26 Ekim 2014 Pazar

Benim annem cumartesi

Cumartesi Anneleri 500. haftada Galatasaray'da
Yusuf Nazım
Evrensel
26 Ekim 2014
Benim annem cumartesi. Hem de uzun yıllardan beri.

Uzun yıllardan beri benim annem Galatasaray Lisesi’nin önünde. Elinde kırmızı bir karanfil, göğsünde bir yara. Çığlıklarını sessizce bırakıyor sokaklara.
Benim annem neden cumartesi? Çünkü benim annemin çocuklarını kaybettiler.
Çünkü onlar çocuklarından haber alamıyor. Benim annemin bir mezarı dahi yok çocuklarının. Benim annem bayramlarda mezarlığa gidemiyor, çocuğunun mezarına el süremiyor. Benim annemin, evinin aralık kapısına bakan gözleri daima yaşlı ama ağlayamıyor.

* * *

Onlar başlangıçta yalnızca bir elin parmakları kadar azdılar. Çaresiz, yüreği yanık ve perişandılar. Kim eşini kaybetmişti, kimi çocuğunu, yakınını. Hepsi de bir vicdan arayışındaydılar. Yıllarca çalmadıkları kapı, başvurmadıkları makam kalmamıştı. Ç
ocuklarını sağ bulmak isteyen anaların arayışı, zaman geçtikçe onların ölü bedenlerini aramaya, çok daha sonra ise kemikleriyle yetinmeye dönüşmüştü.

Çaresizlik, sonunda bu bir grup kadını 27 Mayıs 1995 cumartesi günü İstanbul’da Galatasaray Lisesi önünde buluşturmuştu. Amaçları, yeni kayıpların yaşanmaması, kaybedilenlerin akıbetinin araştırılması ve sorumluların adalet önüne çıkarılarak yargılanmasıydı… Dövizsiz, pankartsız, slogansız, ellerinde sadece kayıplarının fotoğraflarıyla oturarak belki duyulur diye, sessizliklerinin ses olmasıydı.
İşte, benim annem bu yüzden cumartesiydi.

Taşıdıkları resimlerin hikâyeleri kirli bir tarihe akıyordu onların. Sessizlikleri, sevdiklerine ulaşmanın çabasından ibaretti ve katlanıldıkça çoğalan acıları taşıyorlardı analar yüreklerinde.

20 Mart 1995'te evine gelmeyen Hasan Ocak'tan 55 gün haber alınamamıştı. Onun işkence edilerek telle boğulmuş cesedi İstanbul'da Beykoz Ormanları’nda bulunmuştu. Hasan Ocak’ın ıssız bir ormanda bulunmuş cesedinin kimsesizler mezarlığına gömüldüğü ortaya çıkmıştı. İşte, Hasan Ocak’ın işkence edilmiş bedeninin kimsesizler mezarlığında bulunduğunun ortaya çıktığı andan itibaren benim annem hep cumartesiydi...

Ne ilk kaybedilendi Hasan Ocak, ne de son olacaktı.
22 Mayıs 1995’te Rıdvan Karakoç’un da aynı akıbeti yaşadığı anlaşıldı. Daha nice kayıpları vardı bu ülkenin. Nice analar taş basıp beklemişti bağrına. Nice ananın kapısı bir daha kapanmamıştı; giden ve bir daha geri dönmeyen çocuklarının ardından.
İşte bu yüzden, her cumartesi Galatasaray Meydanı’nda artık bir grup kadın vardı. Her birinin bir yakını gözaltında kaybedilmişti. Her birinin yüreği yarısından kesilmişti. Otuz kadar insanın her birinin yarısı eksilmişti.

İşte bu yüzdendir ki her hafta benim annem cumartesiydi.
Onlar, sadece yakınlarının kemiklerinin bulunmasını değil, aynı zamanda sorumluların hesap vermesini istediler; yargı önüne çıkarılmasını, bir daha benzer acıların yaşanmamasını dilediler. Bunun için, her cumartesi, Galatasaray’da sessiz bir çığlık olup kanadılar. Ellerinde kayıp resimleri, yarım saat boyunca hiç konuşmadan oturdular. Kaldırımlarda, soğuk taşların üzerinde evlatlarını ve onların katilleri aradılar. Yanlarından gelip geçen insanların gözlerine bakarak medet umdular. Ne kayıplarını bulabildiler, ne de onların katillerini. Ama yılmadılar..

Cumartesi toplanmaları bir ayını doldurmamıştı ki, korkuya bulanmış zifiri bir karanlık dikildi önlerine. 1996’da Habitat Zirvesi sürerken polis saldırıları başladı. Her seferinde panzerler, Tomalar, akrepler yürüdü üzerlerine. Örgütsüz, dövizsiz, pankartsız ve slogansız bekleyen anneler dövüldüler, yerlerde süründürüldüler, polis köpekleri salındı üzerlerine, her hafta gözaltına alındılar… Onlarsa korkmadılar, direndiler... Beş hafta sürdü saldırılar. Lakin, gücünü yasalardan alıyordu karanlık. 1999’da eylemlerine ara vermek zorunda kaldılar.
Zaman ne açılmış yaralarını kapattı onların, ne acılarını dindirdi. Ne de kaybolmuş evlatlarından haber aldılar. 10 yıl sonra, yarım kalan yolculuklarına 2009'da yeniden koyuldular. 31 Ocak 2009'da, 1915'te kaybedilen Ermeni aydınları da kayıplarının arasına katarak yollarına devam ettiler.
Sonra Diyarbakır’dan, Batman’dan, Urfa’dan ve Cizre'den başkaları onlara ses oldular. Biraz daha büyüdüler, çoğaldılar. Giderek daha çok duyulur oldu çığlıkları, Avrupa’dan, Amerika’dan, Şili’den, Arjantin’den, Meksika'dan. 'Türkiye'de gözaltında kaybolanlar' ın çığlığı bütün dünyayı dolaştı. İstatistiklerde birer rakam olmaktan giderek çıktı kayıplar. Etleri, kemikleri, kokuları ve hatıralarıyla akıllarda yavaş yavaş yeniden canlanmaya başladılar.

* * *

27 Mayıs 1995’de Galatasaray’da ilk defa cumartesiydi benim annem. Aradan beş yüz hafta geçmişti. Şimdi 25 Ekim 2014’te, benim annem yine cumartesiydi.

Kayıplarının peşinde bir türlü kırılamayan dirençti benim annem.
Benim annem her hafta bir çığlıktı Beyoğlu’nda, Galatasaray’da, Meydan’da bir lisenin önünde.
Benim annem dinmeyen bir ağıttı Batman’da, Diyarbakır’da, İstanbul’da.
Benim annem, çocuklarını 12 Eylül cuntasının karanlık zindanlarında kaybetmiş bütün annelerdi.
33 yıl boyunca, mezarsız oğlunun bir gün çıkıp gelecek kemiklerini bekleyen Berfo Ana’ydı benim annem.
Soğuk ve puslu bir İstanbul gecesinde, kimsesizler mezarlığına gizlice gömülmüş Hasan Ocak’ın annesiydi.
Kalçalarında polis köpeklerinin diş izlerini taşıyan zülüfleri kanlı perçem bütün kadınlardı. 
Benim annem yağmurdu, çamurdu, kardı, soğuktu; polis copunun, gazının, kalkanının altında dinmeyen bir ızdıraptı.   
Benim annem sedef göğüslerinde ay yüzlü resimler taşıyan bir isyandı. 
Susmasını öğrenmiş bir çığlıktı benim annem; susa susa kanamış, kanaya kanaya açılmış kapanmayan bir yaraydı.
Benim annem gençliklerinden vurulmuş nice oğullardı, artık hatıralarda kalmış gül yüzlü evlatlardı benim annem. 
Bütün o gül yüzlü evlatların artık hiç duyulmayacak nefesiydi, kaybedilmiş bütün güzel çocukların sesiydi.

2 Ekim 2014 Perşembe

Bir fotoğrafın heceleri

Kobanê - Suruç sınırı, 20 Eylül 2014
Yusuf Nazım
Cumhuriyet
2 Ekim 2014


Bir fotoğraf… Belki bilirsiniz; bu sefer çok uzaklardan değil. Hemen yanı başımızdan... Adı peygamberler şehri Urfa’mızdan, Suruç’tan. Hani o, pasaporta ısınmamış olan yanımızdan; adı eşkıyaya, kaçakçıya çıkmış diyarımızdan...

Anların bellekleridir fotoğraflar. Bir kez basılmışsa deklanşöre, açılmışsa eğer sol memenin altındaki cevahirin gözü, sözünü esirgemezler. Yalnızca bir kareden ibaret kalır gerçek. Bazense, her pikseli ayrı bir fotoğraf olur; ses olur, söz olur, tarihin belleğine çizilir, kalın bir iz olur.

Bu fotoğrafa iyi bakın!

İnsanlığımızı parça parça bölen sizce nedir? Dikenli tel örgüler, beton duvarlar, içi su dolu kuyular mı yoksa? Şurada, onları ayıran şeyi siz yoksa dikenli tel mi sandınız? Bir dikenli tel var ortalıkta, doğru! Bir değil, üstelik çok dikenli tel var; kimi döne dolana yüreğimize sarılmış, kiminin eğri büğrü dikenleri, yırtıcı ve uzun, etlerimize batmış. Havada vicdanları kanırtan bir sessizlik… Toprakta çöl sıcağı, ruhlarda acı, bedenlerde yangın; arbede ve mahşer, canlı bir cehennem!

Seslerin, renklerin, acıların yurdu bir fotoğraf. Orada flu bir kalabalık var, canlı. Toza toprağa bulanmışlar; ceketli, fularlı, türbanlı. Korkulu, telaşlı gözüküyor suretleri, çoğu kadın ve çocuk, bir kısmı da yaşlı… Geride bir minare şerefesi, nasılsa yeşil kalmış birkaç ağaç ve Kobanê kentinin silueti…

Havada asılı duran bu ölüm kokulu sessizlik neyin nesi? Hissettiniz mi yaralı bakışlarını çocukların? Fark ettiniz mi, yer yer eğilmiş telleri, bükülmüş, dolanmış birbirine, eğreti… Sıcak bedenlerini, dikenli tellere vurmuş insanların izleri var orada, kanlı... Dikkatlice bakın; yırtılmış bir gömlek kolu, bir tişört yahut bir entari, bir bez parçası asılı kalmış geçenlerden, hala canlı…

Bu fotoğrafa iyi bakın!

Gölgede kırk derece sıcak, güneşte kaç cehennem ateşi yapar? Aç mıdır? Açlık umurunda mıdır? Onu tutuşturan yangının farkında mıdır? Belki susamıştır, içecek bir tas su bulamamıştır… Tanrıların ona reva gördüğü bu zulmün ayırtında
mıdır?     

Sahnede bir figüran değil bu, orta yerde gördüğünüz! Ne de soyut bir resimden fırlamış obje! Bakın, ayakları çıplak! Üstelik düştü, düşecek; güçlükle duruyor pedalları üzerinde bir tekerlekli sandalyenin. Ellerini yummuş mudur? Yumuşak derisinin yüzü çizgilerle dolu, yaşlı bir kadın mıdır? Terk edilmiş bir hasta, bir sakat, ya da terden sırılsıklam olmuş bir hayat; analı, babalı, kardeşli bir insan mıdır? Dört büklüm olmuş, eğilmiş bir yanına, çocuklu, torunlu bir can mıdır? Geride kalmış bir soranı, arayanı, merak edeni var mıdır?

Biraz ileride, ölüm naraları işitiliyor orta çağ cellâtlarının. Ezan seslerine karışıyor fetvaları. Bir utanç abidesi gibi duruyor önümde, sessiz bir çığlık gibi kanıyor gözlerimde fotoğraf. Medeniyet fışkırıyor ortasından, anlı-şanlı Batı medeniyeti; çağdaşlık, gelişme, insan hakları… İçinde can çekişen insanlığın soluk yüzü… Ah, kalbimin yalnız kalmış kuşları! Ah, dünyanın yalnızları! Ortadoğu’da bir vahşet makinesini fonluyor dünyanın büyük tüccarları. Kobanê diz çökmüyor ama! Kobanê ayakta. Öfke yoğuruyor gençlerin bakışları. Kadınlar, yüreklerini taşıyorlar avuç avuç cepheye…

Rüzgârlar ölçüyorsunuz siz, yağmurlar, fırtınalar, depremler. Barbarlığın şiddetini ölçecek endeksiniz üretilmedi mi daha? Görüyorum, durmadan alçalıp yükseliyor borsalarınızın trendi. Oysaki her gün, kurlara endeksleniyor yedi kıtada açlığımız bizim. Boşuna yorulmayın. Demeçleriniz, kar etmez bu fotoğrafı anlamaya. Sözler, korkuya batmış çocuk yüzlerinin yerine geçmez! Bakın, orada öylece duruyor hala vicdanları kanatan o sessizlik. Senetleriniz aklamaya yeter mi sanıyorsunuz bu fotoğrafı? Söyleyin, hangi kutsal kitabın ayetlerinde yazılıdır bu zulüm? Kaç varil petrole bedeldir tellerde lime lime sallanan insan ve hayvan etleri? Dualarınız dindirebilir mi bu fotoğrafın renklerine gömülmüş acıyı? Hangi insanlığın sinesinde saklıdır, ağızlarınızda bıçakların açmadığı bu sükûn?

Bu fotoğrafa iyi bakın!

Dört yanı puşt zulası bir resim. Üzerine üzerine geliyor medeniyet. Taa Amerika’dan, İngiltere’den, Fransa’dan geliyor akın akın… Özgürlük ve demokrasi taşıyor dünyanın bütün kırlarına; Afganistan’a, Irak’a Suriye’ye, Libya’ya.

Aynı fotoğraf karesinin heceleri bunlar; ölüm ve katliam haberleri taşıyor manşetlerden. Kol kola giriyor kırk devletli koalisyon kuvvetleri, gösteri oyunları yapıyorlar biteviye. Bakın, büyük devlet adamlarının nutuklarını yayınlamakla meşgul televizyon kanalları. Nicedir üç vardiya çalışır olmuş silah fabrikaları. Antenler, dünyanın geri kalanına demokrasi kusmaya devam ediyorlar hala. Hemen yanı başımızda, ölüm ayetleri yayınlanıyor, kılıçları kana batıyor her an barbarların.

Dokunuyorum fotoğrafa, ayaklar altında büyük insanlık, paramparça… Uygarlık akıyor her yanından, kan revan içinde bir uygarlık! Irak’a özgürlük geliyor hemen! Kadın pazarları kuruluyor Rakka’da, Musul’da, başka diyarlarda. Bedenleri haraç mezat satılıyor kadınların. Genç kızlar ve çocuklarsa revaçta!

Eyy, yeryüzüne bunca acıyı reva gören tanrılar! Çağdaşlığınız olmaz olsun sizin! Olmaz olsun atomu parçalarına ayıran biliminiz; uydularınız, uçak gemileriniz, füzeleriniz! Bir avuç dolar uğruna, bu cennet yeryüzünü kanla boyadığınız fetihleriniz. Olmaz olsun o yere göğe sığmayan kibriniz, orta çağdan kalma saltanatınız; sayılardan, yüzdelerden beslenen muktedirliğiniz…  

Renkli piksellerinden ağır ağır, incecikten sızıyor acı. Biliyorum, hükmü yok yazdıklarımın. Dilimde daha çok kanamalı duruyor şimdi heceler. Sözler yetersiz, kelimeler kifayetsiz kalıyor. Orada, toprağı, dikenleri, havayı kanırtan sessizliğin ortasında, o tekerlekli sandalye… Kızıyorum kendime! Ne yazsam, ne söylesem az. Zalimlik cümlelere dar geliyor. Oysaki çok daha fazlasını hak ediyor bu resim…

Bu fotoğrafa iyi bakın.

Öyle çekinmeyin, yaklaşın… Gözlerinizi üzerine dikin, uzun uzun bakın! Belki tanırsınız. Tanrıların yeryüzüne armağan ettiği bu zulümden utanırsınız. Ne bir söz cambazının söyledikleri, ne bir kelime ustasının marifetleri anlatabilir bu resmi… Fotoğrafın içine girin, o tekerlekli sandalyeye oturun!

Gözlerinizi kaçırmayın sakın! Bu fotoğrafa iyi bakın…