3 Şubat 2016 Çarşamba

Bir savaş makinesinin dişlilerinde

Yusuf Nazım
T24 | 3 Şubat  2016

Cizre.

Kanayan yarası şimdi bu ülkenin.

Her yanı Cizre gibi kanıyor şimdilerde ülkemizin.

Her gün ölüm haberleriyle yatıp kalkıyoruz.

Manşetler “şu kadar asker, bu kadar polis şehit oldu” haberleriyle dolup taşıyor, kin ve nefret sloganları birbiriyle yarışıyor, her ölüm biraz daha sıradanlaşıyor.

Duydukça biraz daha kanıyor vicdanımız, biraz daha ölüyoruz.

Ölümden bile sayılmıyor bazıları, listelerde niceliği büyüyen bir sayıdan ibaret olarak kalıyorlar.

Giderek telaffuzu korkulan bir kelimeye dönüşüyor barış.

Nefret söylemi alışıldık bir şey artık, hemen her şeye bulaşıyor; kendini daha kutsal görenin üzerinden büyüyor, ötekinin üzerine görülmemiş bir şiddet olarak akıyor.

Televizyon ekranlarında Akira Kurosawa’nın filmlerini aratır sahnelerde gözümüz.

Sokaklar, bir kenti ezerek geçen bir devin ayak izleri gibi harap.

Toza, toprağa, dumana karışmış şekilde kentlerin sokaklarında ilerleyen bir savaş makinesinin görüntüleri aksediyor ekranlara.

Kanıksıyoruz…

O savaş makinesi ki, yeri göğü inletircesine gürlüyor, yıkıyor, çığlıklar atıyor; ölüyor ve öldürüyor…

Söz dinlemiyor, emir almıyor, yola gelmiyor…

Üzülmeye, yas tutmaya, yazmaya yetişemiyoruz.

Kampanyalar açmaya, paneller ve imza etkinlikleri düzenlemeye, gösterilere katılmaya…

Barışa değen dilimiz kanıyor.

Aklımıza, düşüncemize, karar verme yeteneğimize prangalar vurmak istiyorlar.

Söz söyleyene, kelime kurana, itirazı olana karşı görülmemiş bir cadı avı başlatılıyor…

Öç almanın, bastırmanın, galip gelmenin hırsı akıllara egemen oluyor.

Karşılığının daha çok ölümden, daha çok kandan, daha çok vahşetten geçtiğini anlamıyorlar bile.

Bastırdıkça yeni bir direncin büyümekte olduğunu, yok ettikçe yeniden çoğalmaya başladığını, kökünü kazıdıkça yeni tohumların üremekte olduğunu fark etmiyorlar bile.

Oysa biz, bastırmaya çalıştıkça batıyor, yok ettikçe azalıyor, öldürdükçe tükeniyoruz…

***

Bayağılığın, kötülüğün, sınırsızlığın had safhaya ulaştığı günlerden geçiyoruz.

Feryatlar yükseliyor kentlerden, duymuyoruz…

Ağır ağır kanıyor bir yanımız hissetmiyoruz…

Gerçeğin ters yüz edilmiş haline tapınıyor, kendisiyle yüzleştiğimizde ise aldırmıyoruz.

Yalan, egemen olanın dilinde zehre dönüşüyor.

Güce, şiddete, iktidara kölece bağlı kalabalıkların histerik ölüm ve zafer çığlıkları arasında vicdanlı sesler işitilmez oluyor…

Sırayla ve naklen ölüyorlar!

Gerçekse, bir telefon makinesinin diğer ucunda, naklen bir yayında ete kemiğe bürünüyor.

Sesler geliyor, Cizre’de bir evin bodrumundan.

İmdat çığlıkları yayılıyor her yana.

Bir apartman yıkıntısın en altında mahsur kalmış yirmi sekiz insan…

Evin bir kısmı çökmüş, bir kısmı ha çöktü ha çökecek.

İçerde siviller, gençler, çocuklar…

Belki suçlular, belki değiller.

Belki yaşanan bu kaosun bu tarafında, ya da öbür tarafındalar.

Ne fark eder ki?

İnsanlar, ve yaralılar.

Ambulans bekliyorlar!

Kaymakamdan, validen, milletvekilinden; içişleri bakanından, başbakandan!

Yani en yüce makamdan!

Ambulans istiyorlar, sadece ambulans!

Anayasa Mahkemesi’nden, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden…

Yaşama hakkını istiyorlar, tedavi olma hakkını; yani en ağır savaşlarda bile insana çok görülmeyen bir hakkı!

On gündür yaralılar, açlar, bitkinler…

Ve her gün ölüyorlar!

Sırayla ve naklen ölüyorlar!

Bir kişi, iki kişi; işte bir çocuk daha, yarın bir genç, öbür gün bir çocuk daha…

Tam yedi insan!

Sırayla ölüyorlar!

Yirmi bir can kalıyor geride…

Oysa bütün sesler çürüyor, enkaz altında ülke

Telefonun bir ucunda, “ambulans gelecek” diyor vekil,

Ama bilginiz olsun, şu an hiçbir ses yok” diyor öbür taraftaki.

Çünkü biliyor, ambulans gelince siren sesiyle gelir ve ekliyor;

Buradalar heval!” diyor, “kapının önünde, koridordalar

Onaylamak istiyor vekil:

Çıkacağınız kapının önündeler mi yani?

Evet evet, içerde” diyor telefondaki ses, kolluk kuvvetlerini kast ediyor, “belki bizim sesimizi bile duyuyorlar.

Yani, İçişleri Bakanlığı’nın gönderdiğini söylediği ambulanstan önce kolluk kuvvetleri yetişmiş gözüküyor apartmanın girişine.

Yarısı çökmüş bodrum katından telefonla konuşan kişi, İçişleri Bakanı’nı soruyor, “orada, yanınızda mı?” diyor.

Tam o esnada…

İşte tam o esnada oluyor:

Bir patlama sesi!

Feryatlar yükseliyor birden!

Canhıraş çığlıklar!

Tüyleri diken diken eden sesler, bağrışmalar, inlemeler…

Sonra seri silah sesleri...

Kesintisiz sürüyor…

Sonra bir sessizlik…

Bir süre sona aynı kişi yeniden konuşmaya çalışıyor.

Ne dediği anlaşılmıyor, vekil bir şeyler söylüyor, o bir şeyler:

 “Ama benim kulaklarım kötü!” diyor telefondaki ses, “kulaklarım!

Belki kulak zarı patlamış, belki şok yaşıyor.

Peki” diyor vekil, çaresiz, “siz oradan çıkamayacak gibiyseniz başka bir yol bulalım?

Beride, vekiller mecliste. Siyaseten yürüyor bazı şeyler, nezaketen yapılıyor konuşmalar.

Ötede, yıkılmış bir binanın bodrumunda, hayat memat meselesi, can pazarı yaşanıyor.

Artık telefonun öbür ucu ağlamaklı:

Biz enkaz altındayız, başka nasıl anlatayım ben yav!

Vekil şaşkın, tüyler ürperiyor, çaresiz, “Telefonu açık tutun” diyebiliyor.

Oysa bütün sesler çürüyor, enkaz altında ülke; kalpler parça parça, ağır bir sessizlik çöküyor.

Belki de ölü el geçirilecek hayatlar

Cizre, aynı Cizre.

Barut kokuyor sokakları, kan, revan.

Orada, Bostancı Sokak’ta, 23 numarada.

Beş katlı bina artık bütünüyle çökmüş, bir enkaz yığınını andırıyor.

Altında canlı canlı gömülü yirmi bir insan!

Vıcık vıcık kan, parça parça kemik; kokmuş, çürümüş, dağılmış et parçalarının toplamından ibaret yirmi bir canlı insan…

Ya da artık cansız!

Acı çeken, inleyen, bağıran, yardım isteyen et ve kemik parçaları bunlar…

Ama artık duymuyoruz.

Yanlarında bir telefon.

Sesi çıkmıyor, çalmıyor, alo demiyor…

Cizre’den, o bodrum katından artık haber yok!

Şu satırların yazıldığı saatlerde, enkaz altındaki acı dolu feryatları dünyaya duyuran o telefon çalmayalı dört günden fazla oldu.

Yarısı yıkılmış o bodrum katından kimse aramıyor vekilleri.

Sesleri duymuyoruz.

Can çekişen insanları, feryatları da…

Ne kırılan kemik sesleri, ne duvarları yıkan patlamalar, ne de etleri parçalayan türlü türlü mermiler.

Hiçbiri, ama hiçbiri duyulmuyor artık.

Her şey ölüm kadar kimsesiz…

Her şey bizim kadar sessiz…

***

Bu, muhtemelen hep böyle sürmeyecek tabii.

Birkaç gün sonra, belki bir çatışma çıkacak Bostancı Sokakta.

Bir ev hedef alınacak, belki de ölü el geçirilecek hayatlar.

Kim bilir, boy boy resimleri süsleyecek gazetelerin manşetlerini.

“Cizre'de, yaralılara ulaşma çabalarına terör engeli” diye başlık atan gazetelerde, bodrum katında ölü ele geçirilmiş teröristlerin fotoğrafları sergilenecek bu sefer.

Yanlarında dizi dizi silahlar ve belki de yarım kalmış bir tünel haberi...

Kalpleri, vicdanları, ruhları teslim almış bir savaş makinesi

Canımız sıkılacak.

Sonra, dönüp televizyona göz atacağız.

Suriye’ye demokrasi götürme heveslisi medeni batı ülkelerinden haberler akacak ekranda.

Avrupa Komisyonu'nda, Hollanda'nın "Sığınmacıları gemilere bindirerek Türkiye'ye geri gönderelim" teklifi görüşülüyor olacak.

Ardından Danimarka Parlamentosunun, mültecilerin para ve değerli eşyalarına el koyma kararı aldığını duyacağız.

Otuz yedi Suriyeli ölü göçmenin Ege sahillerine vurduğu günün akşamı, Almanya'da ırkçı bir partiden, "Polis sığınmacıları vursun" önerisini dinleyeceğiz.

Derken, bir haber daha düşecek ajanslara, televizyonların alt yazılarından okuyacağız mütemadiyen; “Sur’da 5 asker daha şehit, birçok da yaralı var

Beş kentte birden yükselecek yürekleri dağlayan feryatlar, beş kente beş ocak daha sönecek apansız.

Canımız yine sıkılacak.

Başka bir kanala geçerken biz, demirden, çelikten, ateşten ibaret bir savaş makinesi, ülkenin harabeye dönmüş sokaklarında önüne kattığı her şeyi yakıp yıkarak ilerlemeye devam edecek.

Kalpleri, vicdanları, ruhları teslim almış bu savaş makinesinin ağır, uğultulu sesleri arasında insanlık ağır ağır can çekişiyor olacak.

Barış sesleri daha da kısılacak, akıllar çürüyecek, kalpler donacak.

Sevgiye, hoşgörüye, anlayışa adanmış kelimeler esir alınacak; iktidarın, hırsın, kötülüğün kıskacında, sınırsız nefretle yıkanmış bir savaş makinesinin kirli çarkları arasında amansızca öğütülmeye devam edecek.

Renkler iyiden iyiye solacak, sesini kaybedecek şehirler; kimlikler paramparça olacak…

Ülke bir savaş makinesinin dişlilerinde.


Semtler, kasabalar, coğrafyalar bölünecek, ayaklarımızın altındaki bu cennet toprak parçası, belki de geri dönülmesi zor bir biçimde yarılmaya devam edecek…

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/bir-savas-makinesinin-dislilerinde,13803

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

yusuf.nazim1@gmail.com