25 Mart 2020 Çarşamba

Her hastane bir Çernobil şimdi!

Yusuf Nazım
T24 | 25 Mart 2020


“Hipokrat Yemini ‘ne, tıp etiğine, meslek örgütü ilkelerine bağlı kalarak dünyayı saran yangına kelebekler gibi koşan tüm sağlık emekçilerine derin saygıyla.”

 Telefon çalıyor.

Arayan Acil doktoru. Sesi telaşlı;

“Filmi çok kötü, ateşi yüksek bir hasta daha!” 

Doktor Berrak endişeyle kapatıyor telefonu. Elinin tersiyle düzeltmek istiyor alnındaki saç demetini. Henüz alışamamış olmalı; yüzü maskeli, gözlüklü, boneli. 

Odaya girdiğinde, onunla göz göze geliyor Doktor Nisan. 

“İki hastanın durumu ağır, çayı koy, hemen geliyorum!” diyor Nisan’a. Kapıyı çarptığı gibi çıkıyor.

Koronavirüs nöbetinde ilk gün. Ne tuhaf! Enfeksiyon Hastalıkları Bölümü’nün doktor odasındaki ilk işi, çayı koymak oluyor Nisan’ın. Ne de olsa, gün içinde en çok ihtiyaç duyacakları şey. Oh, yoruldukça mis gibi içecekl çayları var.

Hekim odası, belli ki yeni hazırlanmış. Etrafına bakınıyor. Formasını giyiyor, bir gün önce verilen bonesin takıyor; maskesini, gözlüğün, eldivenlerini… 

Hastanenin bu bölümü covid hastaları için ayrılmış.

Telefon bir kez daha çalıyor!

Bakacak kimse yok. “İşte gün başladı” diyor Nisan, hemen kaldırıyor telefonu.

Covid Polikliniği’nden arıyor biri, sesi heyecanlı;

“Hocam, hastanın oksijen satürasyonu 80, ne yapalım?” 

“Gönderin servise” diyor, stetoskobunu da asıyor boynuna.

Olsun, çayı koydu ya! Hızla fırlıyor dışarı. Koridorda sağlı sollu odalar, ilaç kokuları, tuhaf bir sessizlik. Elinde kâğıtlarla bir hemşire yürüyor. Bir temizlik emekçisi özenle yerleri siliyor.

Bir anda kendini serviste, odadan odaya koşarken buluyor. İlk defa görüyor böylesini; hepsi benzer vakalar, bulgular hep aynı; endişeli yüzler, soluk benizler, kuru öksürükler... Asistanlar sessiz bir telaş içinde koşturuyor, Doktor Nisan iki saate on beş hasta görüyor. 

Yanında Sadık Hoca, “iki hastanın durumu ağır, yoğun bakımlık, anestezi doktoruna haber ver!” diyor.

Başında belli belirsiz bir ağrıyla dönüyor odaya. Asistanların biri girip biri çıkıyor; hemşireler de öyle, makinedeki çay kaynamaya devam ediyor...

Acıyla çalıyor telefon!

Sadık Hoca telefonda, “İki hastayı Taksim’e göndereceğiz, orayı karantina hastanesi yapmışlar” diyor. Doktor Nisan, daha oturamadan, gerisin geri çıkıyor.

Binadaki altı katın tamamı sadece covid hastalarına ayrılmış. Böyle giderse, diğer katlar da servise dönüştürülecek belki.

Asistan doktor onlara doğru koşuyor; 

“Hasta ağırlaştı, solunum 30 un üstünde!” 

Birlikte servise geçiyorlar. Odada bir hasta, göğsünde hırıltılar, hastanın yanında bir hemşire. Özgür Asistan bulguları bir bir sıralıyor; ateşi, nefesi, satürasyonu… Doktor Nisan endişeyle mırıldanıyor; 

“Anesteziye haber vereceğiz, hasta yoğun bakıma çekilecek.”

Yeniden koridordalar. Yanından iki asistan, gülümseyerek selam veriyor, hızla geçiyorlar. Başında, giderek büyüyen bir ağrı, doktor odasına giriyor.

Telefon durmaksızın çalıyor!

Covid Polikliniği’nden bir doktor;

“Hocam burası kaynıyor, iki hasta daha gönderiyoruz. Birinin filminden emin olamadık…”

Oturmaya vakit yok, gerisin geri çıkıyor dışarı. Uzun koridorda acele adımlarla ilerliyor. 

Aklında türlü türlü düşünceler. İstanbul’da erguvanlar baharı müjdeliyordu. Oysa şimdi… Son birkaç günde, nasıl da değişmişti her şey! Hastanede acil durum ilan edilmiş geçen hafta, kimi poliklinikler ise kapatılmış, ayrı bir Covid Polikliniği kurulmuştu. Binadaki katlar ise covid servisine dönüştürülmüş durumda. 

Koridorda Berrak’la karşılaşıyor, “çayı koymuştum, hala bizi bekliyor.” Gülümsüyorlar.

Ayakları kattan kata, odadan odaya sürüklüyor onu. Bir süredir arkasında genç bir delikanlı, gölge gibi peşinde. Ancak fark ediyor onu. Göz göze geliyorlar. Çekingen bir ses;

“Abla ben KBB asistanıyım, yapacak bir şey var mı?” diye soruyor.

Başını sallıyor Nisan, gülümsüyor, nemli gözlerini kaçırıyor ondan...

Mekâna hapsolmuş, zamandan kopmuş gibi adeta. Geçen saatleri sayamıyor, telefona bakamıyor. Ayakları zonkladığını hissediyor, kapıyı paldır küldür açıyor, kendini hekim odasına zor atıyor, makinedeki çay kaynamaya devam ediyor.

Telefon bir kez daha acıyla çalıyor!

Her telefon bir hasta, her telefon yeni bir vaka! Vakalar acil, vakalar vahametli, vakalar telefondan telefona daha da vahimleşiyor. Hekimler vardiyalı, uzmanlar 24 saat nöbette, evde çocuklar bekleşiyor; babalı, babasız; anneli, annesiz; kimi ağlıyor, kimi rahatsız! Vakit yok dinlenmeye, mütemadiyen artıyor hasta sayısı.

Asansörler harıl harıl çalışıyor. Yardımcı sağlık görevlilerinin biri iniyor, biri çıkıyor. Üstleri formalı, başları kasklı, yüzleri maskeli; yanlarında hastalar; kiminin koluna girmiş, kimi tek başına, kimi sedyede... 

Ayaklarına sular inmiş Rüstem Efendi’nin. Boş sedyeyi asansöre itiyor. Acil Bölümü’nde sıra sıra insanlar bekleşiyor.

Hastalar… Hastalar… Her tarafta hastalar!

Çoğu soluk benizli, sarı yüzlü, öksürüklü; kimi yutkunmada güçlük çekiyor, kimi nefes darlığı; kimi korku içinde, kimi sabırsız, hemen hepsi ateşli. Bir hastayı daha hemşireye teslim ediyor Rüstem Efendi.

Covid Servisi henüz yeni, hasta kaynıyor. İlk günden 70 ‘i buldu yatan hasta sayısı! 

Enfeksiyon odasında, Asistan Samet bilgisayarın başında, pürdikkat bir şeylere bakıyor. Kaşları çatık, yüzü gergin, alnından derin izler.

Öteden hoca sesleniyor, kapı açılıp kapanıyor, Samet endişeli, “Hocam literatürde yok!” diye yanıt veriyor! “Git”, diyor Sadık Hoca, “Doktor Nisan’a söyle, bir de o baksın tomografiye.”

Samet Asansörü beklemiyor, merdivene koşuyor, sessiz bir gölge gibi kapıdan içeri süzülüyor.

Odadaki telefon acilen bir kez daha çalıyor!

Yoğun Bakım’dan bir anestezi doktoru:

“Bir hasta ex oldu, bir diğeri için ilaç durumunu soracaktım.”

Arkadan, “Bu gidişle yoğun bakımda yer kalmayacak” diye bağırıyor bir ses! 

Hemşireler, sessiz bir telaş içindeler; bir odadan başka bir odaya yumuşak adımlarla koşuyorlar. Bir başkası, hastayı yatışa hazırlıyor.

Odanın kapısı hızla açılıyor. Genç bir kadın doktor giriyor içeriye;

“Covid-19 çıktı, üstelik beyin kanamalı, ne yapacağım bilmiyorum” 

Sesi ağlamaklı, Enfeksiyon Bölümü’nden, 35 yaşlarında ya var, ya yok; yüzünde ilk günden tükenmişlik sendromu, ağlama krizleri geçiriyor. 

İçerde durmaksızın çalıyor telefon!

Kâğıtlar gönderilmiş başhekimlikten. “İhtiyaç halinde psikiyatrik destek için…” diye başlayan… Soluk almaya zamanları yok, aşk olsun gitmeyene!

Hemşireler, Covid Polikliniği’nin açıldığı ilk günden beri, canlarını dişlerine takmış, çalışıyorlar. Ön cephenin kahraman kadınları, kliniğin fedakâr emekçileri onlar, nasıl ödenir emekleri? Elleri kutsal, bakışları muhlis, dokunuşları sevecen. İyilik dolu elleriyle gösteriyorlar hünerlerini. 

İş çok, hastalar kuyruklarda, poliklinik sekreteri gergin. Mütevazı evleri, şehrin uzak semtlerindeler. Sabahları, erkenden yollara düşüyorlar; metroyla, otobüslerle, metrobüslerle geliyorlar hastaneye; hepsi de düşük maaşlı, kimi yeni evli, kimi bekâr gencecik insanlar… 

Mütemadiyen barkotlar basılıyor, hastalar birbiri peşi sıra içeri alınıyor; temizlik emekçileri kan ter içinde, yerleri paspas yapıyor; iki uzman, üç asistan nöbette; serviste 35 hastaya bir hemşire bakıyor!

Hastaların çoğu, sırat köprüsünde gibiler. Her an durumları değişmede! Bir an iyi, bir an kötü; bir an normal görünüyor, bir an soluk alamıyor, birden kötüleşiyor; anestezi çağrılıyor, alelacele yoğun bakıma alınıyor…

Enfeksiyon Hastalıkları Hekim Odası’nda, makinede çay kaynamaya devam ediyor.

Telefon bir kez daha acı acı çalıyor!

Fırlıyor odadan Doktor Sumru.

Göğüs polikliniğinin uzman hekimi o. İlk günden nöbete yazmışlar bile! Canını dişine takmış, çelimsiz bedeniyle koridordan koridora koşturuyor. Gören, kafayı yemiş sanır, kendi kendiyle konuşuyor. 

Teşhisi yeni konuldu, annesi kanser Sumru’nun. Beş gün sonra ameliyat olacak, annesini çoktan unutmuş gözüküyor. 

Asistana tane tane anlatıyor;

“Ateşi yüksek, nefes darlığı da var, tomografi çekilecek” diyor.

Yan odadan başka bir asistan, “Oksijen saturasyonu seksene düştü hocam” diye telaşla bağırıyor. 

Sumru oradan yetişiyor;

“Ventilasyon gerekebilir, anestezi doktorunu arayacağım, Sadık Hoca nerede?” diye soruyor.

Doktor odasına bir haber düşüyor;

“Göğüs cerrahisinden Sertaç Hoca yoğun bakıma alınmış!”

Yüzler düşüyor, bakışlar endişeli, makinede çay kaynıyor; kimsenin eli varmıyor çayı içmeye, varamıyor… 

Telefon çalmaya devam ediyor!

Kapı açılıyor, bir asistan telaşla giriyor içeriye. Yüzü solgun, gözleri kan çanağı. Sahanın erleri onlar. Hep en ön saflardalar. Hastayı hazırlamak, hikâyesini almak, bulgulara bakmak; her şey onların eliyle başlıyor.

Dün sabahtan beri ayaktalar! Çorbalarını, kaşık sallayarak değil, ancak kafaya dikerek içecek zamanları var. 

Bir haber yayılıyor internetteki hekim ağlarından; Süreyya Paşa’da, karantinadaki hastasını ziyaretine izin vermeyen doktoru bıçaklamış bir yakını! “Korona değil, cehalet öldürecek bizi” diyor asistan! Birlikte koşarak çıkıyorlar odadan.

Saat 18.00 suları.

Odaya giriyor Nisan. “Ayaklarım” diyor, “su topladı galiba.” Kendini koltuğa bırakıyor. Ardından Berrak giriyor içeriye. O da aynı şekilde, bitkin; öylece çöküyor koltuğa. 

Makinedeki çay, hala kaynamada. Karşılıklı bakışıyorlar. Ah, şu çayı bardağa bir koyan olsa… Ne mecalleri kalmış içmeye, ne de moralleri…

Doktor Berrak, iki çocuk annesi, 17.00’de çoktan bitti onun mesaisi.

“Çocuklarımı özledim” diyor, “gün içinde arayıp durdular, sadece bir kez konuşabildim. Tek isteğim var; gidip onları kucaklamak!”

Eşyalarını topluyor, Doktor Nisan’a dönüyor “iyi nöbetler, işin zor, kolay gelsin” diyor, çıkıyor.

Saat 20.00 suları.

Doktor Nisan yorgun, Nisan’ın ayakları şişmiş, artık oturmak istiyor Nisan.

Telefon bir kez daha acilen çalıyor!

Telefonu açıyor, bir kadın sesi; 

“Kötü şeyler görüyorum, bir de sen bakar mısın filme lütfen?”

Tanıdık geliyor bu ses, ama nasıl olur?

“Berrak, sen misin yoksa?”

Karşıdaki ses, derinden derine, içli; 

“Evet, gidemedim” diyor; “bazı hastalar ağırlaştı, bırakamadım…”

Eve gitmemiş, gidememiş, çocuklarını kucaklayamamış Berrak!

Odadaki telefon çalıyor!

Nöbeti gündüze devrediyor gece. Güneş, İstanbul’un koynuna endişeyle sızıyor.

Bitkin yüzler, tükenmiş nefesler, yorgun bedenler… Yürekler hafif oysa; yüreklerde hayatta tutmanın, yaşatmanın o dingin ferahlığı var… 

Şimdi nöbeti devretme zamanı. Rutin işler, eldivenler, maskeler, gözlükler; dezenfekte işlemleri, eşyaların toparlanması, vedalaşmalar…

Otopark’ta, başka bir telaşın hareketli görüntüleri. 

Binadan çıkan sağlık emekçileri; hekimler, uzmanlar, asistanlar, hocalar; hemşireler, yardımcı sağlık personeli, güvenlik görevlileri… Hepsi, ama hepsi büyük bir savaştan çıkmış gibiler; hepsi yorgun ve bitkin; ama bakışları mağrur, yürekleri aydınlık; muzaffer bir ordunun kahramanı gibi onlar. 

Şimdi, kimi arabasına, kimi otobüsüne, metrobüsüne; evlerine, eşlerine, çocuklarına gidiyorlar…

Bir de, telaş içinde gelenleri var hastanenin. Sırtlarında ağır bir dünya yükü, yüzleri aydınlık. Bir an önce nöbeti devralma telaşındalar! Bahçe kapısından, otoparklardan, ara sokaklardan geliyorlar. Elleri çantalı çantasız, yüzleri maskeli maskesiz, bakışları tasalı tasasız…

Gözleri ışıl ışıl hepsinin. Gidenlerle gelenler, yolda karşılaşıyor, selamlaşıyorlar; günaydınlar, geçmiş olsunlar, iyi nöbetler, kolay gelsinler…

Hekim odasının kapısı açılıyor, hekimler, asistanlar, bölüm hocaları bir bir giriyorlar içeriye.

Rutin işler; formalar, eldivenler, maskeler, gözlükler…

Serviste hasta sayısı 81’e ulaşmış, 74 yaşında 1 Ex var! Sinirler gergin, bakışlar kaçamak, yüzlerde hayata nefes verecek olmanın heyecanı. 

Her hasta bir yangın misali, her hastane bir Çernobil şimdi.

Serviste bir hasta ağırlaşıyor, makinede çay kaynıyor, telefon acı acı çalıyor…

Not: Salgının ilk günlerinde, İstanbul’daki bir hastanede yaşananların anlatısıdır.


10 Mart 2020 Salı

Araftaki cehennem-3 | Özgürlüğün bedeli

Yusuf Nazım
T24 | 10 Mart 2020


Misafir olduğumuz bu gezegende baskının, hırsın, nefretin ve kibirin köklerinden kopardığı bütün dünya yurttaşlarına saygıyla.




Lila…

Baskıdan usanmış, şiddetten bıkmış, sindirmeden kaçmış bir insan. Tüm bu sebeplerden dolayı köklerinden kopmuş, ülkesinden uzaklarda özgürlüğü arayan bir kadın.

Şimdi başka bir ülkenin toprağında, içinden işkence seslerinin yükseldiği beton bir binanın önünde, yere diz çökmüş, ağlamakta.

“Çocuklarımız, çocuklarımız…”

O anda hiç beklemedikleri bir şey olur. Silahlı, maskeli, muştalı grubun lideri Lila’nın yanına gelir. İngilizce olarak “tamam” der, “kedileri alın!

Piya, karısı Lila’yı tutup kaldırır. Binanın önünde dizili çantalardan, içinde kedilerin olduğu üçünü gösterir. Tim lideri, çantaları bir kez daha detektörle kontrol ederek onlara verir.

Bahçede, dört-beş kadar panelvan minibüsün yanı sıra, bir de cezaevi aracına benzer bir araç vardır. Büyük, arkasında demir parmaklıklı penceresi olan, siyah renkli bir araç. Hepsinin içi sığınmacılarla doludur.

Piya ile Lila, ellerinde çantalar, içinde çocukları, kendilerini getiren aynı araca binerler.

Lila'nın dizleri
Dehşetin kokusu

Dehşetin kokusu olur mu?

Olurmuş meğer! Aracın içinde, kan ter içinde kalmış, nefesleri birbirine karışmış, balık istifi halindeki insanların arasında farklı bir koku daha alır Piya. Daha önce hiç duymadığı, hiç rastlamadığı, bambaşka bir kokudur bu; yaşadıkları dehşetin kokusu!

Araçlar birbiri peşi sıra yola koyulurlar. Bir korku yolculuğudur başlar.

Abi” der Piya, “kim bu adamlar, nereye götürüyorlar bizi, bilmiyoruz. Belki de öldürecekler hepimizi!”

Yaklaşık on dakika kadar düz, asfalt bir yoldan ilerlerler. Geldikleri yoldan dönüyorlar mıdır acaba? Hayır, değil! Bir süre sonra araç, sarsılmaya başlar. Sanki toprak bir yoldur girdikleri. Sonra bir su sesi! Evet evet, su sesi, çamur! Bata çıka, sarsıla sarsıla, çamurlu bir yoldan ilerlemeye devam eder araç. En az yirmi dakika sürer bu. Sonra dururlar…

Art arda dizilmiş araçların farları aydınlatmaktadır karanlığı. Kapılar aynı hiddetle açılır. Tam o sırada, işte o tanıdık ses duyulur! Türkiye sınırından karşıya geçmek için beklerken duydukları, o sirene benzeyen, kulakları tırmalayan ses! Hemen yakınlardan gelmektedir.

Kapılarda aynı maskeli kişiler, aynı nefret, aynı şiddet; havada silahlar, coplar, muştalar ve demir çubuklar savrulmakta; ortalık adeta bir vahşet ormanını andırmaktadır. İnsanlar sağa sola kaçışmakta, çocuklar ağlaşmakta, çığlıklar yükselmekte, siren sesleri feryat, figana karışmaktadır…

Bir tel örgü! Araçların yanı sıra, yüksek, dikenli bir tel örgü gözüne çarpar. O an anlar Piya. Burası sınır olmalı!

“Abi, bizi tekrar sınıra getirmişler. Ölmeden geçebilsek bari karşıya.”

Lila’nın elinden tutar. Mişa ve Nini’nin çantası eşinin elindedir. Nohut daha ağır olduğundan onu kendisi taşımaktadır. Ortalık ana baba gününe dönmüştür; siren sesleri insan çığlıklarını bastırır. Dikenli telin altında kocaman bir delik görürler. Eğildiğinde, ancak bir insanın geçebileceği kadar büyüklükte bir delik. Sonradan açıldığı anlaşılan bir geçit bu. Silahlı grup, kalabalığı döve döve bu deliğe doğru sürükler. Vahşetten canını kurtarmak isteyenler, birer ikişer delikten karşı tarafa geçmeye çalışmaktadır. Kalabalık, can haliyle dikenli tellere yüklenir. Piya ile Lila, kedi çantalarına sımsıkı sarılmışlar. Bir yandan darbelerden kurtulmaya çalışmakta, öte yandan bir an önce kendilerini telin altından karşı tarafa atma çabalamaktadırlar.

Bir ara, önlerinde Afgan arkadaşlarını görür Piya. Karşı tarafa geçmektedirler. Lila, dikenler, coplar, demir sopalar arasında bir anda telin altında bulur kendini. Kalabalığın ayakları altında, korkunç bir arbedenin içinde kalır. Başı Yunanistan, elleri ve ayakları Türkiye tarafındadır. Sol dizinden kan fışkırmaya başlar. Piya, elindeki Nohut’u Türkiye tarafına fırlatıp atar, Lila’yı ayakaltından çekerek çıkarır.

Sonunda kurtulmuşlardır! Şimdi sınırın ötesindeler. Bir anda görme, duyma, anlama algıları birbirine karışır. Karanlık, araç farları, koşturmaca, feryatlar, siren sesleri; nerededirler, ne tarafa gidiyorlar, niye koşuyorlar anlamaya çalışır. Birilerinin, adını seslendiğini duyar;

“Piyaa! Piyaa! Piyaa!”

Etrafına bakınır, kimseyi göremez, anlam veremez.

“Bir an için öldüğümü, gaipten sesler duyduğumu sandım” diye anlatıyor Piya.

Giderken botla geçtikleri Meriç Nehri’ni dönerken geçmediklerini fark eder. Sonradan, sınırı Karaağaç bölgesinden Türkiye’ye geçtikleri anlaşılacaktır.

Biraz ötede, kader ortakları, Afganlıları görürler. Birlikte, koşar adım uzaklaşmaya başlarlar. Yer ıslaktır. Giderek çamura dönüşür. Bata çıka ilerlerler. Yaklaşık kırk dakika sürer yürüyüşleri. Sonunda bir askeri kontrol noktasına varırlar. Lila kan kaybetmektedir. Askerler yardımseverdir, su getirir, dizini yıkayıp temizlerler.  Sonra yolu tarif ederler.

Hava hala karanlıktır. Yirmi dakika kadar sürer yürüyüşleri, bir köye ulaşırlar. Bütün evraklarla birlikte paralarının da olduğu çantalarına el koyulmuştur. Buna rağmen Lila, bir miktar parayı üzerinde saklamayı başarmıştır. Bir taksi tutarak Edirne Otogarı’na giderler.

Dört Afganlıdan biri vedalaşarak ayrılır. Hiçbirinin evrakları yoktur. Otobüs firmaları bilet vermek istemezler. Bir firmadan rica minnet bilet alırlar. Paralarını yine Lila öder.

Esenler Otogarı’na vardıklarında hava aydınlanmıştır. Burada, diğer Afgan arkadaşlarıyla da vedalaşıp ayrılırlar.

Samsuna vardıklarında saat 16.00 sularıdır. Arkadaşından evin anahtarını alırlar. Artık evlerindedirler. Nohut, Mişa ve Nini’yi çantalarından çıkarırlar. İlk işleri onlara yiyecek vermek olur…

Cehennemin öbür adı

Son 24 saatte bir kâbus yaşamıştır Piya ile eşi.

“Cehenneme girdik ve çıktık abi” diye anlatır Piya.

Haberler hızla akmaya devam etmektedir. Yunanistan devletinin, yakaladığı göçmenlerin yalnızca çantalarını değil, üstlerindeki giysileri de alarak, çırılçıplak sınır dışına bıraktığını görürüz.
Keza, bir Yunanistan sahil koruma teknesinin, sığınmacılarla dolu plastik bir göçmen botunu, sürat yaparak batırmaya çalışmasına tanık olur uygar dünya. Adeta balık avlar gibidir teknedekiler; dönüp dönüp sopalarla, zıpkınlarla göçmenleri denize dökmeye çalışmaktadırlar. Gözleri yaşartan, Avrupai bir medeniyet gösterisidir bu…

Sonraki günlerde, Türkiye tarafı da geri kalmaz! Sığınmacıların geri dönüşünü engellemek için sınıra kolluk kuvvetleri, özel harekât birlikleri sevk eder! Bu da yetmez, Zodyak botlarıyla, eğitimli özel kuvvetler, iki ülkeyi ayıran nehirde, adeta göçmen avına çıkarlar...

Bu da, Anadolu medeniyetinin gösterisidir! Bir kez daha yaşarır gözlerimiz…

Meriç Nehri! Cehennemin iki yakası gibidir artık. Her iki tarafta silahlı birlikler, maskeli, üniformalı adamlar; biber gazı, cop, kancalar, zıpkınlar; Zodyak botlar, tekneler, motorize birlikler, helikopterler…

Cehennemin ortasında ise, 21. Yüzyıl medeniyetinin safrası; dünyanın lanetlileri; yoksunlar, yoksullar, tüm ötekiler…

Cehennemin seyircileri ise tribündedirler; ellerini ovuşturmakla meşguller; ABD, AB, BM ve diğerleri…


Nohut, Mişa ve Nini
Piya.

Şimdilerde günlerini saymakta.

“Abi ne yapsam, 23 günüm kaldı?”

İran’a iade edilirse, belki de idam edilecek!

Bu yüzden para, pul; hiçbir şey istemiyorlar! Sadece iade edilmeyelim, yeter diyorlar.

“Bütün evraklarımız gitti! Cuma da yaklaşıyor. İmza vermek için Göç İdaresi’ne gitsem mi? 
Başıma bir şey gelir mi?”

Cuma oluyor, imza vermek için Göç İdaresi’nde gidiyor Piya.

Müdür öylesine sert, öylesine hoyrat ki! Her türlü yolu kapatıyor Piya’ya.

Yanına giden sekretere, “bir daha denesinler” diyor…

Bir daha denemek mi! Asla! Cehennemin öbür adı!

İmkânı var mı? Cehenneme bir kez daha giderler mi? Gitseler de, çocuklarıyla birlikte, o cehennemden bir kez daha çıkabilirler mi?

“Abi 21 günüm kaldı” dedi geçende…

Piya ile Lila.

Arafta bir cehennemdeler. Sıkışıp kalmışlar.

Tıpkı diğer on binler, yüzbinler gibi. Kiminin medeniyet basmış toprağını, kiminin siyasal, ya da radikal İslam. Yangın yerine dönmüş ülkeleri…

Şimdi bir kez daha araftalar. Özgürlüğün bedeli bu kadar ağır olabilir mi?

Sadece yaşamak istiyorlar; baskısız, korkusuz, kansız; sadece yaşamak!

Çok mu şey istiyorlar?

Telefon çalıyor, kırık bir ses.

“Abi 19 günüm kaldı!”

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/araftaki-cehennem-ozgurlugun-bedeli,25803

Araftaki cehennem -2 | Saniye saniye ölüm

Yusuf Nazım
T24 | 9 Mart 2020


İranlı Piya ile Lila.
Yunanistan’a geçmek üzere Edirne’ye yakın sınır köyü Doyran’dadırlar.

Yıllardır özlemini duydukları özgürlük hemen karşı kıyıda, onlara göz kırpmakta.

Oysaki özgürlüğe değil, cehenneme giden yolun başında olduklarının farkında değillerdir.

 “Cehennem işte bundan sonra başlıyor” diye anlatacaktır Piya.

Sesi titrek; sesi bir korku ikliminden kurtulmuş gibi zayıf.

Saat 14.00 gibi geldikleri bu köyde, en az iki yüz kişilik bir kalabalık daha vardır. Hepsi de sınırı geçmek üzere oradadırlar. Çoğu Afganlı olmak üzere, İranlı ve Afrikalılardan oluşan kalabalıktır bu. Nedense hiç Arap’a rastlamazlar. Sonraki günlerde gelen haberler, bunu doğrulayacaktır. Aralarında çok az Suriyeli vardır.

Piya, Lila ve çocukları köyde, 3-4 saat kadar beklerler.

Orada ilginç bir şey dikkatlerini çekecektir. Yaklaşık 10-15 dakikada bir, kulakları tırmalayan, siren sesine benzer tuhaf, elektronik bir ses iştirler. Bir süre kesintisiz devam eder, sonra susar. Aralıklarla, aynı ses yeniden tekrarlanır. İçlerini ürperten, tüylerini diken diken eden, bir türlü anlam veremedikleri tuhaf bir sestir bu…   

Ortalık ana baba günüdür. Botlarla, ya da yüzerek nehrin karşısına geçmeye çalışanlar, suya batanlar, suyun içinde yürüyenler, öbek öbek bekleşenler; kadınlar, çocuklar, gençler; beyaz derililer, siyahlar, melezler…

Sonunda dört Afgan’la beraber motorlu bir botla nehirden karşıya geçmeye karar verirler. Bunun için kişi başına 150TL ödeme yaparlar.

Karşı kıyıya vardıklarında saat 18.00 civarıdır. Demokrasinin ve özgürlüğün topraklarına ayak basmışlardır artık. Yunanistan toprağı onlara, araftan kurtularak daha insanca bir yaşama adım atmanın şansını tanıyacaktır. Ya da onlar böyle düşünmektedir.

Kendilerini bir anda karanlık bir ormanın içinde bulurlar. Ormanı geçip açık bir arazide yürürler. Sonra yine bir orman, arkasından tarlalar… Uzun süre kâh koşarak, kâh yürüyerek yola devam ederler. Gece karanlığında bir bataklığa düşer yolları. Piya çamura saplanır. Diğerlerinin yardımıyla güçlükle kurtulur.

6-7 sat sonra bir ezan sesi duyarlar. O yöne gittiklerinde, uzakta bir yerleşim merkezinin ışıkları gözükür. Sevinirler. Derken kasabaya ulaşırlar. Sevinçlerini henüz yaşıyorlarken bir anda, arkalarından bir araç peydahlanır. Hızla gelir, grubun birkaç metre ilerisinde ani bir fren yaparak durur! Panelvan tipi, plakasız bir minibüstür bu. Üzerinde hiçbir arma yoktur. Aracın kapıları hızla açılır, içinden siyah maskeli, üniformalı kişiler çıkar. Hepsi de cüsseli, güçlü, iri kıyım, silahlı ve muştalıdırlar.

İner inmez Piya ve arkadaşlarının üzerlerine yürürler. Yunanca bağırmaktadırlar. Bir yandan ellerindeki muştalarla dövmeye, itip kakmaya, aracın arkasına doğru sürükleme çalışırlar. İçlerinden birisi, hızla aracın arka kapısını açar. İçerde istif halinde insanlar gözükür. Kendileri gibi, sınırı geçmiş göçmenler olduğu her hallerinden bellidir. Kadınlı erkekli, çocuklu gençli; hepsi de korkmuş, terlemiş, üstü başı çamur içinde, gözleri dehşetle büyümüş; yan yana, üst üste; oturmuş ya da uzanmış vaziyette; ağlayan, inleyen, sızlanan insanlar…

Neye uğradıklarını şaşırırlar. Piya, sırtında ve elindeki çantalarla bir tarafa, Lila başka bir tarafa savrulur. Sonra, hızla toparlanarak birbirlerine tutunurlar. En çok da, yaşadıkları bu hoyratlıktan çocuklarını korumak; elleriyle, vücutlarıyla onlara siper olmaya çalışmaktadırlar.

Bir anda kendilerini, aracın içindeki balık istifi insanların arasında bulurlar. Aracın kapıları hızla kapanır, manevra yaparak geri döner. Piya ile Lila birbirlerine iyice sokulurlar.

Akılları çantalarındaki çocuklarındadır. Korkudan sinmiş, bir köşeye büzülmüşlerdir. Hayatlarında görmedikleri bir hoyratlığın, acımasızlığın, hengame ve çığlıkların arasında kalmış, adeta onlar da şok olmuşlardır. Başlarını okşayıp, boyunlarını sıvazlayarak sakinleştirmeye çalışırlar.

Penceresiz olan araçtan dışarıyı görmelerine olanak yoktur. Ancak, asfalt bir yoldan gittikleri anlaşılmaktadır. İçerdekilerin görünümleri, Doyran Köyü’ndekilerle aynıdır; Daha çok Afganlı olmak üzere Afrikalı, Asyalı…

Aynı düzgün yoldan 15-20 dakika kadar yol alırlar. Sonra araç durur. Dışardan sesler gelmektedir. Arka kapı açılır. Sadece ağızları ve gözleri görünen, yüzleri maskeli, üniformalı bir grup karşılar onları. “Go! Go!” diye bağırarak araçtakilere saldırırlar. Hepsi de iri cüsseli, üniformalı, silahlıdır. Aralarında hiç kadın yoktur. Korku ve dehşete kapılmış olarak araçtan inenleri dövmeye başlarlar.
Demir bir bahçe kapısından girilen, etrafı teller ve duvarlarla çevrili, her iki yanda birer bina bulunan, zemini asfalt bir bahçedir burası. Kapısından başka araçların da girdiği görülür.

Medeniyetin ortasında bir vahşet koridoru

İki binanın arasında, bir koridor yapacak şekilde dizilmiş maskeli, üniformalı, silahlı insanlar vardır. Araçlardan inenler, bu koridordan geçmeye zorlanırlar. Bahçenin loş karanlığında, kendi topraklarını yakıp kavuran bir cehennemden kaçmış; ülkeleri, dilleri, renkleri farklı; çocukların, gençlerin, her yaştan erkeklerin, bebekli kadınların düşe kalka ilerlediği; üzerlerine copların kalkıp indiği, sopaların ve muştuların çürük izler bıraktığı, demir çubukların havalarda savrulduğu; feryat figan seslerin, canhıraş çığlıkların birbirine karıştığı bir vahşet koridorudur bu. Üstelik ulaşamaya çalıştıkları özgürlüğün yolunda, medeniyetin ortasında bir vahşet koridoru…

Anlatırken hala şokta gibidir, “Abi” der Piya, “nasıl bir cehenneme düştük, anlamadım.

Vahşet koridorundan geçenler, sağdaki binanın önünde, bir basamak yüksekliğinde, iki metre kadar genişliğindeki beton zemin üzerine yan yana sıralanırlar. Silahlı adamlardan grup lideri olduğu anlaşılan biri sağa sola talimatlar yağdırmaktadır. İçlerinde tek maskesiz olanı odur. O da, diğerleri gibi üniformalıdır. Bir fark daha var ki sığınmacılarla Türkçe konuşmaktadır. Ağzından çıkan küfürlerin bini bir paradır. Tehditler savurmakta, sığınmacıları aşağılamaktadır. Liderin dışında, diğer hepsi aralarında Yunanca konuşmaktadır.

Önünde sıra halinde dizildikleri binanın içinden, kulakları paralayan feryatlar, çığlıklar yükselmektedir. Piya ile Lila, duvar önüne dizilmiş sıranın en sonundadırlar. Akılları çocuklarındadır. Maskesiz olanı Türkçe olarak, çantalarını yere koymalarını, üzerlerindeki tüm telefonları çıkarmalarını söyler.

Piya ve Lila’nın, içine çocuklarını koydukları üç çantayla birlikte, evraklarıyla özel eşyalarının bulunduğu diğer iki çantayı daha yere bırakırlar. Piya, korkusunu bir an için yener. Lider olana İngilizce olarak;

“Çantada kedilerimiz var, onlar ne olacak?” diye sorar. Yanıt alamaz.

Yüzlerini, soluk bir ışığın aydınlattığı genç-yaşlı, kadın-erkek, büyük-küçük; kimi iki-üç yaşlarında, kimi sekiz-on; içlerinde bebeklerin bile olduğu; farklı coğrafyalardan yola çıkmış, farklı yaşamlardan kopmuş, sadece hayatta kalmaya çalışan, beton duvarın önüne dizilmiş bir dolu insan...

Üniformalılar, hepsinin üzerlerini tek tek ararlar. Bu arama işlemini hem elle yoklayarak, hem de elektronik detektörle yaparlar. Üzerinden bir şey çıkmayanları yeniden araçlara bindirirler.

Piya, cesaretini toplar, bir kez daha İngilizce sorar;

“Efendim, çocuklarımız ne olacak?”

“Saniye saniye öldüreceğiz sizi!”

Piya’nın olduğu araçtakilerden birinin üzerinden, saklamaya çalıştığı bir telefon çıkar. Adamı parçalar gibi dövmeye başlarlar. Yaka paça sürüklenen sığınmacı, içinden çığlıklar yükselmekte olan binanın karanlık kapısında kaybolur. Böylece, geceyi biteviye bölen feryatlara bir yenisi daha eklenmiş olur.

Piya, her fırsatta maskesiz olan lidere, çocuklarını sormaya devam eder.

Diğer gruplardan birinde, cebinden küçük bir çanta çıkan yaşlı bir kadını, yanındaki diğer üç kişiyle birlikte kötü bir şekilde döverek biraz ilerdeki bekçi kulübesine benzeyen kutu gibi bir yere kapatırlar.

Lider olanı Türkçe sövüp saymaya devam etmektedir.

“Hepinizi bizim kampa götüreceğiz! Öyle şeyler yapacağız ki, saniye saniye öldüreceğiz sizi; tekrar tekrar öldüreceğiz; namusunuz dâhil her şeyinizi alacağız!”

Binadaki çığlıklar devam ederken, sıradakilerin sayısı giderek azalmaktadır. Piya, son kez cesaretini toplar. Üzerlerine böylesine nefret kusan adama döner. Parça parça edilmek pahasına, bir kez daha İngilizce sorar.

“Efendim, her şeyimizi alın, hiçbir şey istemiyoruz, bizim çocuklar…”

Adam öfkeyle bakar, bir şey demez. Geride, son olarak ikisi kalır. Bir de, bina duvarının önüne dizili onlarca, yüzlerce çanta. Sıra onlara gelmiştir. Üzerleri aranır, bahçeye doğru itelerler onları. Lila bahçenin ortasında durur. Yere dizlerinin üzerine çöker, ağlamaya başlar. Sözcükler, hıçkırıklar arasında dökülür dudaklarından.

“Three cats. Three cats!” (Üç kedi! Üç kedi!)

“Our childs! Our childs!” (Çocuklarımız! Çocuklarımız!)

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/araftaki-cehennem-saniye-saniye-olum,25794

Araftaki cehennem-1 | Bir mültecinin ağzından

Yusuf Nazım
T24 | 8 Mart 2020


Arkadaşım aradı.


İstanbul’dan İzmir’e dönüyordum, “araçtayım, sonra görüşelim” dedim.

Ertesi gün Seferihisar’dayım. Ege, yavaştan bahara hazırlanıyor. Oysaki başka yerlerde hayat kış, soğuk, zemheri.

Görüştüğümüzde anlattı hikâyeyi.

Tam sana göre” dedi. “Ya bir öykü çıkartırsın bundan, ya da ilginç bir haber.”

İran’dan başlayarak arafta sıkışıp kalan, dram dolu bir hikâyeye ilişkin sohbet ve görüşmeler işte bundan sonra başladı.

Alınıp verilen telefonlar; yapılan konuşmalar, yazışmalar, gönderilen fotoğraflar; karabasan gibi geçen bir gün, korkuyla büyüyen zaman, örselenen canlar, ne olduğunu anlamayan çocuklar; kırılan umutlar, travma içinde ağlama sesleri…

Adı Piya’ymış. Otuz beş yaşında, İranlı bir mülteci. Beş yıldır Türkiye’de. Eşi Lila ile bir yıl önce Türkiye’de evlenmişler. O da İranlı bir sığınmacı.

Cehennemi yaşadık biz” diyor Piya, “cehennemi!

Her ikisinin de tanrıya inançları var ama dinsizler! İran’da dinden çıkmanın cezası idam! Bu yüzden terk etmişler ülkelerini. Dinsiz olduğu anlaşılırsa başlarına neler geleceğini düşünmek bile istemiyor Piya. Bu yüzden pasaportla üç aylığına gelmiş Türkiye’ye. Geliş o geliş. Gerisi, ülkesinden uzakta, mülteci bir yaşam…

Nohut ile Mişa, bir de Nini
 
Çocukları var Piya ile Lila’nın. “Çocuklarımız” diyorlar onlara. “Çocuklarımız  deyince sesi yumuşuyor; ne kadar da içten, nasıl da sıcak, bir o kadar sevecen dökülüyor sözcükler dudaklarından… Çocukların ikisi İranlı, biri Türk, öyle anlatıyor Piya. İkisini İran’dan getirmiş Lila. Adları Nohut ile Mişa. İki ve iki buçuk yaşlarındalar. Üç dersen kabul etmiyor; “iki buçuk yaşında abi, kız ve erkek çocuklarımız”  diyor. Söylediğine göre, onları İran’dan getirmek için çok masraf yapmış, bir sürü zahmete katlanmış Lila.

Üçüncüsü bir sokak kedisi. Ön ayaklarından biri sakat. Onu, hastalıklı, ölmek üzereyken bulmuşlar. Bir yaşında ya var, ya yok. Alıp eve getirmiş, sarıp sarmalamış, evlatlık edinmişler. Tedavi etmek için az para harcamamışlar. Lakin sakatlık baki, ameliyatla düzelmez demiş doktor. Ön ayağı kısacık, adeta yok gibi. Adını Nini koymuşlar. Böylece, Nohut ile Mişa’nın aralarına kardeş olarak katılmış o da.

Her şey bir kâğıtla başlamış. Kapalı zarfta bir kâğıt. İmza vermek için gittiği Göçmen İdaresi’nden, üç gün sonra çağrıldığı mülakatın sonucu olarak ellerine tutuşturulmuş dosya.   

Müdür, daha kapalı zarfı açmadan, tokat atar gibi söylemiş yüzüne sonucu:

“Olumsuz!”  

Telefonun diğer ucundaki ses titrek. Duraksayarak konuşuyor Piya.

“Her Cuma, Göçmen İdaresi Müdürlüğü’ne gidip imza verme günü.”

Mişa, Nohu ve Nini
Kurallar böyleymiş. Kesintisiz 5,5 yıldır yapıyor bunu. Öyle ki yıllar önce, sıradan bir memur olan Göçmen İdaresi’ndeki görevli, bir süre sonra müdür olarak çıkıyor karşısına. Daha önceki süklüm püklüm halinden eser kalmamış. Kibirle oturduğu koltuğundan, tafrayla veriyor talimatlarını. Tavırları soğuk, aşağılayıcı. Bir ara Türk vatandaşlığına geçirmeyi önermiş Piya ve Lila’ya. Teşekkür etmiş, nezaketle reddetmişler teklifi. Amaçları başka bir Avrupa ülkesine gitmek. Kabul etmeyince 7 gün içinde İran’a geri göndermekle tehdit etmiş onları.

Yaşadıklarının şokunu hala üzerinden atamamış Piya. Tane tane anlatıyor başlarından geçenleri. Sesinde, kanadı kırılmış bir güvercin ürkekliği.

Elindeki belgede, mülteci başvurusunun olumsuz sonuçlandığı, ülkeyi otuz gün içinde terk etmeleri istenmekte.

Ne tesadüf ki tarih 28 Şubat 2020. Yani, İdlib’de 33 askerin ölümünün ardından Ankara’da yapılan acil güvenlik toplantısının bir gün sonrası. Ve ardından yapılan o malum açıklama:

İsteyen sığınmacıların sınırlarımızdan çıkabilecek”

Müdür her zamanki gibi kaba ve hoyrat. “Dava açarsanız kazanma şansınız %1” diyor. “Üstelik kaybedince, 6 bin lira avukat parası ödemek zorunda kalırsınız!” Sonra ekliyor:

“Sınırlar açık, isterseniz gidebilirsiniz!”

Piya neye uğradığını şaşırmış, düşünüyor; önünde otuz günlük bir süre, yıllardır beklediği özgürlüğe açılmış sınırlar…

Giderse, yıllardır beklediği özgürlük; kalırsa ülkesine iade edilecek, dönerse onu bekleyen idam…

Sokak kedisi Nini
Araftan çıkış

Kendini, bir an arafta, sıkışmış hisseder Piya. Ne yapacağını bilemez haldedir. Lila’yla konuşup aynı gün karar verirler: Araftan çıkacaklardır!

Hızla harekete geçerler. Ev sahibi, yakın dostlar, arkadaşlar aranır; yetiştiğince bir vedalaşma faslı. Birkaç bavul eşyayı arkadaşlarına, evi ise içindeki eşyalara dokunmadan öylece geride bırakırlar.

Hiç bir şey umurlarında değildir. Sadece, en değerli şeylerini, “çocuklarını” alacaklardır yanlarına. Onları taşımak için üç tane taşıma çantası tedarik ederler. Hepsi o kadar…

Piya terminale koşar. Dört bilet satın alır. İkisi Esenler Otogarı’na, diğer ikisi ise Esenler’ den Edirne’ye...

Gece Samsun’dan hareket eder otobüs. Çocukları Mişa, yolda solunum problemi yaşar. Kucaklarında, içinde kediler olan üç çanta. Lila, hasta çocuğu için yol boyunca ağlar. Bir yandan da, sürekli çantaya nefesini üfler, Mişa’yı rahatlatmaya çalışır.

Sabah 07.00 sularında Esenler Otogarı’na varırlar. Edirne’de Mişa için eczane ararlar, açık eczane bulamazlar. Otogarda birileri, devletin Edirne’ye bedava otobüs koyduğunu, neden bilet aldıklarını sorar onlara. Otobüsleri Edirne’ye 09.00’da hareket eder. Mişa birden toparlar, kendine gelir, sakinleşir. Solunum problemi kendiliğinden geçer. Birlikte rahat bir nefes alırlar.

Edirne’den 200 TL’ye anlaştıkları bir taksi ile 15-20 km mesafede, Meriç Nehri’nin kıyısındaki Doyran Köyü’ne varırlar.

Oradaki bir polis aracından yardım isterler. Ellerindeki pasaport ve çıkış belgesiyle nasıl gidebileceklerini sorarlar. Memur, yan yola girmelerini, orada askerlerin yardımcı olacağını, karşıya geçebileceklerini söyler.

Yarın: Saniye saniye ölüm


https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/araftaki-cehennem-bir-multecinin-agzindan,25785