22 Nisan 2016 Cuma

Hitler’e doğum günü armağanı-II

Yusuf Nazım
T24 | 22 Nisan 2016
20 Nisan 1943.
Hitler’in elli beşinci doğum günü.
19 Nisan günü, Himmler’in denetimindeki SS birlikleri Varşova Gettosu’na büyük bir saldırı başlatmıştır.
Himmler’in en büyük arzusu, Almanların işgal etmiş olduğu topraklardaki bu ilk ayaklanmayı ezerek doğum gününde Hitler’e Yahudisiz bir Varşova armağan etmektir.

Himmler’in en büyük arzusu, Almanların işgal etmiş olduğu topraklardaki bu ilk ayaklanmayı ezerek doğum gününde Hitler’e Yahudisiz bir Varşova armağan etmektir.

Himmler’in en büyük arzusu, Almanların işgal etmiş olduğu topraklardaki bu ilk ayaklanmayı ezerek doğum gününde Hitler’e Yahudisiz bir Varşova armağan etmektir.

Tarihe, faşizme karşı bir direniş öyküsü olarak kalan Varşova Getto Ayaklanması’nı anlatan birçok kültür sanat ürünü yapılmıştır. Ayaklanma (Uprising, 2001, Jon Avnet) filmi ve ayaklanmanın sağ kurtulan tek lideri Marek Edelman’ın yazdığı Varşova Getto’su Savaşıyor (Z Yayınları, 1994) adlı kitabı bunlardan ikisidir. “Uprising” filmi, ikinci dünya savaşı filmleri içinde adeta bir sinema başyapıtı gibidir.
1940'larda örülmeye başlayan getto duvarları
Eylül 1939’da, bir aylık savaşla Polonya’nın Almanlara teslim oluşunun görüntüleriyle başlar film. Naziler, 450 bin Yahudi’yi zor kullanarak Varşova Gettosu’na toplamaya karar verirler. Bu, Varşova nüfusunun üçte birini, şehrin alanının yüzde 2,4 üne hapsetmek anlamına gelmektedir. İnsanlar evlerini, barklarını ellerinde torbalarla, bavullarla, el arabalarına doldurdukları birkaç parça eşyalarıyla terk etmek zorunda kalırlar. Üç-dört metre yükseklik ve on beş kilometre uzunluğundaki duvarların arasında, geldikleri bu gettoda onları onur kırıcı bir yaşam beklemektedir. Ekmek fişlerle verilir, açlık alır başını gider, insanlar ekmek bulabilmek umuduyla çöplükleri karıştırır, tifüs salgını baş gösterir.

Ahlak sahibi bir insan ahlaksız bir dünyada nasıl yaşar?

Mordechai Anielewicz Polonyalı bir Yahudi’dir. Onun “ahlak sahibi bir insan olarak ahlaksız bir dünyada nasıl yaşanacağı” üzerine ciddi soruları vardır. Bu sorular onu bir grup arkadaşıyla birlikte bir yeraltı direniş örgütü kurmaya iter. ZOB (Yahudi İşçi Birliği) adıl verilen ve sosyalist bir programa sahip olan örgüte kısa sürede katılımlar artar. Yitzhak, Marek, Julian, Mira, Tosia, Clara, direnişin diğer önemli figürlerindendir. Örgüt kısa sürede yer altı mutfakları, hastaneleri ve okulları oluşturur. Direniş için bir araya gelen bu insanlar gettodaki Yahudi Komitesi ile işbirlikçi polisleri direnişe katılmaya çağırırlar. Onlarsa, masum halkın Almanların hışmına uğrayacağını düşünür, bunun bir çılgınlık olduğunu ileri sürerler. Bir kaç eğitimsiz Yahudi’yle yapılacak direnişe inanmazlar, direniş fikrinin, tüm Yahudilerin ölümüne sebep olacak romantik bir hayal olduğunu söylerler.

Yahudilerin Varşova gettosundan sürülmeleri.
Varşova, Polonya, 1943.
Zamanla getto Yahudilerle dolar taşar. Trenler gettodakileri, sonu belirsiz yolculuklara taşımaya başlar. Halk çaresizdir. Tam donanımlı, silahlı bir ordu karşısında eli kolu bağlıdır. Korkar, sesini çıkaramaz, karşı koyamaz. Bir süre sonra her şey, herkesin gözü önünde cereyan etmeye başlar.

Tüm Varşovalı Yahudilere kolluk takma zorunluğu getirilir. Hijyenik olmadığı gerekçesiyle SS birliklerince yakılan Sinagoglar, birçok işgal gideri ile örülen getto duvarının tüm masraflarının Yahudi Komitesi’ne ödetilmesi, 450 bin nüfusa ulaşan gettoda her ay açlık ve tifodan dört bin kişinin ölmesi, el arabalarında üst üste çırılçıplak yığılmış insan ölülerinin taşındığı sokaklar; sakalları kesilen din insanları, kadınların dövülerek yerlerde sürüklendiği, çırılçıplak soyularak arandığı sahneler ustalıkla işlenir filmde…

Yahudiler gettodan sevk edilirken
Önce12-60 yaş arasındaki erkekler çalışma kamplarına götürülmek için zorla bindirilirler trenlere. Sonra cinsiyet ve yaş ayrımı yapılmaksızın tüm Yahudiler için çıkar karar. 22 Temmuz 1942’de günlük sevkiyat beş bin kişiye ulaşır. Naziler, kendilerine yardımcı olmaları için bir de işbirlikçi Yahudi Polis Teşkilatını kurmuşlardır. Sokaklarda yapılan açık infazlar, alenen bir soykırıma dönüşür.

Bir yandan da Goebbels’in emriyle getto hayatını belgelemek için bir film ekibi durmadan çekimler yapmaktadır. Amaçları, Yahudi karşıtı bir film için malzeme toplamaktır.  Filmde, sık sık buna da yer verilir. Farkında olmadan tarihe önemli bir malzeme olacaktır bu çekilen filmler…

Tam teçhizatlı SS birlikleri ve yerli polis teşkilatı karışında sivil halkın elinden hiç bir şey gelmemektedir.

Yahudisiz bir Varşova

Bir Nazi askerinin eğlenmek amacıyla keman çalmaya zorladığı bir Yahudi müzisyeni sokak ortasında öldürmesiyle sıkılır ilk kurşun. Olaya tanık olan Mordechai ve arkadaşı Nazi grubuna oracıkta suikast yapar. Derken direniş örgütü ZOB, Treblinka Kampı’nın, oraya götürülen herkesin duşlarda ve gaz odalarında topluca zehirlendiği bir ölüm kampı olduğunu öğrenirler.

Böylece yeraltı örgütü, Varşova Getto Ayaklanması’nı başlatacak silahlı direniş kararını alır. Örgütü idare eden bir avuç insan, onurları için ölüme karşı ölümüne direnmeyi göze almıştır. İlk silahlı direniş, Almanların yeni bir kafileyi almak üzere girdikleri gettoda 18 Ocak 1943 günü başlar. Direnişin başlamasıyla ilk defa gettodan toplu sevkiyatlar durur. Almanlar gettodan dışarıya püskürtülür.

19 Nisan’a kadar nakillerin yapılamadığı kampa Himmler 19 Nisan’da kapsamlı bir harekât düzenlemeye karar verir. Amacı, büyük bir askeri güçle kuşattığı kampı, 20 Nisan’da ele geçirmek ve Hitler’e Yahudisiz bir Varşova’yı doğum günü armağanı olarak vermektir.

Onur için savaşmak ve ölmek

Filmin final bölümünün adı budur: Onur için savaşmak ve ölmek

Direnişin Varşova Gettosu’nda gizli bir yer altı sığınağı vardır. Atış talimleri, eğitimler, baskı faaliyetleri, tümü buradan yürütülür. Nazilerin gettoya girişini önlemek için yollara patlayıcılar yerleştirilir, direnişçiler çatılarda konumlanır, sokaklara barikatlar kurulur.

Gettoda ayaklanma sırasında sığınaktan çıkarılanlar
Himmler 20 Nisan’da Füfrer’ine beklediği doğum günü armağanını veremez. Direnişçiler ilk saldırıları başarıyla püskürtüler. Moralleri yüksektir. Almanlar 18 gün boyunca örgütün yer altı karargâhına ulaşmayı başaramazlar. Ancak, getto tümüyle kuşatılmıştır. Direnişçilerin sınırlı miktarda silah ve cephaneleri vardır. Sonunda cephaneleri yavaş yavaş tükenir. Bir süre sonra siviller sığınaklardan çıkarak teslim olmaya başlarlar.

Buna rağmen direnişçiler yine de baş eğmezler. Getto’nun harabelerinde inanılmaz bir direniş sergilerler. Direniş sokak sokak, ev ev, oda oda devam eder, yer yer şehrin kanalizasyonlarında, lağımlarında sürer gider… 

Karşılarında dünyanın en güçlü ordusu vardır. Naziler gettonun sokaklarına tanklarla girer, binaları havaya uçurur, alev bombalarıyla evleri yakarlar. Sığınaklara su basar, kanalizasyonlara zehirli gaz püskürtürler…

Film bir belgesel gibi akar gider. Balkonlarda kucağında bebeğiyle vurulan kadınlar, alevler içinde cayır cayır yanan insanlar, son nefeslerine kadar onurlarıyla ayakta kalanlar…

En cesur hayalleri bile aşan bir direniş

Sonunda direniş yenilir…

Hitler’e beklediği doğum günü armağanını Himmler, ancak 16 Mayıs 1943’te verecektir. Gettodaki 56 bin Yahudi, sosyalist, direnişçi öldürülür. Yerle bir edilmiş mahalledeki direnişten geriye sadece bir enkaz yığını kalmıştır. 

Bastırma operasyonunu yöneten Waffen-
SS Tümgeneral Jürgen Stroop (ortada)
Buna karşılık her gün beş bin kişinin ölüm yolculuğuna çıktığı koşullarda, direniş nedeniyle sevkiyatın durması sonucu on binlerce kişi fırınlarda ve gaz odalarında onları bekleyen ölümden kurtulmuştur. Bu ise, bir avuç Varşovalı gözü pek direnişçinin insanlık tarihine bırakmış olduğu onurlu armağandır.

Savaştan sonra yargılanıp gettonun yanında idam edilen Himmler’in komutanı Stroop, "Varşova gettosu artık yok" başlıklı 75 sayfalık raporunda;

Alman askerleri, Varşova gettosu ayaklanması sırasında
bir sığınakta saklanan Yahudileri yakalıyor.
Varşova, Polonya, Nisan–Mayıs 1943
Çok güçlü direnişle karşılaştık. Direnişçileri sağ olarak ele geçirmek mümkün olmadı. Yahudiler, bodrumdan bodruma geçerek direndiler.

diye yazacaktır.

Direnişi lideri Mordechai ise notlarında, “Yaşadıklarımızı kelimelere dökmek imkânsız. Burada olanlar, en cesur hayallerimizi bile aştı.” diyecektir. 

Tarihin çöplüğünde yerini alan diktatörler

Himmler, Faşist Almanya’nın tüm güvenlik servislerinden ve toplama kamplarından sorumluydu. “Yahudi avlamak" amacıyla kurulan özel birlikleri o yönetiyordu. Alman Polis Şefi ve Vatan Ordusu Komutanı olarak Hitler’in en sadık adamıydı. Sınırsız bir güce sahipti.

SS birlikleri seri bir biçimde Yahudileri öldürmekten kaynaklı psikolojik travmalar yaşamaya başladığında, önlem olarak yeni bir öldürme biçimi geliştirmek onun fikriydi; tüm gaz odalarında Zyklon-B adlı zehirli bir gaz kullanmak suretiyle altı milyon Yahudi öldürülmüştü.

Onun, 55. Yaş gününde 56 bin Yahudi’nin ölüsünü armağan ettiği Hitler ise sadece Sovyet Birliği’nde 20 Milyon olmak üzere toplam tüm dünyada 70 Milyon insanın ölmesine sebep olmuştu.

Ne var ki, bütün diktatörler gibi her ikisi de, tarihin kokuşmuş çöplüğündeki yerini almakta gecikmediler.

Fiziksel ve zihinsel rahatsızlıkları olan hastaların
gaz verilerek ya da ölümcül iğne ile öldürüldüğü
ötenazi merkezi Hartheim kalesi
2 Mayıs 1945’te Reichstag’ta dalgalanan kızıl bayrak sonun başlangıcıydı. Hırstan, ihtirastan gözü dönmüş; silah tekellerinin desteği dışında hileyle, şerle, kurnazlıkla sağladığı %44 ve %90’lık destekle büyülenerek dünyayı felakete sürükleyen eşi görülmemiş bir zalimlik rejiminin sonuydu bu. Irkçılıkla, antisemitizmle, komünizm düşmanlığıyla beyni yıkanmış; ele geçirilmiş medya gücü ve müthiş propaganda aygıtıyla zehirlenmiş halk, bu yenilgiyle adeta duvara toslamış gibi oldu. Alman toplumu, dünyayı cehenneme çeviren böyle bir çılgınlığın sorumlusu olarak uzun yıllar kendine gelemedi.

Hayatlarını halklarının geleceği için onurlu bir şekilde feda etmekten çekinmeyen direnişçilere gelince…

Onlar faşizme karşı mücadelenin ancak direnerek mümkün olabileceğini gösteren kahramanlar olarak anıldılar. Irkçılığa, haksızlığa, zulme karşı savaşan tüm yeryüzü halkların gönlüne taht kurarak tarihin altın sayfalarında yerlerini aldılar.

Lliderlerine körü körüne biat eden bir toplumun yol açtığı serüven, toplumun yarısından aldığı güçle sarhoş olmuş, kibirle başı dönmüş, kendisi gibi düşünmeyeni düşman bellemiş bir iktidar erkinin dünyayı tek tipleştirme serüveninin yol açtığı bir savaştı bu.

Bu savaşta zalim subaylar, sadık generaller, diktatörler kadar, liderlerine körü körüne biat etmek suretiyle onlara bu cesareti veren Alman toplumunun da günahı büyüktü.

Yeryüzünün görmüş, geçirmiş en büyük savaşının; milyonlarca ölünün, katliamların, soykırımın sorumluluğuyla Alman toplumu uzun yıllar büyük acılar yaşadı.

W.Brandtın Anıt önünde özür dilemesi
Toplum bu acılarını, 7 Aralık 1970 tarihinde, Batı Almanya Başbakanı Willy Brandt'ın, Varşova Gettosu direnişçileri önünde diz çöküp tüm Alman toplumu adına özür dilemesiyle bir parça olsun dindirebildi.

Bu, kendi tarihine inanılmaz acılar zerk etmiş bir toplumun geçmişiyle yüzleşmesiydi…

Varşova Gettosu Anıtı
Hitler’in ve ona Varşova Gettosu direnişçilerinin ölülerini armağan eden Himmler’in bugün yaşadığımız yeryüzünde bir mezarı dahi bulunmamakta. Getto’nun onurlu direnişçileri ise Varşova Meydanı’ndaki bir anıtta, dünyanın bütün zalimlerine ve onların kıyımlarına inat, tarihin zulme karşı boyun eğmeyen bütün kahramanlarını selamlamaktalar.

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/hitlere-dogum-gunu-armagani--ii,14387




20 Nisan 2016 Çarşamba

Hitler'e doğum günü armağanı-I

Yusuf Nazım
T24 | 20 Nisan 2016


Tarih 20 Nisan 1943.

Dünyayı kana bulamış bir diktatörün, Hitler’in 55. doğum günüdür.
Hitler’in en sadık adamı, ünlü SS lideri Heinrich Himmler führerine, eşsiz bir doğum günü armağanı hazırlamakla meşguldür.

Hitler’i son derece memnun edecek olan bu armağan Polonyalı 56.000 Yahudi’nin ölüsünden başka bir şey olmayacaktır.

Hitler’in iktidara gelişi

Hitler, saf Aryan ırkının (ari ırk) üstünlüğüne inanır. Yahudileri Germen ırkı için bir tehdit olarak görür. Lideri olduğu Nasyonal Sosyalist parti, 1932 yılındaki seçimlerden birinci parti olarak çıktığında dünyayı felakete sürükleyecek çılgınca düşlerini gerçekleştirmeye ne kadar yaklaştığını kimse fark etmeyecektir.

Nazilerin organize ettiği ünlü Reichstag Yangını’ndan bir gün sonra anayasanın kişi hak ve özgürlükleriyle ilgili maddelerini ortadan kaldıran bir kararname imzalatır. Sonraki günlerde iki ırkçı parti dışında tüm partilerin faaliyetleri durdurulur.

Hitler, 1933 yılındaki seçimlerde %44 oyla iktidara yerleşir.

Führer’in üstün yetenekleri

Adolf Hitler'in insanları etkileyen özellikleri vardı. Bunlar, nasyonal sosyalizm propagandasıyla birleştirilince çok daha büyük bir etki yaratacaktır.

Çoğu parti yöneticisi saplantılı bir şekilde ona bağlıydı. Bunlar, sık sık Hitler'in üstün bir insan olduğunu dile getiriyor, adeta onu kutsal bir varlık olarak görürlerdi.

Hitler güçlü, iradeli bir lider, üstün nitelikleriyle her konuda öngörülü bir devlet insanı izlenimi vermeye çalışırdı. Bunun için vücut dilini de çok iyi kullanmaktan geri kalmazdı. Kitleleri etkilemek için hitabet ve sahne dersleri alır, bu hitabet yeteneğini sergilemek için sık sık sergi açılışlarında, toplantılarda boy gösterirdi.

Kendisini yanılmaz bir insan, hata yapmaz bir yönetici olarak göstermek onun en büyük özelliğiydi.

Parlamenter demokrasinin sona erişi

Hitler, her türlü kötülüğün nedeni olarak demokratik parlamenter sistemi görürdü. En önemli görev olarak, tehlikeli fikirlerle, saf barışçılıkla, sosyalizmle ve demokrasi ile savaşmayı tanımlardı. 

Seçimlerinden sonra bir “yetki kanunu” çıkarır. Bu kanunla meclisin faaliyetlerine ara vererek dört yıl süre ile meclisin tüm yetkilerini kabineye devreder. Bunun için, mecliste üçte iki çoğunluk gerekmektedir. Oylama günü parlamento SA birlikleri tarafından kuşatılır, bazı sosyal demokrat parlamenterler içeri alınmaz. 81 komünist vekil, zaten seçimlerden önce gözaltına alınmıştır.

Böylece Almanya’da parlamenter demokrasi sona ermiş olur.

Başbakanlıktan cumhurbaşkanlığına: Bir diktatörün doğuşu

Hitler, kendisine geniş yetkiler veren bu kararnameyle yasama ve yürütme gücünü bütünüyle ele geçirmiş olur.

O, kurmuş olduğu güçlü propaganda aygıtı, güçlü hitabet ve ikna yeteneği sayesinde Alman ırkının üstünlüğüne halkı inandırır.

Büyük bir savaşa hazırlık amacıyla açılan yeni iş alanları sayesinde işsizlik azalır, ülke boydan boya otobanlarla donatılır. Alman başbakanı olmasının yanı sıra, 1934 yılında yapılan referandumla %89,9 “evet” oyu alarak ölene kadar Cumhurbaşkanı seçilir.

Artık mutlak ve tartışmasız bir iktidar sahibidir.

Faşizmin mizaha tahammülsüzlüğü

Hitler’in hem şansölye, hem de cumhurbaşkanı olarak Alman devletinin tartışılmaz lideri olması ona, iktisadi, sosyal ve kültürel alanlarda hayalindeki Nazi planlarını uygulama fırsatı verir.

Tüm sanatların Germen ırkının kültürel şifrelerini taşımak zorunda olduğu fikri topluma egemen kılınır.

Hitler’in sağ kolu, ünlü propaganda bakanı Goebbels önderliğinde, Reich Kültür Dairesi kurulur. Bu kurum eliyle, tüm gazetelere, radyo programlarına, sinemalara sansür uygulanmaya başlar; tiyatro, eğlence ve kültür programları, sanat ve müzik dünyası bütünüyle denetim altına alınır; Aydınlar, bilim insanları, akademisyenler ve sanatçılar, akademik yayınlar bu kurul aracılığıyla kontrol edilir. Bilim, kültür ve sanat insanları arasında korku ve kaygı dolu bir süreç başlar.

Reich Kültür Dairesi’ne üye olmayan sanatçılar hiçbir kültür sanat ürünüyle ilgili çalışma yapamaz, sergi açamazlar. Buna karşılık Nazizm’e sadık müzisyenler, sanatçılara ise özel bir diğer verilir, bu sanatçılar devlet tarafından maaşa bağlanır.

Germen ırkının kültürel şifrelerine uymadığına inanılan tüm kültür ve sanat eserleri yasak kapsamına alınır. Yahudi bestecilerin eserleri yasaklanır, Thomas Mann, Arnold Zweig, Albert Einstein gibi birçok yazarın kitapları yakılır, bu kitapları satan dükkânlar yağmalanır.

Picasso, Matisse, Van Gogh gibi ressamların eserleri müzelerden kaldırılır
Nazizm’in mizaha tahammülü yoktur. Karikatürler, şaka ve espri içeren yazı ve fıkralar ile bunların yazarları, çizerleri hakkında soruşturmalar açılır.

Yazarlar “istenmeyen  Alman’ olarak ya sınır dışı edilir, ya da vatandaşlıktan çıkarılırlar.

Modern sanat hareketleri zırvalık, ahlaksızlık, baştan çıkarıcılık olarak görülür.
Tüm dernek ve sendikalar Nazi yanlısı organizasyonlar altında bir araya getirilir.

Hitler’in yeni düzeninde kadınlara biçilen rol ise bellidir; çocuk yapmak, kiliseye giderek dua etmek ve ev işlerini yapmak.

Toplu imha kampları: Yahudiler, komünistler, sakatlar, eşcinseller

Hitler mutlak iktidar sahibi olduktan sonra, bütün kötülüklerin başlıca sebebi olarak gördüğü Yahudilere karşı soykırım faaliyetlerine başlar.

Polonya ve Fransa’nın işgaliyle başlayan saldırıları yeni bir dünya savaşına yol açarken egemenlik alanlarında Hollocost adı verilen başta Yahudiler olmak üzere, Nazilerin ideolojik düşmanları; sosyalistlerin, komünistlerin imhasına yönelir…  Çingeneler, kimi Slav ırkına mensup olanlar, akıl hastaları, sakat doğmuş çocuklar, önemli fiziksel/zihinsel engelleri olan yetişkinler de kurbanlar arasındadır. Üremeye katkılarının olmamasından dolayı eşcinseller de bu imhadan nasibini alırlar.

Germen ırkının üstünlüğü ve Alman toplumun zararlı unsurlardan arındırılması amacıyla kurulan toplu imha kampları Almanya’nın egemenlik kurduğu tüm coğrafyaya yayılır; Almanya ve Polonya’da onar, Avusturya’da, Çekoslovakya ve Letonya’da birer tane olmak üzere 23 toplama kampı inşa edilir.

Varşova Gettosu: Cehenneme giden yol

Bunlardan en büyüklerinden biri olan Polonya’daki Treblinka Toplama Kampı’dır. Buraya trenlerle her gün binlerce Yahudi ya da muhalif taşınır.

Naziler işgal ettikleri Polonya’da, Varşova kentindeki tüm Yahudileri kent içindeki bir gettoda toplamaya karar verirler. Asıl amaç Varşova kentinin Yahudilerden ve diğer zararlı unsurlardan arındırılmasıdır.

Getto’dan kalkan ve Treblinka çalışma kamplarına gittiği söylenen trenler her gün beş bin kişiyi taşımaktadır. Naziler burasını çalışma kampı olarak lanse etmişlerdir. Oysa ki burası, gerçekte cehenneme giden yolun başlangıcıdır. Treblinka'dan kaçmayı başarabilen birkaç Yahudi sayesinde, gettodan nakledilenlerin aslında doğrudan gaz odalarına gönderildiği Varşova Gettosu'ndaki yeraltı direniş örgütlerince öğrenilir. 18 Ocak 1943'te yeni bir grup Yahudi'yi almak üzere gettoya giren Almanlar o zamana kadar gizlice örgütlenmiş yeraltı örgütünün beklenmedik silahlı direnişiyle karşılaşır. 

Treblinka’ya olan ölüm sevkiyatı bu ayaklanma sebebiyle durur. Direniş irili ufaklı çatışmalar halinde aylarca sürer. Hitler bu duruma çok öfkelenir ve kendisine ölümüne bağlı SS komutanı Himmler’i gettodaki ayaklanmayı bastırmakla görevlendirir.

Himmler, Varşova’yı Yahudilerden ve diğer zararlı unsurlardan arındırmak için planlar yapar. Varşova Gettosu’ndaki ayaklanmayı bir yıldırım harekâtıyla bastırarak taparcasına sadık olduğu Führer’ine bu büyük zaferi armağan etmek ister. Bunun için de Hitler’in doğum günü olan 20 Nisan’ı seçmiştir.

Derken 20 Nisan 1943 gelip çatar.

Tarih, Hitler’in 55.doğum gününde beklediği armağanı ona verecek midir?

Yoksa o, başka bir armağanı hafızasına kaydetmek üzere beklemekte midir?

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/hitlere-dogum-gunu-armagani--i,14375

3 Nisan 2016 Pazar

Devletin cizre'deki gözü

Yusuf Nazım
T24 | 3 Nisan 2016



El koyularak karargâh haline getirilen, hastaların başka illere gönderildiği, koridorlarında silahlı, maskeli adamların dolaştığı hastaneler…

Tahrip edilen, kurşunlanan ve ölülerin üçer-beşer gömüldüğü mezarlıklar…

Tanklar, toplar ve bomba atarlarla yaşanmaz hale getirilmiş sokaklar…

Elektrik, su, kanalizasyon altyapısının bütünüyle tahrip edildiği mahalleler…

Bütün eşyaları kırılmış, parçalanmış, yakılmış; taşınabilir olanları talan edilmiş; giysilerin, iç çamaşırların ortalığa saçıldığı, evlerin içinin dışkılarlar dolu olduğu; kurşun değmemiş bir duvar, kırılmadık bir cam, parçalanmamış tek kapının dahi kalmadığı evler…

Ve bombalarla tamamen yıkılarak taş yığını haline gelmiş camiler…

Ve TSK tarafından öldürüldüğü söylenen 665 Cizreli…

Ve daha niceleri…

*  *  *

Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın Cizre Raporu açıklandı.

79 günlük sokağa çıkma yasağının ardından, TİHV’in hazırlamış olduğu 52 sayfalık bağımsız inceleme raporunda ayrıntılarıyla anlatılıyor bütün bunlar.

6-8 Mart 2016 tarihleri arasında sokağa çıkma yasağının uygulandığı Yafes, Sur, Cudi ve Nuh Mahalleleri’nde yapılan görüşme ve gözlemleri kapsıyor rapor.

Devlet tarafından Cizre’de yapılan, baştan aşağı hukuk tanımaz bütün uygulamaların da objektif biçimde gözler önüne serildiği rapor, yarınlara kalacak yüzlerce, binlerce belgeden sadece biri. Daha çok yazılacak, belgeler birikecek, videolar yayınlanacak, hakkında filmler yapılacak…

TİHV’in raporu okunduğunda, öncesinden de bilinen şaşırtıcı birçok gerçeklik, tokat gibi yeniden iniyor okuyanın yüzüne.

Yasanın olmadığı, hukukun tanınmadığı, resmi devlet organlarının işlevlerinin çalışmadığı başka bir dünya karşılıyor sizi.

Bir orta çağ vahşeti, görülmemiş bir barbarlık gösterisi, çağ dışı bir zulme işaret ediyor her şey.

Cizre’ye girişte hukuksuz bir şekilde arama yapılması, araçların saatlerce bekletilmesi, arama belgesi sorulduğunda gösterilmemesi…

Devlet kurumlarının inceleme yapacak heyetin randevu talebine kayıtsız kalması…

Sokağa çıkma yasakları boyunca ilçe sakinlerinin ihtiyaçlarını ne şekilde karşılanacağının belirtilmemesi…

“Sanki bizi gökyüzünden vurdular“

Yafes Mahallesi’nde;

“tüm evleri dış görünüş itibariyle tahrip edilmiş”

“Mahallede yaşayanların bildirimlerine göre tam karşı yamaçlarında bulunan tepelere yerleşen TSK’ne ait tanklar, toplar, bomba atarlarla mahallenin sürekli bombalandığı”

Evlerden, “çok güzel ve bakımlı olanların, park caddesi girişinde bulunan binaların top atışlarıyla vurularak ve taranarak yaşanılamayacak kadar hasarlı hale getirildiği”

“sokağa çıkma yasağının 25. gününe kadar yerleşik yaşam sürdürüldüğü…”

“mahallenin hemen karşısındaki tepelerde, Devlet Hastanesinde ve etrafında konuşlandırılan TSK’nın tankları ve bomba atarlar tarafından bombalanması ile keskin nişancılar tarafından hareket eden her şeye ateş açılması ve 25. gün yapılan çok şiddetli bir bombalama…”

Bu bombalamayı halk “sanki bizi gökyüzünden vurdular“ şeklinde tanımlıyor.

Şiddetli bombardıman sonrası halk sokağa çıkarak mahalleyi terk etmek zorunda kalıyor.

25. günü evlerini terk eden mahalleliden sonra, - kimi videolarda da görüldüğü üzere- evlere kapılar kırılarak giriliyor. Bazen balyozlarla, bazen kepçelerle, bazen başka sert cisimlerle…

Evlerin içinde sağlam eşya kalmamış. Ya silahlarla taranarak delik deşik edilmiş, ya sert cisimlerle parçalanmış; odaların duvarlarında ırkçı, nefret içeren, cinsiyetçi yazılar…

Camiye ayakkabısız girenlerin marifeti

Gezi Parkı Direnişi günlerinde, ateş yağmuru altında gözleri çıkartılan, gaza boğulan ve yaralananların toplandığı Bezm-i Alem Camii çok konuşulmuştu. Adeta revir olarak kullanılan camii için “ayakkabılarıyla girdiler” diyerek, yüksek perdeden kışkırtma yapmaya kalkmıştı birileri.

Cizre’de, Sur ve Cudi mahallelerinin kesiştiği yolda Hazreti Ali Camisi varmış. Şimdi ayakkabılı ya da ayakkabısız girilecek bir camii bile yok yerinde. Belli ki camiiye ayakkabısız girenlerin marifeti bu! Tamamen yıkılmış, bir moloz yığını halinde. Yıkılan cami enkazının üzerine ise imamın cüppesi ve takkesi konulmuş…

Semt sakinleri, “mahalleyi boşalttığımızda bu cami sağlamdı. Sonradan yıkılmıştır” diyorlar. Caminin bomba döşenerek yıkıldığını düşündüklerini ifade ediyorlar.

Başka ne gelebilir akla? Tabii ki IŞİD’in bombalarla yıktığı camiler, kiliseler, tarihi mekânlar geliyor insanın aklına.

Ağır bombardımanın sürdüğü 25.gününden itibaren, önce daha az bombalanan diğer mahallelere göç ediyor insanlar. Bir süre buralarda tutunmaya çalışıyorlar. Sonra buralar da bombalanma artınca Şırnak’a göç ediyorlar. Şırnak’ta da sokağa çıkma yasağı ilan edilip bombalamalar başlayınca Antep’e, Mersin’e ya da köylere akrabalarının yanına gidiyorlar.

‘Allah yok, Devlet var!’

Mahallelerde su depoları tahrip edilmiş, trafolar sökülmüş ve götürülmüş. Bir çok binayı asker ve polisler karargâh olarak kullanmışlar. Bu yerler, malzeme atıkları,  dışkı, paramparça edilmiş eşyalar, yıkık kapı ve duvarlarla harap halde terk edilmiş.

Sınır Sokak’ta bir kadın anlatıyor:

“Helikopterler gece uçuş yapıyordu. Birden evlere bombalar düşmeye başladı. Derin yerlere saklanıp battaniyelerle üzerimiz kapattık. Yasağın 22. gününe kadar burada kaldık. Evler tanklarla toplarla bombalanınca buralardan çıkmak zorunda kaldık. Sonra askerler ve polisler evlere girmişler. Onları gelirken gördüm, çok kalabalıktılar. Kafaları örtülü, yüzleri görünmüyordu. Tanklar, akrepler, panzerlerle ve yaya olarak girdiler. Ben operasyonlar bitince yine evime gelmeye çalıştım. Askerlerin evlere girdiğini gördüm. Yüzleri kapalı ve panzerlerle geziyorlardı. Bizlere ‘Allah yok, Devlet var’, ’Siz hepiniz teröristsiniz’ dediler. Bana sokağa çıktığım için 219 TL para cezası yazdılar. Ben bunu nasıl ödeyeyim? Ev yok, eş yok, para yok”

Cudi Mahallesi’nin girişinde yanık et ve ceset kokuları duyuluyor.

Mahallede birinci ve ikinci bodrumların bulunduğu, Sur mahallesine yakın olan bölgesinde binaların tamamen tahrip olduğu, sokakların ve evlerin tanınmaz hale geldiği ve bir moloz yığınını andırdığı anlatılıyor. Mahalle sakinleri yıkıntıların birbirine karıştığını ve evlerinin yerini dahi bulamadıklarını bildiriyorlar. Bir bütün olarak Cudi Mahallesindeki yapıların tamamına yakınının ağır hasarlı olduğu, oturulacak durumda olmadığı gözleniyor.

Bu hasarların çoğunlukla, kentin üst yamacında bulunan tepelerden, özellikle de Ahmet El-Cezeri İlkokulunda konuşlanan güvenlik güçlerinin havan, tank vb ağır silahlarla rastgele açtığı ateş açması sonucu oluştuğu anlatılıyor.

“Evlerinizi boşaltın, boşaltmazsanız yıkacağız… kimyasal silah kullanacağız…”

Tanık beyanlarından, mahalle sakinlerinin evlerini sokağa çıkma yasağının 15. ve 16. günlerinden itibaren terk etmek zorunda kaldığı, en yoğun göçün yasağın 19. ve 20. günlerinde yaşandığı, güvenlik güçlerinin mahalleye yönelik yaptığı rastgele bombardıman ile zırhlı araçlardan “evlerinizi boşaltın, boşaltmazsanız yıkacağız… kimyasal silah kullanacağız…” anonslarından sonra olduğu anlaşılıyor.

Yıkım sonrası kente dönenlerin, evlerinin bir odasını temizleyip pencere ve duvar deliklerin naylonlarla kapatarak buralara sığınmaları büyük dram. Sokağa çıkma yasağının başladığı akşam saatlerinden itibaren insanlar bu evlere doluşarak elektrik, su ve ısınma vb. ihtiyaçlarını gideremeden sabahı bekliyorlar.

Kamuoyunda “vahşet bodrumları” olarak geçen üç binanın bodrum katları ise ayrı bir trajedi. Duvarları yıkılmış, yanmış, içinden ağır kokular gelen, içine girilmesi bile zor olan yerler buralar. Kimisinde iz bulmak bile mümkün değil. Zira bir tanesinde;

“binanın tüm katlarının yere çapraz bir vaziyette birbirinin üzerine yığıldığı ve bu haliyle içinde inceleme yapmanın mümkün olmadığı, ayrıca etrafındaki diğer binaların da tamamıyla yıkık olduğu”

rapor edilmiş…

Hakkında daha çok şeyler yazılacak, çok hikâyeler anlatılacak buraların...

*  *   *


Ölü bir kentin adı Cizre.

Linç edilmiş, etleri lime lime, kan revan içinde kalmış; can çekişen bir bedeni andırıyor o.

Devletin gözü Cizre’nin üzerinde şimdi.

Çelikten bir zırhı delmiş, gözünü dayamış, haddini bildirdiği bu kenti izliyor gibi.

Resim iyi çekilmiş bir kare.

Çok şeyi anlatıyor.

Cizreli, ayakkabı kutularından, kupon arazilerden, para sayma makinelerinden sıtkı sıyrılmış olarak, kendi kendini yönetmeyi denemeye kalkmış.

Devletin yanıtı ise keskin olmuş!

Dersini vermiş bu talebi dile getirenlere.

Ateş olmuş yakmış, kılıç olmuş kesmiş, top olmuş gürlemiş!

Yakmış, yıkmış, öldürmüş, taş taş üstünde bırakmamış.

Rüştünü ispatlamış yani…

Ne var ki, derin bir iz kalmış bu resimden tarihe.

Her karesi acı dolu, silinmesi zor, unutması imkânsız…