T24 | 9 Kasım 2019
Ankara’dayım.
Bir kentin ölüm defterini yazıyorum.
İçinde sonbahar açmış bir park önündeyim. Güvercinler
birbirine sokulmuş ağaçlarda.
Havada pastırma sıcağı var, lakin içimdeki çocuk üşüyor.
Uzaklarda bir şehrin ölüm çığlıklarını duyuyorum; sessiz,
ruhuma dokunuyor yalnızlığı.
Adı Hasankeyf, tarihinden boğulan bir şehir.
İçimde eski zamanlardan baki çırpınışlar...
Hamamönü Mahallesi’ne dönüyorum yüzümü.
Pencereler, yabancı gözlerle bakıyor bana, sanki tanımamışlar gibi beni.
Pencereler, yabancı gözlerle bakıyor bana, sanki tanımamışlar gibi beni.
Duvarlarına rengârenk hayallerimizi nakşettiğimiz şu semt;
işte bir Aralık günü önünde arkadaşımla durup, sebepsiz gökyüzüne baktığımız o
yurt! On yedisinde bir çocuğun, Erdal Eren’in ölüm haberini aldığımız o yer…
Eski yüzlü evlerinde yasak düşler kurduğumuz sokaklardan
geçiyorum. Nasıl da değişmiş bu şehrin yüzü.
Hamamönü Durağı’nda, eskilerden bir anının silüeti kesiyor apansız
önümü; polis üniforması içinde sıkıyor boğazımı.
Mahallenin eski sahiplerinden eser yok!
Bu şehir, kurtlar sofrasında terkedilmiş, yapayalnız.
Haramiler basmış dört bir yanı. Hamamönü'nü nasıl da
paylaşmışlar aralarında. Sorsan, her hikâyede bir hüzün saklı, her taşın
altından başka bir bürokratın adı…
Kalbimse uzak bir şehrin çığlıklarında:
“Ahhh, yaralıyım ben!
Bir nehrin kıyısında sahipsizim!
Beş paralık elektrik için ölüme mahkûm edilmiş bir tarihim ben!
Gördünüz mü, çaresiz bir suskunluk içinde avlularım?
Geç değil sesimi duymak için, tanıyın beni!
Artuklu’dan kalan son eserim ben; azala azala tükenmiş Süryani’nin sesiyim, Eyyübi’nin nefesiyim; ben Zeynel Bey’im, İmam Abdullah’ım, Kayalar Kenti Hısnı Keyfa, nam-ı diğer Hasankeyf’im ben!
Duydunuz mu sesimi?
Önce koruma altına aldılar beni, sonra kanunlara sarıp ölüm hükmümü verdiler!
Bakın, evlatlarım yetim kalıyor, çocuklarım ağlaşıyor eteklerimde!
Ölüm, soğuk bir suskunluk olmuş yürüyor bedenime, tenim sararıyor
biteviye.
Ruhum çelik pençelerinizle paramparça, her gün demirden putrelleri
saplanıyor medeniyetinizin etlerime.”
* * *
Bir kentin ölüm defterini yazıyorum.
Kaleminden kan damlıyor cellatların.
12 bin yıllık bir tarihin ölüm fermanı imzalanıyor başkentin
saraylarında.
Ankara’nın sokakları değişmiş. Ayaklarım Altındağ’da bir
müzeye sürüklüyor beni.
Anadolu’da bir medeniyetler mucizesi!
1 milyon yıl öncesinden konuşuyor tarih. Anadolu'da,
Mezopotamya’da can bulmuş nice kavimlerin ayak izleri; Asurlular, Hititler,
Frigler; Efes, Kapadokya ve Klikya…
Bir köşede sessizce can çekişiyor Hasankeyf; eteklerinde bir
telaş, ağlama sesleri, yakarışlar:
“Duydunuz mu beni?
Dicle’nin iki yakasında betondan bir kefene sardılar, köklerimden
kopardılar beni!
Suskunluğunuz her gün biraz daha acıtıyor yüreğimi, her gün biraz daha
kanıyor yaralarım.
Canım yavaş yavaş çekiliyor toprağımdan. Taşlarım sessiz, sokaklarım
kimsesiz, mağaralarım nefessiz kalıyor!
Hala çok geç değil, görün beni!
Tarihi tarih yapan, tarih içinde mucizevi bir yolculuğum ben!
Dicle’nin iki yakasında tarihe sığmayan insanoğluyum ben!
Taşlarımda onlarca kavmin ayak izi var.
On iki bin yıldır susmamış nefesim var!
Mağaralarımda binlerce yıllık bir tarihin kokusu var.
Tanıyın beni!
Kayalar Kenti Hısnı Keyfa’yım ben; El Rızk Camii’nde namaz kılan,
Süleyman Han Camii’nde ezan okuyan, hemen her gün Orta Kapı’dan geçen, Sasani’ dilinde
bir ilahiyim ben!
* * *
Bir kentin ölüm defterini yazıyorum Ankara’da.
Tandoğan'dan aşağıya iniyorum. Ankara Garı bir yanımda, Hacettepe’ye dönüyorum yönümü.
Arkadaşım anlatıyor. Bu sefer, taze bir anının sözcükleri
kesiyor yolumu; bir celladın iri, kanlı elleri gibi sıkıyor boğazımı:
“Kortejin
ortasındaydım. Bir duman bulutu yükseldi ileride. Koştum ki havada çığlıklar, biber
gazı, ortalık kan deryası…”
Kapıyorum gözlerimi; bir sonbahar vakti, insanların yaşama
sevinci nasıl kopartılırmış …
Samanpazarı’nı geçiyorum, Ankara Kalesi’ne dönüyorum yönümü.
Şimdi Dış Kale’deyiz!
Ankara, Altındağ'da kentsel dönüşüm için yıkılan kale dibindeki mahalleler: Hıdırlıktepe, Çandarlı, Yenidoğan, Tepebaşı |
Rivayetlerinde Hititlerin adı var. Taş duvarlarında Roma’dan,
Bizans’tan, Selçuklu’dan izler. Ankara’nın ilk camiisi; Sultan Alaattin;
minareleri Dev Duran’la karşılıklı bakışıyorlar İç Kale’de. Eteklerinde
korkuyla birbirine sokulmuş evler. Daha aşağılarda kentsel dönüşümün hışmı,
harap olmuş mahalleler; Hıdırlıktepe, Çandarlı, Yenidoğan, Tepebaşı…
Tarihin derinliklerinden geliyor yüreğimi dağlayan o ses:
“Ahhh, kimse yok mu?
Ben Hasankeyf’im, tarihinden kanayan bir şehirim ben!
Niye sularımla boğuyorlar beni, yetişin, niye betondan bir mezara
koyuyorlar beni?
Niye böyle yalnızım, nerede adını koca bir çağa veren uygarlık, niye
böyle yanılmışım ben?
Duyuyorum, kanun hükmünde kuşatmışlar beni, cümle kalelerimi zapt etmişler,
çırılçıplak soymuşlar bedenimi.
Hakkımda ölüm fermanları yayınlamış haber ajansları; çeperlerimde
dinamit sesleri, duvarlarımda greyderler, dozerler…
Yüreğim, Dicle’nin sularında pare pare şimdi; taşlarımda barut kokusu,
duvarlarımda medeniyetinin diş izleri.
Ahhh, boğuluyorum!
Duyun beni!
Adım tarihimde saklı.
Gidip de bir daha geri gelmeyecek olanım ben.
Vakit geç artık!
Yollarımı da kestiler, son pencerelerimi de kapattılar, güvercinler de
terk etti beni, kuşlar da…
Hiç değil duyun çığlımı!
Cümle kapılarım kapanırken üzerime, son bir kez bakın gözlerime.
Tarih, iri puntolarla yazacaktır cellatlarımın adını, bir kentin ölüm defterine…
Tarih, iri puntolarla yazacaktır cellatlarımın adını, bir kentin ölüm defterine…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
yusuf.nazim1@gmail.com