25 Haziran 2019 Salı

En az Karadeniz kadar asi

Yusuf Nazım
T24 | 25 Haziran 2019


“Ben bir müzisyenim, ondan sonra biraz Karadenizliyim ama hepsinden öte bir devrimciyim.”






Sene 2005, aylardan Haziran.

Ayın 25. günüdür.

Biliriz ki “Haziran’da ölmek zordur.”

Bir gün sonra Beyoğlu'nda, İstiklal Caddesi'nde hava buruktur. 

Caddeden aşağıya doğru inenler, kulaklarına çalınan içli bir müziğin ezgilerini duymaktadırlar.

Olağan bir şeydir bu.

Çünkü bilenler bilir. O yıllarda İstiklal Caddesi'nin kimi dükkânlarında müzikler çalar. Birbirinden farklı müziklerdir bunlar; özgün, rock, protest, klasik, sanat müziği ezgileri cadde boyunca yayılır.

Fakat o gün şaşırtıcı bir şey vardır.

Caddede yürüyenler hep aynı müziği duymaktadırlar.

Bütün dükkânlardan, kafelerden, mağazalardan hep aynı müziğin ezgileri yayılmaktadır. Bütün iş yerleri sanki sözleşmiş gibi hep aynı müziği çalmaktadır.

*  *  *


Yamaçtaki çay bahçesinin içinde kaybolmuş gibiydi. Yokuşu koşarak tırmandı. Merdivenleri bir çırpıda tüketti. İkinci kata vardığında soluk soluğa kalmıştı. Ayakkabılarını çıkararak sessizce içeri süzüldü. Küçük, çelimsiz vücuduyla, evin salonunda, yere oturmuş kalabalığı arasına sığmakta zorlanmadı.
Kemençeci Yaşar

Yere diz çöktü, elini çenesine koydu. Gözlerini, salonun öbür başındaki sandalyeye oturmuş adama dikti. Çok geçmeden, adamın kemençesinden odaya yayılan ezgilerin büyülü sarhoşluğuna bırakmıştı bile kendini.

Kemençeci Yaşar’dı o. Arhavi’den gelmişti. Köylüleri kıramamış, yatıya kaldığı evde dillere destan hünerini, kemençesinden çıkan Lazca ezgiler eşliğinde odadakilere armağan ediyordu.

Çocuk aklıyla ruhunun kesiştiği, en sevdiği anlardan biriydi bu. Hiç kaçırmazdı. Kemençeci Yaşar’ın köylerine geldiğini duymuş, koşarak gelmişti.

*  *  *

Çocuk büyüdü.

Uzun süre kemençesi olmadı ama amcasının Almanya’dan getirdiği gitarı ile babasının aldığı mandolini vardı. Onları elinden hiç düşürmedi.

Babasının gönderdiği mandolin kursunda, arkadaşları “mini mini kuşları çalarken o, eve dönüp başka şeyler” çalıyordu.

Lakin yaşadığı topraklarda sevmek, tehlikeli bir serüvendi, bunu ise bilmiyordu. Henüz 9 yaşındayken 12 Eylül 1980 darbesinin gadrine uğrayan babasının kelepçeyle götürülüşüne çocuk gözleriyle tanık oldu.


Ne, “büyük şehir” dediği Hopa, ne de onun Pançol Köyü, düşlerini sığdıracak gibi değildi.
Fotoğraf, Alev Aktürk
Çok geçmeden ona, yola koyulmak düşecektir.

Babadan kalma adalet, eşitlik ve isyanla karışık sevme tutkusu, 1989 yılında, 17 yaşında İstanbul’a gittiğinde daha esaslı bir tutkuya dönüşür. Ve İstanbul’u sever. Her türlü kötülüğüne, kirlenmişliğine ve sertliğine rağmen sever. 1992’de Tarlabaşı’na yerleşir.

Bu şehirde “dünyadaki en önemli değer” diye gördüğü emeği keşfeder. Bundan sonra, hayatı boyunca yoksulların, emekçilerin, ötekilerin dünyasında kalmayı tercih edecektir.

Ruhundaki asilik onu, birinci sınıftan sonra üniversiteyi bırakarak müziğin kollarına savurur. Özgün, protest, rock müzikle uğraşır. Seslerin, notaların ve ezgilerin deryasında, Lazca olan kendi dilinde akmaya başlar. Müziğin büyüleyici melodileri onu, giderek kendi köklerine doğru çekmekte gecikmeyecektir. Zamanla Karadeniz’in farklı renklerini keşfeder. Ezgilerine, Lazca’nın yanı sıra Gürcüce, Hemşince, Megrelce şarkılar katılır. Bunlara ise kemençe, tulum, kaval gibi otantik çalgılarla, gitar, davul gibi enstrümanlar eşlik edecektir.

“Bir çocuğun ormanında yürümek” gibidir artık hayatı. Birçok müzik grubunda yer alır, bazılarını bizzat kurar. Birlikte ya da tek başına birçok albüm çıkartırlar. Asla popüler olma derdi yoktur. Tiyatro ve dizi müzikleri yapar. Emeğini ve ezgilerini daima dışlanmışların dünyasına adamaya gayret eder. 

Ülkesinin damarlarından deli dolu, asi, hırçın bir nehir gibi akar. Yurt içinde ve yurt dışında salonları, meydanları doldurur; binlere, on binlere konserler verir…

*  *  *

Adı Kazım Koyuncu’ydu onun.

Hırçın bir deniz gibiydi ruhu. En az Karadeniz kadar asi, bir o kadar dalgalı, isyankâr.
Fotoğraf, Alev Aktürk

Doğru bildiği her şeyi, çok zorlansa dahi hep yapmaya çalıştı. Yurt dışı konserleri sırasında şiddetli öksürüyordu. Arkadaşlarının ısrarı üzerine hastaneye gitti. 2004’ün son aylarıydı, kanser olduğunu öğrendi.

Doktorlar kendisini fazla yormamasını söylüyordu. 

Durur mu? Karadeniz’in asi çocuğu değil miydi o? Bir devrimciydi. Gözünü açtığında, hayat denilen bir kavganın içinde bulmuştu kendini, bir kavganın içinde yürüyordu.

Aldırmadı. Konserler vermeye devam etti.

Haziran’da ölmek zordu, öyle demişti şair. Lakin olursa eğer, hüzünlüydü de.

Nitekim öyle de oldu.

25 Haziran 2005’te 33 yaşında kansere yenik düştü.

Bir gün sonra ölüm haberi duyulduğunda, İstiklal Caddesi hüzün doluydu. Bütün dükkânlardan; kitapçılardan, kafelerden, barlardan, restoranlardan aynı müziğin ezgileri yayılıyordu. Tüm esnaf adeta sözleşmiş gibiydi. İstiklal Caddesi Didou Nana’yı çalıyor, ince, yanık bir ses tüm caddeyi boydan boya kat ediyordu.

Şarkıyı söyleyen Kazım Koyuncu’ydu.

Hırçın dalgaları olan denizlerin, hırçın akan derelerin, hırçın bakan dağların çocuğuydu o.

Kanser denen illetle amansız bir bilek güreşine girişmiş, dünyanın en büyük çevre felaketlerinden biri olan Çernobil’e şarkılarıyla meydan okumuştu.

Bu dünyanın halklarına; dağlarına, derelerine, denizlerine armağan edeceği daha nice şarkıları varken genç yaşta aramızdan ayrıldı.

"Ben bir müzisyenim,” diyordu bir röportajında, “ondan sonra biraz Karadenizliyim…”

“ama” diye ekliyordu…

“hepsinin ötesinde ben bir devrimciyim.”

Evet, bir devrimciydi o.

Yıldızların altında hep “başka” şarkılar söyledi, hırçın bir nehir gibi aktı, bir fırtına gibi esti.

Bir devrimci gibi dolu dolu, seve seve yaşadı hayatı.

Tıpkı Karadeniz kadar asiydi, ayakta öldü.




(*) Video kaydı, Ümit Kıvanç’ın “Şarkılarla Geçtim Aranızdan” isimli halen D&R’larda mevcut olan belgeselinde yer almaktadır. Kayıt, 1999 yılında Zürih’indeki 10 bin kişinin katıldığı bir konsere aittir. Konserde Kazım koyuncu Lazca, Fırat Başkale Kürtçe, Yelda Emek ise Arapça söylemektedir.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/en-az-karadeniz-kadar-asi,22932

19 Haziran 2019 Çarşamba

Hasankeyf’ten Çernobil’e ölüm yolculuğu

Yusuf Nazım
T24 | 19 Haziran 2019

Aralarında üç dilde konuşuyorlardı.
Üç dilde türküler söylüyor, üç dilde hüzünleniyor, üç dilde selamlar taşıyorlardı.
Hayallerinden yaralı emanetleri olan dört adamdılar. Kaleye çıkan ve yüzlerce basamaktan oluşan taş merdivenleri güçlükle tırmanmış, soluk soluğa kalmışlardı.
Dicle Nehri’nin kıyısında hava sıcaktı.

El Rızk Camii’nin üzerinde kibirle süzülmekte olan kara kartal bu dört kara noktaya sivri gözlerle baktı.

Birazdan zirveye ulaşacaklardı.

Nitekim öyle de oldu. Üstlerinde maviyle boyanmış bir gökyüzü, altlarında Dicle’nin zümrüt yeşili suları karşıladı onları.

Artık zirvedeydiler. 

Binlerce yıldır nice uygarlıklara bereket taşımış Dicle Nehri, önlerinde kıvrıla kıvrıla akıyordu.

Dört adam, elleriyle güneşi kesmiş, sular altında kalacak bir tarihe kederli gözlerle uzun uzun baktılar.
Göğüslerinde, üç dilde yazılmış dövizler vardı.

Betonla boğulan tarih
Hasankeyf’e saygı

Ata 16 yaşındaydı.

Genlerine musallat olmuş bir hastalık nedeniyle en fazla yirmi yaşına kadar yaşayacağını biliyordu.

Ona, çekeceğimiz belgeselde, dünyada ilk kez bir DMD (*) hastası olarak Hasankeyf’e saygı tırmanışı yapmayı önerdiğimde heyecanlanmıştı.

Nasıl heyecanlanmasın?

O güne dek evinden dışarı çıkmamış Ata, Batman'a gidecek, Hasankeyf’in zirvesine bir tırmanış yapacaktı. Bunun için koca bir ekip seferber olmuştu. Diyarbakır’dan özel yapılmış tekerlekli bir sandalye bile getirilmişti.

Sadece o kadar mı?

Değil tabii! Ata, zirvede uçuracağı uçurtmayla dünya çocuklarına selam gönderecek, üzerinde taşıyacağı üç dilde yazılmış dövizlerle “Hasankeyf’e saygı” duruşunda bulunacaktı.

Dünyanın bütün ajansları bu haberi geçecekti:

“Dünyada ilk kez, bir DMD hastası…”

“Hasankeyf’e saygı…”

“12 bin yıllık tarih…”

“Sular altında kalacak Hasankeyf…”

Kim bilir, dünyada ses getirecek bu eylemle, Hasankeyf sulara gömülmekten, belki de kurtulacaktı…

Olmadı!

Hasankeyf'e saygı
Ata Hasankeyf’e tırmanamadı!

Film çekimleri için gittiğimiz Hasankeyf’te; türbelerde dilek tutup, Dicle Nehri’ne kâğıttan gemicikler bırakırken, kızgın öğlen sıcağının altında yaptığımız çekimler Ata’yı bitkin düşürdü. Onu, nehrin kıyısındaki çardaklarda dinlendirmeye karar vererek, bayrağı biz devraldık.

Bir süre sonra Hasankeyf’in zirvesindeydik.

Göğsümüzde Ata’nın zayıflamış kalbi, ruhumuzda onun heyecanı, ellerimizde ise üç dilde hazırlanmış dövizlerimiz vardı.

“Hasankeyf’e saygı!”

“Ji Heskif’e re rez!”

“Homage to Hasankeyf!”

Türkülerimizi üç dilde söyledik; üç dilde ağıtlar yaktık, üç dilde sorular sorduk, üç dilde sustuk o gün...

*  *  *

Biliyorduk, üzerinde, hasta çocukların izini sürdüğümüz o topraklar ki yanıktı, yaralıydı.

O coğrafya ki, bir zamanlar onlarca dilden söylenirken türküleri, kelimeler tek bir dilde öldürülüyordu artık.

İnsanoğlu ne kadar da doyumsuzdu.

Daha çok buhar istiyordu; daha çok makine, demir ve çelik; daha çok giysi, daha çok telefon, televizyon…

Batman’da, bir nehrin üstünde bir baraj kuruluyor, çağdan çağa koca bir tarih, insan eliyle alenen öldürülüyordu.

Daha çok elektrik istiyordu insan; daha çok enerji, daha çok araba, daha çok uçak, gemi, denizaltı, reaktör…

Hasankeyf sulara gömülmeden önce
12 bin yıllık yaşamı, bir anda, gözünü kırpmadan sulara gömüyordu insan.
Derken, Dicle Nehri’nin kıyısında, Hasankeyf’te bir ölüm yolculuğuna dönüşüyordu yaşam. Açgözlü, sabırsız, aceleci…

İşte o andan itibaren ölüm her şeye bulaşıyordu; dağlara, ağaçlara, kuşlara; börtüye ve böceğe; insanlara…

Tıpkı Hiroşima ve Nagazaki’deki gibi; tıpkı Çernobil ve Fukuşima’da olduğu gibi; Vietnam’da, Afganistan’da, Irak’ta; tıpkı Suriye’de ve dünyanın diğer yerlerinde olduğu gibi…

Geri dönüşü olmayan bir ölüm yolculuğuydu bu.

Dünyanın efendilerinin, bizzat kendi elleriyle başlattıkları.

İnsanlığın bilerek sürüklendiği bir ölüm yolculuğu…

Paranın ve gücün efendileri

Medeniyetin gömdüğü bir tarih
İnsanoğlu, her geçen gün daha fazla elektrik istiyor. Bunun için daha çok barajlar kuruyor, daha fazla rüzgâr ve hidroelektrik santralleri üretiyor; yetmiyor atom santralleri inşa ediyor. Bilim dünyası ve çevre örgütleri ise tüm bunların faydaları ve zararları üzerine hummalı tartışmalar yürütüyorlar...
Geçtiğimiz haftalarda, ünlü Amerikan dizi kanalı HBO/Sky'da, Ukrayna'daki Çernobil nükleer reaktör kazasını konu edinen bir dizi yayınlandı.

Üzerine çokça tartışmalar yapıldı filmin, yazılar kaleme alındı. Kimileri, sosyalist sistemi kötülemenin bir aracı olarak gördü filmi; gerçeklikten kopuşa, tarihsel hatalara, bilinçli çarpıtmalara vurgu yaptı. Kimileri ise nükleer enerjinin tehlikelerine dikkat çektiğini söyleyerek kutsadı filmi.

Gerçekten teknik ve oyunculuk olarak güzel kotarılmış bir filmdi.

Ancak, yönetmenin vermek istediği mesaj neydi? Film, nükleer tehlikeye dikkat mi çekmek istemişti? Yoksa tarihin ilk işçi devriminin ülkesine sinsi bir saldırıya mı niyetlenmişti?

Gerçeği filmin yönetmeni Craig Mazin’in ağzından duymak, belki de en kolayıydı.

Ona göre, modern nükleer güç tehlikeli değildi. Halkına yalan söyleyen, kibirli ve her türlü eleştirinin bastırıldığı toplumlarda bu gücün kullanılması tehlikeliydi.”

Elbette ki doğruydu söylediği. Ancak, nedense Craig Mazin bunu, ABD ve müttefiklerinin büyük yalanlarıyla Irak’ta öldürülen 1 milyon insan üzerinden anlatmayı denememişti…

Ya da 2.Dünya Savaşı’nda, Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine yaşatılan tarihsel dram üzerinden. Malum, ABD, bir kazayla değil; bilerek, ama isteyerek, özel olarak planlayarak yüzbinlerce insanı katletmişti! Crag Mazin, ABD’nin bu iki şehre attığı, insanlık tarihinin ilk atom bombaları üzerinden senaryo kurgulamayı tercih etmemişti.

Ya da bir buçuk milyon insanın öldüğü Vietnam Savaşı ve ABD kamuoyuna söylenen diğer yalanlar üzerinden…

Biliyoruz ki her şey, ama her şey onların marifetiydi.

Paranın ve gücün efendileri, doymak bilmez bir iştahla saldırıyorlardı yeryüzüne. Kemiriyorlar, kemiriyorlar, kemiriyorlardı…

Sulara gömülmek istenen Hasankeyf
İnsanlığın bilerek sürüklendiği bu ölüm yolculuğunda hep onların rolü vardı.

İster Hasankeyf’te, Allianoi’de, Zeugma’da yok edilen bir tarihte; ister köklerinden koparılan insanlar, susuz bırakılan vadiler, havasız kalan şehirlerde; isterse kullanılan atom silahları, nükleer reaktörler, bunlardan üretilmiş türev silahlarının topluca ya da yavaş öldürdüğü hayatta; doğada, tüm canlılarda olsun… Hepsinde onların rolü vardı.

Hasankeyf’in son nefesi

Ata’ya gelince.

Hep umut ederek yaşamış, hayatın ona sunduğu talihsiz oyuna aldırmamıştı.

Tırmanmaya niyetlendiği zirveden dünyaya karşı, Hasankeyf için bir saygı gösterisinde bulunmak istemişti.

Ata ve Hamza kardeşler
En büyük isteği, Hasankeyf’in kurtarılmasındaki derya deniz çabalara küçük bir damla olabilmekti.

Ama olamadı! Buna ne gücü, ne zamanı elverdi.

Aradan 5 yıl geçtikten sonra ölüm, önce, aynı hastalık tarafından bedeni tutsak edilmiş kardeşi Hamza’yı aldı aramızdan.

Sonra Ata’ya döndü yüzünü. 22 yaşındaydı. Daha çok elektrik peşinde koşan bu dünya ona, gençliğini yaşatacak nefesi çok gördü.

Geçen hafta ise bir haber düştü ajanslara. Hasankeyf’i sular altında bırakacak Ilısu Barajı’nda su tutulmaya başlanacaktı. Bütün hazırlıklar tamamdı. Ata’dan sonra Hasankeyf’te son nefesini verecekti.

Son anda alınan bir kararla şimdilik ertelendi.

Ne demeli; umut ve umutsuzluk…

Tıpkı bir yarışa benziyordu bu ikisi. Umutsuzluğu yenmedikçe, umudu yakalamak zor oluyordu.


https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/hasankeyf-ten-cernobil-e-olum-yolculugu,22860