi olmayan Bahçelievler, nefessiz kalmış Esenyurt; İki kıtada sureti çoktan bozulmuş Boğaziçi, Çamlıca, Sarıyer, Beykoz, Maslak; hepsinin borcu var!

Parklarına göz koyulmuş, Atatürk Kültür Merkezi Yıkılmış, tarihine beton dökülmüş Taksim; ağaçsız kalmış İstiklal Caddesi, bir süredir sessizliğe gömülü Haydarpaşa, Galataport’a kurban edilen Karaköy… Hepsi, ama hepsi borçlu!

Hepimiz borçluyuz; demokrasi uğruna büyük bedeller ödemiş, vekilleri cezaevlerine atılmış, belediyelerine el koyulmuş, on bine yakın parti üyesi halen hapiste bir partiye borçluyuz.

Demirtaş’a da borcu var ülkenin

Selahattin Demirtaş’ı unutmamalı. Ona da ayrı bir borcu var bu ülkenin. Dostun da, düşmanın da bildiği gibi suçsuz, sebepsiz yere 29 aydır tutuklu; “bağlamadan başka bir şey çalmayan,” partisini %13 oy oranıyla bu ülkenin yüreğine basan HDP’nin eski liderine…

Evet, Demirtaş’a da borcu var ülkenin. Seçimlerin son anında, HDP seçmenine seslenerek, ne olursa olsun sandığa gitme çağrısı yapan, “daha iyi bir gelecek için HDP’nin seçim stratejisine destek olun” diye mesajlar gönderen Selahattin Demirtaş’a borcu var!

Ve şimdi önemli bir olanak duruyor Türkiye’nin önünde.

Çeyrek yüzyıldır yerinde sayan sosyal demokrasi için bulunmaz bir fırsat bu. Yalnızca onun için değil; ülkenin demokrasi güçleri için de bir fırsat. Yeni bir yerel yönetim modeli için; açıklık ve şeffaflık için; hak için, halk için; her an denetlenebilir, panolarda, web sitelerinde izlenebilir bütçeler için; yakasına yapışılabilir, hesap sorulabilir, sorgulanabilir bir yönetim için…

Tokmak başkasının elinde, davul başkasının

Tabii ki kolay bir şey değil bu. Ama ne olursa olsun, çok önemli bir şans, değerli bir fırsat!

Elbette ki tokmak başkasının elinde, davul başkasının olacak. Lakin davul olmadan da o tokmak inmeyecek! Elbette ki biliyoruz; asgari demokrasinin bile çok uzaklarında bir ülkedeyiz. Elbette ki, “atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş,” tek adam iktidarının hak bilmez, hukuk tanımaz uygulamalarının kıskacındayız.

Ama olsun!

Çünkü özlemi var bu toplumun güzel günlere. Özlemi var insanların korkmadan, kaygı duymadan, eşit fırsatlar içinde özgürce düşünmeye, çalışmaya, üretmeye.
Özlemi var savaşmadan, kavga etmeden, ötekileştirmeden yaşamaya; ama barış içinde, diline, dinine, cinsiyetine bakmadan; ama huzur içinde, mezhebine, etnik kimliğine, cinsel tercihine aldırmadan…

Bu yüzden, çeyrek yüzyıl sonra gelen bu şans çok önemli.

Çünkü bizim olan başka ülke yok! Ne kadar çalınsa da geleceği toplumun, ne kadar yağmalansa da şehirler, ne kadar yıkılsa da; kirlense, zehire boğulsa da… Sonuçta elde kalan ve bizim olan bu!

Umudu var bu ülkenin

Bu yüzden daha çok ihtiyacı var bu ülkenin sahip çıkılmaya.

Dinle kutsanmamış, bağnazlıkla körelmemiş, laik, çağdaş, kaliteli bir eğitime ihtiyacı var. Temiz suya, kirlenmemiş havaya, trafik kaosunda kaybedilmemiş zamana; halktan kopmadan, haktan şaşmadan, geleceğe umutla bakarak yaşamaya…

Ve şimdi umudu var bu ülkenin; on yıllardır haramilerin sofrasında, yağmalanmaktan yorgun düşmüş şehirlerin, yerlerinden sürgün edilmiş yoksulların, lokması azalmış emekçilerin, geleceği karartılmış gençlerin…

İşte bütün bunlar için şimdi, sosyal demokrasinin, muhalefetin, demokrasi güçlerinin elinde, önemli bir fırsat var.

Ama bilirler değerini, ama bilmezler; ama bir faydaya dönüştürürler bunu, ama dönüştüremezler.

Ancak, kabul etmek gerekir ki, bütün bunlar için Türkiye’nin HDP’ye borcu var.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/turkiye-nin-hdp-ye-borcu-var,22296

14 Nisan 2019 Pazar

Ah bu teröristler!

Yusuf Nazım
T24 | 14 Nisan 2019


Ah bu teröristler yok mu, teröristler!

Ne geldiyse başımıza, hep bu teröristler yüzünden geldi!

Minareler süngü” yken “kubbeler miğfer” oldu. Emevi Camii’nde kılacaktık namazı, bir hayal oldu. İrtica hortladı, tarikatlar mantar gibi çoğaldı, cemaatler ise büyüdü, her biri ayrı bir devlet oldu.

12 Eylül Darbesi’yle kazanmışlardı hukuklarını. Medya, avuçlarının içindeydi. Devlete, 4000 ‘den fazla hâkim/savcı yerleştirdiler; üniversite sınavlarında hile, demokrasiyi bir trene benzettiler. İşlerine geldiği zaman bindiler, işlerini bitirince indiler. Tepeden tırnağa takiyyeydiler. El ele vermiş, orduyu bile ele geçirmiş, emir büyük yerden olunca, Kozmik Oda’ya dahi sızmıştılar.

Peki, kimin yüzündendi bütün bunlar? Tabii ki hep teröristler yüzünden!

*  *  *

Her şey, ama her şey teröristler yüzündendi bu ülkede!

Betona boğulduysa İstanbul, parsel parsel satıldıysa Ankara, Yeşil yola teslim olduysa Karadeniz, bilin ki hep teröristler yüzünden!

Dersim’de, kollarına kelepçe vurulmuş Munzur’un. Nicedir termik santrallere mahkûm, nefessiz bırakılmış Çanakkale. Yeşilini çoktan kaybetmiş, insanların erken öldüğü Bursa…

Özgür akmıyor sular artık Fırtına Vadisi’nde, mütemadiyen siyanür içiyor Kaz Dağları... Ah Soma! Acımadı, 301 can aldı toprak! Sığınma odaları yoktu, cayır cayır yandı madenciler! Ermenek dersen bir başka facia; su bastı maden ocağını, gitti 18 can, 18 ana kuzusu daha… “Oğlum yüzme bilmez” demişti oysa Ermenekli Ayşe Ana.

Velhasıl, HES ’lere kurban edildi ormanlar, dereler, zeytinlikler; gitti Solaklı, Gerze, Tortum…

Hepsi ama hepsi, hepsi teröristler yüzünden!

*  *  *

Geçenlerde okudum, bilmem kaç milyon ışık yılı uzaklıktaymış. Bir galaksinin merkezinde, kara deliğin çapını ölçmüş dünyalılar. 40 milyar küsur kilometre çapındaymış! Ülkenin en büyük, en gelişmiş şehirlerinde asgari ücretin yarısına çalışıyor hala kadınlar.

Çok şükür, tükendi yerli tohumlarımız. Bir gece, bir torba kanunla yasaklandı ticareti! Soğan niye böyle pahalı, patates de öyle? Elbette teröristler yüzünden!

Hal esnafı perişan, yine teröristler yüzünden! Ota da, ete da, samana da muhtaç olmuş ülke. Nur topu gibi beka sorunumuz oldu bir de…

Ama biliyoruz, hepsi teröristler yüzünden!

Bin odalı saraylar

Adına, Anadolu denen şu coğrafya; 32.000 TL borçlu doğuyor, yeni doğan her çocuk! 16 milyon insanımız, hepsi de açlık sınırının altında, hayatta kalma telaşında; 48 milyonumuz ise yoksulluk sınırında...

Ankara’da, Atatürk Orman Çiftliği sizlere ömür! Bin odalı saraylar yaptık sultanımıza; sırça köşkler, çok kubbeli camiler, külliyeler. Yetmedi, üstüne Okluk Koyu’nu açtık imara! Orada, üç yüz odalı yavru bir saray daha yapılmada; derken Ahlat’ta kışlık saray, Yıldız Parkı’na bir külliye daha...

Kocaeli’nde, iş bulamadı İsmail, çocuğuna pantolon alamadı. Gururu kırıldı, onuru incindi. Tornacıydı, canına kıydı İsmail! Dosyaya gizlilik kararı getirildi hemen, haberi yapan gazeteciye ise gözaltı…

Bir başkası, Ankara’daydı, işsizdi. Borcu vardı, günlerce aç yaşadı, çaresiz kaldı. Meclisin önünde kendini yaktı Sıtkı! Ağır yanıklarla döndü ölümden, çok geçmedi, adı provokatöre çıktı.

İşte bütün bunlar teröristler yüzünden!

*  *  *

Kaç yıl geçti şuradan, doğuda, taş taş üstünde kalmadı şehirlerin. Hendek dedik, çukur dedik, marşlar söyledik. Aylar boyu toplarla dövdük sokaklarını, evlerini. Dar ettik onlara köylerini, kasabalarını ve kentlerini...

Çünkü teröristti hepsi! Yerle yeksan ettik, binlerce yıllık tarihlerini. Yerine çağdaş, modern şehirler inşa ettik! Hep emir komuta zinciri içerisinde yayınlandı kararnameler. Dicle Vadisi’ni, Hevsel Bahçeleri’ni konut rezerv alanı yaptık, Kuzey Ormanları’na ise otoyollar… Göç yollarında kaldı leylekler, uçamaz oldular.

Peki, niyedir bütün bunlar? Tabii ki teröristler yüzünden!

*  *  *

Geçenlerde görmüştüm; çok muhterem bir anayasa profesörünü. Boy boy resimleri vardı manşetlerde. Hazretleri, uyuşturucu baronlarıyla bir masada hemhal, gayet afiyetteler. Kim bilir, hangi tesadüf bir araya getirmiş olmalı? Belli ki memleketin ali menfaatleri üzerine derin bir sohbetteler.

Peki, niye oradalar? Neden kimi gazetelerde manşetlerdeler?

Sorulur mu, tabii ki teröristler yüzünden!

Ciğerleri slikozis içmiş işçiler

Siz de duydunuz mu, gazetelerin yalancısıyım; toplam mevduatın yarısı, yalnızca 78 bin muhtereme aitmiş ülkenin bankalarında!

Vatan çiftliklerinizse…” demiş ya şair, üstelik çeyrek yüzyıl önce; “kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan...

Malum, bedelli askerlik de çıktı şimdilerde. Bu kaçıncı kezdir, sayamadım. Üstelik eşitlik falan varmış diyorlar devletin anayasasında. Parası olmayana, parası olanın nöbetini tutmak düşüyormuş demek, ülkenin ücra sınırlarında. Şehitlik de payesi, belki omuzlarında.

“Vatan, polis copuysa, ödeneklerinizse, maaşlarınızsa…”

Ciğerleri slikozis içmiş işçiler ölüyor her gün, Esenyurt’un, Kıraç’ın varoşlarında.

Tabii ki yine teröristler yüzünden!

*  *  *

Kaç zamandır medya, iktidarın hizmetinde. Hutbeler tarafgir olmuş camilerde. Tarikatlar, belediyeler eliyle semirmede; yargı biat etmiş, okullar, üniversiteler de öyle…

Belki bir komediydi, belki değil, işte seçimler de yapıldı. Bir çırpıda yıkıldı kuleler Ankara’da, Mersin’de, Adana’da. Sorsan, teröristler destek olmuş diyorlar, İstanbul’da, Antalya’da, Ardahan’da…

Yanık kemik kokuları arasında, kocaman bir mezara benziyordu, %77 ile kazandı Cizre. Bazalt kayalara oyulmuş, surlarından kanayan şehir; Diyarbakır, o da %63 le göğüsledi ipi. Ölüsü, yedi gün sokakta beklemişti Taybet Ana’nın, tercihini %73’le yaptı Silopi. Ne OHAL ’ın hükmü sürdü, ne de KHK’ların, kayyımların; Silvan %76 dedi, Yüksekova %66, Nusaybin %77, İdil %74 ve geride diğerleri…

Demem o ki, anlaşılmaz şeyler var bu kentlerin hikmetinde. Bunca kayyım, bunca harcanan para, bunca uğraş ve çaba; hiçbir şey fark etmemiş gibi, halk yine teröristler peşinde!

Bir de Mavi…

Bir de çocukları vardı bu ülkenin, cezaevlerinde büyüyen. Yaşları 0-6 arası, 668 çocuk; belki daha fazlası…

Anaları, ama suçlu, ama değil; hükümlü ya da tutuklu!

Kimi Deran, kimi Poyraz, kimi Miraz bebe…

Bir de Mavi!

Beş aylık hamileydi. Gözaltına alındı, tutuklandı! Lohusaydı, kelepçeli sevk edildi Elazığ’a.

Günü geldi, sancılandı. Doğum için kelepçeyle gitti hastaneye. Karyolaya kelepçeyle bağlandı; adı Rabia’ydı, kelepçeyle doğum yaptı!

Bebek oldu; adı Mavi!

*  *  *

Neylersin, her şey teröristler yüzündendi bu ülkede.

Hava teröristler yüzünden kirlenirdi; toprak teröristler yüzünden, su teröristler yüzünden!

Hemen her şey teröristler yüzündendi!

Seçim oldu, İstanbul, teröristler yüzünden kazandı; Ankara, Nusaybin, Silopi de öyle; Sur ve Cizre teröristler yüzünden!

Çünkü her şey, teröristler yüzünden olurdu bu ülkede.

Betona gömülen kentler, yok edilen ormanlar, parsel parsel satılan yerler; dolar teröristler yüzünden, borsa teröristler yüzünden, soğan teröristler yüzünden…

Cezaevinde, kelepçeyle doğum yaptı Rabia, yine teröristler yüzünden.

Beş yılda, 193 cezaevi daha yapılacak diyorlar, tabii teröristler yüzünden.

Cezaevinden büyüyecek Mavi, ama teröristler yüzünden.