24 Ocak 2025 Cuma

Bizi kim öldürdü?

Yusuf Nazım
T24 | 24 Ocak 2025


2016 yılıydı.

Bir kongre için Kanada’nın Toronto şehrindeydik.

Ateşten, ölümden, kandan bir coğrafyanın yolcularıydık.

Gün geçmiyor ki büyük bir kötülük üstümüze üstümüze yürümesin, gün geçmiyor ki kalbimizin tuğrasında yeni bir yara daha açılmasın…

Adını Ergenekon koydukları operasyonlar, fırtına gibi esen gözaltı ve tutuklama furyaları, ev baskınları, derdest edilenler, kumpaslar, hileler, tuzaklar…

Biter mi? Sonrasında darbe girişimleri, toplu işten çıkarmalar, binlerce akademisyene soruşturma, cezaevine atılan bilim insanları, gazeteciler, yazarlar, sanatçılar… Ardı arkası kesilmeyen patlamalar, onlarca, yüzlerce ölü; kayyumlar, siyasetçi avı, Cumartesi Anneleri, taş ocakları, orman kıyımları, biber gazı, plastik mermi, cop, taciz, tecavüz…

Tesellimiz o ki cennet ülkemizin cehenneminden bir hafta uzak kalacağız.

Ottawa’dan dostlar gelmiş ziyarete, söyleşiyoruz.

Küfemizde ülkenin onca kahır yükü, paylaşmak kaçınılmaz oluyor.

Bir ara merak edip arkadaşıma soruyorum:

“Söylesene, sizde en çok neler haber oluyor?”

Arkadaşım gülümsüyor:

“Vallahi bizde at bahçeden kaçtı, kedi ağaca çıktı, ördek suya düştü gibi şeyler haber oluyor…”

İçim acıyarak gülümsüyorum.

*  *  *

Odamda çalışmaya dalmışım.

Başımı kaldırıyorum, bir haber!

Kelimeler hoyratça hücum ediyor üzerime!

Yangın, ateş, feryat ve ölüm sözcükleri dökülüyor ekrandan.

Korkarak taramaya başlıyorum haber ajanslarını…

Bolu’da bir otel yangını: 10 ölü!

Ne olmuş, nerede olmuş, nasıl olmuş, anlamaya çalışırken fark ediyorum; ışık hızında çoktan harekete geçmiş bile bizim beyler!

Hakkımızda hüküm verilmiş, gereği düşünülmüş!

Tez elden sıralanmış kanun hükümleri: Anayasa’nın 28/3 ve 26/2 maddeleri, bilmem kaç sayılı basın kanununun falan filan maddeleri… Kamu düzeni, halk sağlığı, devletin ve milletin güvenliği…

Her türlü haber, röportaj, eleştiri ve benzeri yayınların yapılması yasaklanmış!

Yangından daha hızlı yayılıyor yasak!

Gerçeğin üzerine sis perdesi çöküyor. Her şey ve her yer karanlık… Ölüm ve bilinmezlik kol kola. Saatler geçiyor, ülke ayakta, insanlar bilmek, gerçeği öğrenmek istiyorlar.

Oysa haber metinleri taş kesilmiş, sözler kelepçeli, kelimeler tutsak.

Radyo Televizyon Üst Kurumu boş durur mu hiç?

Görevi gereği anında devreye girmiş:

“Yayın yasağına uymayanlara en ağır yaptırımlar uygulanacak.”

Haaa!

Yani?

Yani otele ruhsatı kim vermiş?

Sormak yasak!

Denetlemesi kimin yetkisinde?

Merak etmek yasak!

En son güvenlik kontrolleri ne zaman yapılmış?

Haddine mi, öğrenmek yasak!

Yangın merdivenleri yeterli mi?

Zinhar, araştırmak yasak!

Otelin içinde yangın söndürme sistemi devreye girmiş mi?

Devletin bekasını kurcalamak, soruşturmak yasak!

Otelin denetlenme yetkisi itfaiyeden ne zaman alınmış?

Milletin güvenliğini riske atmak olur mu, konuşmak yasak!

*  *  *

2012 yılı, Bangladeş.

Tazreen Moda Fabrikası yangınında 112 işçi öldü.

İşte bu yangından başka, dünyada son 50 yılın en büyük yangın faciasına ev sahipliği yapıyor bu ülke.

Acıyı bir kader gibi üstümüze giydirmeye çalışıyorlar.

Gerçeğin karşısında korkak, yasak getirmekte cevvaller!

Ölümü de acı gibi kader bilelim istiyorlar.

Yaşama değil, ölüme alıştırmak istiyorlar bizi.

Ve biz hep ölüyoruz.

Birer birer, onar onar, yüzer yüzer ölüyoruz!

Ölüm her yerde, her an ve her şeyde, sinsi bir pusuda bizi bekliyor.

Bir dağın ıssızlığında, bir tren garının sahipsizliğinde, dümdüz ovada bir demiryolunda; yerin yedi kat derininde, gözden ırak bir madende, bir çocuk parkının masumluğunda ya da bir otelde, sessiz bir uykuda…

İstiyorlar ki merak etmeyelim, istiyorlar ki bilmeyelim, istiyorlar ki öğrenmeyelim!

Oysa sormak doğamızda, vazgeçilmez bir eylemin adı.

Ve bilmek hakkımız.

Bu yüzden avazım çıktığınca, gücüm el verdiğince, nefesim yettiğince bağırıyorum!

2 yaşındaki Bekir'in, 5 yaşındaki Muhammet'in, 7 yaşındaki Mavi'nin ağzından soruyorum:

Söyleyin, bizi kim öldürdü?

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/bizi-kim-oldurdu,48242


22 Ocak 2025 Çarşamba

Gazze’de büyük geri dönüş: “Aslında ev de yoktu!”

Yusuf Nazım
T24 | 22 Ocak 2025

Dile kolay, tam 417 gün!

Sokağa çıkma yasağı kısmen kaldırılmıştı.

Duyar duymaz çadırdan dışarı fırladı.

Bir anda, etrafta heyecanla toplanan çadır kalabalığının arasında buldu kendini.

Aylardır uzak kaldıkları şehirlerine bir an önce yetişme, mahallesinden, evinden, eşyasından bir haber alma telaşıydı bu.

Üzerine atladığı pikap, şehrin girişine kilometrelerce kala kolluk kuvvetlerince durduruldu.

Yüreği yerinden fırlayacakmış gibiydi.

Uzaktan, üzerine kümelenen siyahi bulutların altında hiç olmadığı kadar gri gözüküyordu Gazze.

Asfalt yolu tüketip şehre vardıklarında, yol birden toprağa dönüşmüştü.

Araçtan inmek zorunda kaldılar.

Üzerinde yürüdükleri inişli çıkışlı toprak yığınının, bir zamanlar Gazze’nin ana caddesi olduğuna inanmakta zorluk çektiler.

Kalabalık bir anda dağılmış, herkes kendi mahallesinin yolunu tutmuştu bile.

İlk saptığı yoldan bir süre sonra geri döndü, önü kapalıydı!

Sonra, iş makineleriyle açılmış başka bir toprak yola girdi. Biraz ilerledi, sağa sola hamle yaptı, çevresini tanımaya çalıştı. Kafası karışmıştı. Bastığı toprak altında dalgalandı, başı döner gibi oldu. Yönünü çıkaramadı, tekrar gerisin geri yürümeye başladı.

Şırnak 2016                        Gazze 2025
Birçok denemeden sonra uzakta, taş ve toprak griliğinin ortasındaki camii siluetine takıldı gözü.

Delik deşik olmuş duvarları, parçalanmış kubbeleri, yara bere içindeki haliyle Agit Uğur Camii, bunca griliğin ortasında, depremde ayakta kalmayı başarmış yegâne bir anıt gibi duruyordu! Çifte şerefeli minaresi nasıl olmuşsa sapasağlamdı.

Camiye göre yön bulmak, işini kolaylaştıracaktı. Düşündüğü gibi de yaptı. Kısa sürede istediği yere varmıştı bile.

O güne dek hayatında, görmüş ve göreceği en büyük şaşkınlığın onu beklediğindense habersizdi.

Tanınmaz halde, bir moloz yığınından ibaret mahallesini inanmaz gözlerle süzdü.

“Sokağı bulmalıyım!” diye geçirdi içinden. Sağa sola çaresizce koştu, moloz yığınlarından oluşan irili ufaklı birçok tepeciği, onların arasındaki çukurları aştı.

Nihayet, bir süre sonra evinin bulunduğu sokağın başındaydı. Yalnızca silik bir iz kalmıştı sokağından geriye!

İçinde, ölmeye yüz tutmuş bir umudun cılız beklentisiyle önünde kıvrılan taşlı toprak izini takip etmeye koyuldu...

*  *  *

Şırnak 2016                        Gazze 2025
Birden “Evim, evim!” diye bağırdı!

Sonunda bulmuştu onu!

Yıllardır, harcına emeğini katarak, çimentosuna terini akıtarak yaptığı evinin kapısındaydı.

Yorulmuştu. Ama olsun, sonunda değmişti buna!

Dış kapı aralıktı, sessizce süzüldü içeri.

Merdivenleri bir solukta çıktı.

Gözü, merdiven boşluğunda yan yatmış, tamir edilmeyi bekleyen, küçük oğlunun kırık bisikletine takıldı.

Dudaklarından acı bir gülümseme düştü.

Ayakkabılarını çıkardı, köşedeki rafa özenle yerleştirdi.

Karısının kapı pervazına astığı mavi nazar boncuklarına ilişti gözleri.

Bakışları onu, 22 yıl öncesinden kopup göçtükleri o dağ köyüne götürdü.

Zemheri bir kış soğuğunda, yangınlar ve alazlar içinde terk etmek zorunda bırakıldıkları köylerine!

Sonraları, zoraki sığındıkları bu kentte, nice meşakkatlerle sahip oldukları evin kapısında bir süre bekledi.

Nazar boncuğundaki gülümseyen bakışlarını sessizce çekip aldı.

*  *  *

Birazdan, anahtarıyla kapıyı açacak, sessizce süzülecekti içeriye.

Eve adımını atar atmaz, bedenini tatlı bir hararet saracak, yüreğindeki sıcaklık yüzüne vuracaktı.  

Biliyordu, küçük oğlu yine bisikletim diye atlayacaktı üzerine. Yine mahcup olacak, yine kızaracaktı yüzü. Her zamanki gibi imdadına eşi yetişecek, “Sıkıştırma babanı, yorgundur, gelecek ay” diye arka çıkacaktı ona.

Salona açılan sofayı iki adımda geçecek, mutfaktan gelen mis gibi kokuların baştan çıkarıcı davetine aldırmayacaktı.

Zemini, kök boyalı bir halı, duvarları şahmaran desenli kilimle kaplı salona akacaktı ayakları.

Gözleri kucaklar gibi saracaktı, beşikte uyuyan üç aylık çocuğunu.

Soğuk kış günlerinde, kemiklerini ısıtmak için önünde herkesin sıraya girdiği sobaya doğru yönelecekti ardından.

Sıcaktan mest olmuş anacığının pamuktan ellerini şefkatle öpecek, yanaklarını koklayacaktı.

Oğlu, bir kış günü getirmişti onu. Tek gözü görmüyordu kedinin. O günden beri, her daim yurt eylemişti keçi postunu. Malum yerinde, kıvrılmış uyuyor olacaktı yine. Titreyen kulağına hafifçe dokunacak, gözünü kaygısız bakışlarla hafifçe aralayacaktı.

Şırnak 2016                        Gazze 2025
Sonra balkona çıkacak, akşamın serin havasını derin derin çekecekti ciğerlerine. Sabah suyunu çoktan tüketmiş saksıların, pıtrak pıtrak açmış çiçeklerine hayran hayran bakacaktı.

Yemeğin ardından, her akşam yaptığı üzere, demli bir çay isteyecekti küçük kızından. Yüzünde apak bir gülümseme, elinde tepsiyle çıkıp gelecekti mutfağın kapısından.

Üzerine bağdaş kurup oturacaktı el dokuması halının. Çayı beklerken, desenleri renk renk, ilmek ilmek bezeli halının yumuşak püskülleri arasında dolaşacaktı parmakları.

Uzaklardan, Gazze’de İsrail tarafından bombalanan Büyük Ömeri Camii’nden belki de bir ezan sesi duyulacaktı. Çok sevdiği halı seccadiyesini yere serecek, akşam namazına duracaktı birazdan anacığı.

*  *  *

Elini uzattı.

Parmaklarını ovuşturdu, uçlarındaki tozları silkeledi.

Koyun yününden dokuma, desenli halının üzerine, her gün bağdaş kurup oturup, püsküllerini okşadığı halı yoktu!

Akşamları, çocukların borularında ellerini ısıttığı çıtır çıtır yanan kuzine soba da yoktu; sobanın arkasındaki keçi postu, keçi postuna kıvrılmış mır mır uyuyan tek gözlü kedi, kedinin bir dokunuşta kendinden geçmeye hazır sevimli hali… Hiçbiri yoktu!

Peki ya oğlunun içeri girer girmez ok gibi fırlayarak üzerine atladığı, sofaya bitişik odanın kapısı? Onu niye göremiyordu? Hâlbuki orada olmalıydı, bakıyor ama göremiyordu.

Yorgundu. Belli ki, kötücül bir perde inmişti gözlerine. Gördüğü hemen her şey bir bir siliniyordu.

Derken karısı da çekip gitmişti; sonra birer birer çocukları, ona tepsiyle demli çay getirmeyi bekleyen kızı, sobanın arkasında ileri geri mürgüleyen yaşlı anası… Hepsi gitmişti!

Şırnak 2016                        Gazze 2025         

Beşiğiyle birlikte üç aylık bebeği de terk etmişti evi; duvarda şahmaran desenli kilim, yanında asılı kuran, altında namaz saatini bekleyen derli toplu seccade… Birer birer gitmişlerdi. Hâlbuki az önce hepsi buradaydı!

Burada ve hazırdılar; sevmeye, sevilmeye, okşanmaya; sobanın karşısında ısınmaya, karşılıklı sohbete etmeye, demli çay içmeye, bakışmaya, pıtrak pıtrak açmaya, sulanmaya, beşikte ağlamaya, keçi postunda mırlamaya, kucağa fırlamaya… Hazırlardı hepsi!Oysa şimdi… Oysa şimdi, pazar pazar dolaşıp, tuğla tuğla ördüğü evinin içerisinde sessizce duruyor; şaşkın, inanmaz, anlamaz gözlerle etrafa bakıyordu. Evin içinde kimsecikler yoktu!

Yirmi yılda ne zorluklarla tüttürmüştü bacasını! Kendi elleriyle daha yeni yapmamış mıydı badanasını? Niye böyle her yer, kirli bir toz bulutu gibi griydi? Mesela pencereler niye yoktu?

Karısının her sabah sevgiyle suladığı balkondaki çiçekler neredeydi, hani şu kahverengi, kırmızı, yuvarlak saksıların içindekiler? Ya o, içinde renk renk çiçeklerle saksıların sıra sıra dizildiği mermer küpeşteli balkon, o niye yoktu?

Evin giriş kapısına bakıyor, bir şey göremiyordu; korkuluklarla çevrili merdiven boşluğunu, köşedeki ahşap ayakkabılığı, orada aylardır tamir edilmeyi bekleyen kırık bisiklet… Niye yerinde durmuyordu hiçbir şey?

Üzerine şahmaran desenli kilimin çivilendiği salon duvarları, tavanda sağlam olsun diye iki demir daha fazla attıkları kirişler, üzeri kahverengi parke kaplı zemin, dış cephe duvarları…  Hiçbiri, hiçbiri yerinde değildi, evin içi yoktu!

Eğreti, bir beton parçasının üzerinde, ayakta öylece bekliyordu. Yavaşça yere çömeldi, elini kederle dizine koydu. Bildiği bütün sesler, sözler, kelimeler boğazında erir gibi oldu.

Arkasına döndü, üzerine tünediği moloz yığınına anlamsız gözlerle baktı.

İçine girdiği şey bir taş yığınından ibaretti, aslında ev de yoktu.

Not: Bu yazı, Şırnak için kaleme alınmış ve 18 Kasım 2016 tarihinde T24’de Aslında ev de yoktu başlığıyla yayımlanmıştır. Metinde, sadece 3 değişiklik yapılmıştır; 246 yerine 417; Şırnak yerine Gazze; Agit Uğur Camii yerine ise Büyük Ömeri Camii kullanılmıştır. Amaç, gerekçesi ne olursa olsun, devletlerin dâhil olduğu savaşlarda zarar gören sivil insan kaybı ve yerleşim alanlarının gördüğü zarara ve savaşların sonuçlarının ne kadar çok birbirine benzediğine dikkat çekmektir. Fotoğraflara gelince; soldakiler aynı yazıdaki 2016 Şırnak’a ait olanlar ve sağdakiler 2025 yılı Gazze’nin bugüne ait fotoğraflardır.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/gazze-de-buyuk-geri-donus-aslinda-ev-de-yoktu,48209

20 Ocak 2025 Pazartesi

Şeytan’la muhabbetler!

Yusuf Nazım
T24 | 20 Ocak 2025

Şeytan’la dokuz yaşımda tanışmıştım.

Babamı kaybettiğim 1970 yılı yazında, Adana’nın Haruniye kasabasında gittiğim Kur’an kursu vesile olmuştu buna.

Annemin, ölmüşlerime daha çok sevap kazandırıp bizlerin de erken yoldan Cennet’e gitmenin kestirme yolu olarak gördüğü bu kurs, önemli bir yaşam tecrübesi sağlamıştı bana.

Birkaç günde Elifbayı sökmüş, on beş günde Kur’ana geçmiş; sonrasında birkaç kez hatim indirmiş, kurstaki öğrencilere hocalık yapmış; ezan okumuş, cemaate namaz bile kıldırmıştım…

*  *  *

İnternet ilginç bir mecra.

T24 yazılarımın, dünyanın her tarafından okurları var. Zaman zaman hiç ummadığım yerlerden, hiç tanımadığım insanlardan mesajlar alıyorum. Bireyin, toplumum, doğanın ve insanlığın geleceğine duyarlı, naif, duygudaş insanlar…

Yazıştığımız oluyor onlarla.

Asya, Avrupa, Amerika ve Avustralya kıtasından okurlar. Aralarında ilginç ülkeler de oluyor; Yeni Gine, Venezüella, Meksika, Letonya, Güney Afrika, Suriye vb…

*  *  *

Geçenlerde Türkiye’den bir okurumla yazışıyorduk.

"Yapay Zekâ’ya bir soru sordum." dedi.

"Ne sorusu?" diye, merakla yazdım.

"Eğer sen bir ülkeyi yöneten şeytan olsaydın o ülkenin günden güne bataklığa düşmesini sağlamak için neler yapardın?"

Şaşırmıştım!

Hiç aklıma gelmeyecek bir soruydu bu. Ne de olsa gençlerin kıvrak zekâsı.

Soru ilginçti ama yanıtı dehşete düşürecek gibiydi.

Bu yanıta geçmeden önce, Şeytan hakkında biraz araştırma yaptım.

*  *  *

“Şeytan” kavramı, ilk olarak İbranice’de Satan sözcüğüyle, yani “karşı çıkan”, “suçlayan” veya “düşman” anlamında yazılı hâle getirilmiş. Buna karşılık, bu tür kötülük ve karşıtlık kavramları Mezopotamya, Zerdüştlük ve Mısır gibi antik medeniyetlerde de farklı adlar ve bağlamlarla mevcut olduğu görülüyor. Teologlar, Mezopotamya’daki Lamashtu ve Pazuzu figürlerinin, bu kavramın kültürel öncüllerinden sayılabileceğini söylüyorlar.

Şeytan, günümüzde olduğu gibi tarihte ve mitolojilerde de farklı ad ve özelliklerde ortaya çıktığı görünüyor.

Antik Yunanda hem iyi hem kötü anlamında Daimon kavramıyla; Mısır Mitolojisinde kaosun ve karanlığın sembolü Apophis ile; Hinduizm’de metin olarak asura ve rakshasa adıyla Rigveda’da (MÖ 1500-1200) geçiyor.

Ve son olarak geç Hristiyanlık dönemi ve İslamiyet’te Şeytan kavramlarıyla tanışıyoruz.

İslam’da Şeytan, özellikle İblis adıyla Kur’an’da geçer. İlk defa insanın yaratılışı sırasında Tanrı’ya isyan eden varlık olarak anlatılır (Bakara Suresi 34. ayet).

*  *  *

Bense dokuz yaşında tanışmıştım onunla.

Kur’an kursu hocamızın, bizleri kötü şeylerden uzak tutmak için her fırsatta hatırlattığı korkunç, karanlık, baştan çıkarıcı bir ucubeydi o.

Korkuyordum ondan!

Her yerde ve her an karşıma çıkıyordu. Şeytanı demlemek amacıyla, sabahın dördünde koşarak gittiğim camii yolundaki çalıların arkasında, evden çıkarken adım attığım eşikte, su içtiğim çeşme başında, odama giderken geçtiğim holün zifiri karanlığında hep o vardı. Her türlü aykırı düşüncede, aklıma gelen sorularda, merak ettiklerimde, kuşkularımda daima onun korkusuyla yaşıyordum…

*  *  *

Okurumun, Yapay Zeka’ya sorduğu soruya gelince.

Şeytan’ın verdiği yanıtı olduğu gibi aktarıyorum:

Eğer bir şeytan olarak bir ülkeyi yönetip onu bataklığa sürüklemek isteseydim, şu stratejileri kullanırdım:

1. Eğitimi Zayıflatmak

Taktik: Eğitim sistemini yozlaştırarak eleştirel düşünmeyi engellerdim.

Örnek: Müfredatı gereksiz bilgilerle doldurur, bilimsel temellere dayanmayan dersleri zorunlu hale getirir ve nitelikli öğretmenlerin yerine liyakatsiz kişileri atardım. Böylece genç nesiller bilgi yerine dogmalarla büyürdü.

2. Adalet Sistemini Bozmak

Taktik: Hukuku taraflı hale getirir, güçlü olanın zayıfı ezmesine göz yumar, yargıyı siyasi kontrol altına alırdım.

Örnek: Mahkemelerin bağımsızlığını ortadan kaldırır, haksızlık karşısında vatandaşların adalet arayışını sonuçsuz bırakırdım. İnsanlar hukuka olan güvenini kaybedince kaos başlardı.

3. Ekonomiyi Çökertmek

Taktik: Üretimi azaltıp ithalata bağımlı hale getirirdim. Para politikasını kötü yöneterek enflasyonu artırır, zengin-yoksul uçurumunu büyütürdüm.

Örnek: Tarımı ve sanayiyi desteklemek yerine, gereksiz projelere büyük bütçeler ayırırdım. Yerli üretim durunca işsizlik artar, halk fakirleşirdi.

4. Medya ve Bilgi Akışını Kontrol Altına Almak

Taktik: Medyayı propaganda aracına çevirir, özgür haberciliği bastırırdım. Gerçekleri çarpıtarak insanları yanlış yönlendirirdim.

Örnek: Eleştirel gazetecileri susturur, sosyal medyayı sansürlerdim. İnsanlar yalnızca benim istediğim bilgileri duyar ve gerçeklerden uzaklaşırdı.

5. Toplumu Kutuplaştırmak

Taktik: İnsanları farklı kimlikler üzerinden birbirine düşman eder, birlik yerine ayrışmayı teşvik ederdim.

Örnek: Din, mezhep, etnik köken veya siyasi görüş gibi farklılıkları abartır ve her grubu diğerinden nefret etmeye iterdim. Böylece iç savaş potansiyeli oluşurdu.

6. Liyakat Yerine Sadakati Ödüllendirmek

Taktik: Yönetimde ve devlet kademelerinde uzman kişilere değil, kendime sadık ama yetersiz insanlara görev verirdim.

Örnek: Önemli pozisyonlara liyakatsiz kişileri atar, nitelikli bireylerin sistemden dışlanmasına neden olurdum. Böylece kurumlar işlevini kaybederdi.

7. Doğal Kaynakları Talan Etmek

Taktik: Ülkenin doğal kaynaklarını kısa vadeli kazançlar için tüketir, çevreyi tahrip ederdim.

Örnek: Ormanları yok eder, madenleri kontrolsüz şekilde işletir ve çevre felaketlerine neden olurdum. Bu, uzun vadede hem ekonomik hem de ekolojik yıkım getirirdi.

8. Ahlaki Çöküşü Teşvik Etmek

Taktik: Yolsuzluğu, rüşveti ve dürüst olmayan davranışları normalleştirirdim.

Örnek: Kamu ihalelerini şeffaf yapmaz, haksız kazancı ödüllendirirdim. İnsanlar dürüst çalışmanın anlamsız olduğuna inanırdı.

9. Sağlık Sistemini İhmal Etmek

Taktik: Halk sağlığına yeterince bütçe ayırmaz, sağlık hizmetlerine erişimi zorlaştırırdım.

Örnek: Hastanelerde doktor ve malzeme yetersizliği yaratır, ilaç fiyatlarını yükseltirdim. İnsanlar en temel hakları olan sağlık hizmetine ulaşamazdı.

10. Geleceğe Umutsuzluk Aşılamak

Taktik: İnsanlara hiçbir şeyin değişmeyeceği, her şeyin kötüye gideceği hissini verirdim.

Örnek: Her fırsatta "Bizden sonra tufan" zihniyetini yayar, gençlerin ülkeden kaçmasını teşvik ederdim. Beyin göçü hızlandığında ülke tamamen zayıflardı.

*  *  *

Şeytan’ın yanıtlarını okuyunca elbette ki hemen kuşkulandım.

Acaba okurum abartmış ya da başka bir rivayetten alıntı yapmış olabilir miydi?

Kısa bir araştırma yaptım; özgün bir metindi, hiçbir yerde yoktu!

Üşenmedim, internette bulduğum bir yapay zekâ programına aynı soruyu, kelimesi kelimesine olduğu gibi sordum…

Cümleler farklı, yanıt tamamen aynıydı!

*  *  *

Dokuz yaşımda başlayan Şeytan’la olan tanışıklığım uzun sürmedi.

Çukurova’dan memleketim Ardahan’a döndükten birkaç yıl sonra, on üç yaşımda, onunla olan ilişkime son vermiştim.

Tipili bir kış gecesi, uzun bir süre korku ve kaygılarımla koşut giden meydan okumalarımın ardından, sonsuza kadar hayatımdan çıkarmıştım onu.

Daha doğrusu, çıkardığımı sanmıştım!

Yanılmışım!

Sonraki hayat tecrübem bana bunu acı bir şekilde gösterdi.

Şeytan, insanla birlikte var olmuş ve onunla beraber yaşamaya devam ediyordu. Yaşıyor; yakıp yıkıyor, kavuruyor, bombalıyor, öldürüyor ve gezegendeki her toprak parçasına kötülük yaymaya devam ediyordu.

Anlıyordum ki Şeytan, insanın olduğu her yerdeydi.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/seytan-la-muhabbetler,48189

13 Ocak 2025 Pazartesi

Yusuf Nazım
T24 | 13 Ocak 2024 


Gözlerimde bir ağırlık.

Sanırsın, dünya tüm yükünü bir gecede yüreğime bırakmış.

Bilgisayar ekranının karşısındayım. Ellerim hareketsiz, bakışlarım donmuş. Bir kemençe korosunun tınıları, odamdaki sessizliği bölüyor.

Kulaklarımda Pontus ve Karadeniz’in yürek burkan ezgileri… İçimde, kabardıkça kabaran bir deniz; dalgaları sessiz, durulmaz.

İşte gidiyor: Türkçe ve Yunanca ezgilerin kardeş sesi, gidiyor kemençenin soluk soluğa yankılanan nefesi. İşte onun arkasından son yolculuğuna serenat, işte fani bir ömürden baki kalan en son ezgiler…

*  *  *

Achilles Vasilliadis.

Pontus ve Karadeniz müziğinin sessiz ama etkileyici kahramanı. Trabzon’dan göç eden bir ailenin çocuğu olarak Yunanistan’da dünyaya gelir. Hayatını kemençeye ve halk müziğine adayan Vasilliadis, Pontus kültürünü Yunanistan’da, Türkiye’de ve tüm dünyada tanıtmayı amaç edinir. Ezgileri, yalnızca Karadeniz’in hüzünlü sularını değil, halkların ortak acılarını da yansıtırdı. Kemençe çalarken parmaklarının üflediği notalar, geçmişin izlerini bugüne taşıyan bir köprü gibiydi. Vasilliadis, 5 Ocak 2025’te Selanik’te hayata gözlerini yumduğunda, arkasında unutulmaz bir müzik mirası ve halkların kalbine dokunan derin bir sessizlik bıraktı. Cenazesi bir gün sonra kemençeler eşliğinde toprağa verildi.

Achilles Vasilliadis'in cenaze töreni, Atina, 6 Ocak 2025
*  *  *

Ah Vasilliadis, ahh!

Ardında onlarca kemençeci, telleri bir yas teline dönüştürmüş, geçmişin sinesine sanki bir devri bırakıyor. Her notada yas, her dokunuşta elem, her telde hüzün büyüyor, her tını sonsuz ayırılıkları çağırıyor. Ötekinin tarihi, bir dostun gölgesine çekincesizce sığınıyor.

Nedendir bilmem, gözlerimdeki o sebepsiz ağırlık büyüdükçe büyüyor.

Geçmiş anıların buğusu, apansız zihnimde canlanıyor.

1983 yapımı Rembetiko filminin unutulmaz final sahnesi beliriyor gözlerimin önünde. İçimden bir ses büyüyor.

Ah Marika!

Ege’nin doğusundan parlayan yıldız, acılı toprakların kayıp sesi; yerinden edilmişlerin, köklerinden kopartılanların; hasretin ve ayrılıkların şarkıcısı Marika!

Sene 1957. Marika’nın tabutu, üzerinde güllerle mezara iniyor. Başında mangaslar, rembetisler, buzukiciler, udiler ve santuriler… Kürek, toprak ve sessizlik… Mezar yavaş yavaş kapanıyor, çalgılar inceden inceye çalıyor. Rembetikonun asi melodileri, bir veda mektubu gibi hüzünlü bir serenada dönüşüyor.

*  *  *

Marika Ninou.

Rembetiko müziğinin unutulmaz kadın sesi. Mübadele yıllarında, 1922’de İzmir’den Atina’ya göç eden bir ailenin çocuğu. Ailesiyle birlikte Anadolu’dan Yunanistan’a yerleştiğinde, kendisini bir kimlik ve aidiyet arayışının ortasında bulur. Marika, bu toprakların acılarını, göçlerin ve yerinden edilmelerin bıraktığı yaraları, rembetiko şarkılarında dile getirir. Taverna sahnelerinde başlayan müzik yolculuğunda, Yunanistan’ın en önemli rembetiko ustalarıyla yolu kesişir, rembet müziğinin zirvesine ulaşır.

Onun, Ege’nin doğu yakasından yükselen sesi, rembetikonun hüznünü ve başkaldırısını yansıtırdı. Ancak bu büyülü ses, çok genç yaşta susar; Marika Ninou, 1957 yılında, tıpkı benzer ezgilerin şarkıcısı Kazım Koyuncu gibi, erken yaşta kanser nedeniyle hayatını kaybeder. Bu anıtsal müzik serüvencisi arkasında, her biri birer ağıt olan hüzünlü şarkılar bırakır.

Rembetiko filmi, 1983 - Marika Ninou'nun cenaze töreni
*  *  *

Gözlerim, Vasilliadis’in son yolculuğunda.

Vasilliadis ile Marika’nın vedası belleğimde birbirine karışıyor.

Bir yanda rembetikonun özgür ruhu, diğer yanda Pontus’un kemençesi… Dertlerin, acıların, kayboluşların ortak dili. Farklı coğrafyalarda çoğalmış benzer sızıları, ayrılıkları ve yasları şarkılarla birleştiren köprü… Vasilliadis’in sesi, Marika’nın melodileriyle sarmaş dolaş oluyor. Bu iki ses, coğrafyaların sınırlarını, ayrılıklarını unutup birbirine karışıyor.

Gözlerim kıpırtısız, öylece bakıyorum.

Biliyorum, yüreğimden ruhuma hücum eden o tarifsiz duygu seline teslim olmamalıyım.

Kemençeyi ve buzukiyi dinliyorum.

Bir kez daha müziğin dili beni sarıp sarmalıyor, çalgıların sesi halkların acılarını, sevdalarını,  yaslarını anlatıyor.

Sen ey Vasilliadis! Ayrı dilleri aynılaştıran, ayrı ezgileri kardeşleştiren, farklı coğrafyaların acılarını birleştiren Vasilliadis!

Sen ey dokunaklı türkülerin, acılı ağıtların, içli ezgilerin şarkıcısı Marika!

Ey Vasilliadis! Ey Marika! Size söylüyorum!

Sesleriniz, farklı toprakların ortak acıları üzerinde yükselen kutsal bir anıt gibi… Melodileriniz, bir duygu denizinin iki yakasında esen serin rüzgârlar gibi…

Ezgileriniz, hatıralarınızın mirasıyla bir kez daha dilsiz acıların, suskun hüzünlerin yurdundan çıkıp halkların kimsesizliğine ses oluyor.

Bir cenaze törenini değil, kemençe geçidini izliyorum.

Achilles Vasilliadis’i uğurlayan notalar, yalnızca bir müzisyene değil, bir coğrafyanın yaralı tarihine, halkların acılarına tanıklık ediyor.

Bakışlarım donuk, hareketsiz.

Gözlerim, gittikçe büyüyen bir yağmur bulutu gibi ağır, yaklaşıp uzaklaşıyor.

Ekranda, Vasilliadis’in tabutu bir kez daha görünüyor.

Güller serpilmiş üzerine, tıpkı Marika’nın tabutu gibi.

Kemençelerden yayılan notalar, Vasilliadis’in ardından yükselen bir selam, bir veda gibi… Onlarca müzisyen, melodileriyle ona eşlik ediyor. Tıpkı Marika’nın ardından rembetislerin söyledikleri o son serenat gibi…

Ve ben yalnızca izliyorum.

Yüreğimde yankılanan sessiz bir çığlık; gözlerime hücum eden baş edilmez duyguların ağırlığı.

Ruhumda hüzünlü bir sarhoşluğun çırpınışları, kemençeyle buzukinin ezgileri birbirine karışarak büyüyor.

Dayanamıyor artık bu ağırlığa, gözlerim yavaşça kapanıyor.

Bir damla yaş, yanağımdan aşağıya ağır ağır süzülüyor.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/kemenceler-gecidi,48074

 


16 Aralık 2024 Pazartesi

Free Palastine!

Yusuf Nazım
T24 | 16 Aralık 2024

“Free Palestine! Free Palestine! Free Palestine!...”

Onu, işte bu sözleri peş peşe söylerken gördüm.

Elleri arkadan kelepçeliydi. Güvenlik güçleri kollarına girmiş, onu gerisin geri sürüklercesine götürüyorlardı.

68 yaşın verdiği olgun, mütevazı bir sakinlikle sürdürüyordu itirazını. Karşı koymuyor, direnmiyor, sinirlenmiyordu.

ABD’nin en büyük kamu bilimcilerinden olarak, bir üniversite hocasına yakışır şekilde, okul kampüsün amfisinde öğrenci kalabalığına seslenir gibi, 21.yüzyıl arenasında tüm insanlığa ders verir gibi sıralıyordu sözcükleri ağzından:

“Free Palestine! Free Palestine! Free Palestine!...”

*  *  *


Profesör Andrew Ross.

The New York Times, The Guardian, The Nation, Newsweek ve Al Jazeera yazarı.

Guggenheim ABD & Kanada Sosyal Bilimler ödülleri sahibi akademisyen.

Yayınlanmış 17, ayrıca editörlüğünü yaptığı 8 kitabın sahibi.

New York Üniversitesi'nde Sosyal ve Kültürel Analiz Profesörü Andrew Ross, Filistin’e destek olduğu için tutuklanmış götürülüyordu.

Sadece o mu?

Beraberinde Profesör Sonya Pozmentier ve altı arkadaşı olmak üzere. Üstelik aralarında Tarih Profesörü Rebecca Karl’ın da bulunduğu üç Yahudi akademisyen, üniversite yönetimi tarafından istenmeyen kişi ilan edilerek…

Böylece, New York Üniversitesi binalarına girmeleri yasaklanan altı profesör ve düzinelerce öğrenci arasına onlar da katılıyordu.

Bir an için kanım dondu, yüreğim daraldı, yeryüzünün bütün acıları toplanıp bir bir etlerime saplandı.

Bilimin, medeniyetin, modernizmin sona erdiği; insanlığın yüzbinlerce yılda oluşturduğu tüm değerlerin; ahlâkın, erdemin, yüceliğin yerle yeksan olduğu bir andı.

İşimi bıraktım, ruhum paramparça, kendimi sözcüklerin sağaltıcı dünyasına bıraktım.

Kutsal soykırım

Dişlerini, Ortadoğu’nun yanık topraklarına geçiren İsrail savaş makinesi durmak bilmiyor.

Medeniyetin Beyaz Adamı, bir süredir İsrail’in Filistin topraklarında giriştiği kutsal soykırımı alkışlıyor.

Kuş gribine yakalanmış tavukları, bir çiftlikte işe yaramayan erkek civcivleri, kuduza yakalanmış hayvanları topluca imha eder gibi Filistinli çocukları, kadınları, hastaları, erkekleri, adına Gazze denen ölüm çukuruna doldurarak itlaf ediyorlar.

Bu yapılanlar dünya için hiç yabancı değil. Alman faşizminin örgütleyicisi Naziler de Yahudileri, Çingeneleri, Komünistleri, sakatları ve eşcinselleri saf Alman ırkı ve ideolojisine uygun görmedikleri için yeryüzünden silmeye çalışmışlardı.

Bir farkla ki, Naziler bunu gözlerden ırak kurdukları toplama kamplarında; gaz odalarında, fırınlarda gizlice yaparlarken yenidünyanın modern efendileri bunu, yarattıkları ölüm çukuru etrafında toplanan insanlığın gözü önünde gerçekleştiriyor. Adeta yeryüzünün bütün ötekilerine, mazlumlarına, itilmişlerine ibret olsun dercesine…

Avrupa’nın ortasından yeni Hitlerlerin, Goebbelslerin, Himmerlerin isterik çığlıkları yükseliyor.

Avrupa ve Amerika’nın beyaz adamı, bir kez daha sömürgeciliğin küllerinden canlanarak kanlı dişlerini Orta Doğu’nun yumuşak karnına geçiriyor.

Modern Batı sermayesi ve silah şirketleri, Avrupa’nın tam ortasında nasıl ki tarihin en kanlı savaş makinasını; Hitler faşizmini üreterek dünyayı kana buladıysa, bugün de yarattıkları Siyonist savaş aygıtıyla bütün Orta Doğu‘ya da aynı kaderi biçmekte beis görmüyorlar.

New York Üniversitesi hocası ve Amerikan Üniversite Profesörleri Derneği Yönetim Kurulu Üyesi iki Profesör; Andrew Ross ve Sonya Posmentier.

Altı arkadaşıyla birlikte, adına Gazze denilen ölüm çukurunun başında, yaşanan soykırıma seyirci olmayı reddettikleri için tutuklanıp hapse atıldılar. 

ABD üstün aklının 1950'lerdeki McCarthyci anti-komünist cadı avı, bugün Amerikan üniversitelerinde sürmekte. Columbia, Rutgers, New York, New Jersey, George Mason, Harvard, Pittsburgh, Chicago, Pennsylvania, Cornell, Kaliforniya ve Michigan Üniversiteleri ile Massachusetts Teknoloji Enstitüsü, Muhlenberg Koleji ve Moda Teknolojisi Enstitüsü...

Üstün aklın hegemonyası, doğasında biriktirdiği zehiri dünyanın bütün ötekilerinin üzerine kusuyor.

Bu zehre katlanamayan herkes düşman ilan ediliyor.

Bugünün Türkiye’sine geliyor aklım. Daha dün, 2018’de Mart acıdan çalmamış mıydı kapıları? Savaşa karşı çıktıkları için, Türk Tabipler Birliği Merkez Konsey üyesi profesörler; Raşit Tükel, Sinan Adıyaman, Funda Obuz, Taner Gören ile doktorlar; Sezai Berber, Selma Güngör, Hande Arpat, Dursun Yaşar Ulutaş, Bülent Nazım Yılmaz, Şeyhmus Gökalp ve Ayfer Horasan sabahın ayazında bir baskınlar gözaltına alınmışlardı.

Sonraki süreçte Profesör Onur Hamzaoğlu, Profesör Füsun Üstel, Profesör Şebnem Korur Fincancı ve daha niceleri takip etmişti onları…

Her ülke, kendi coğrafyasının mahkûmu, her ülkenin egemen sınıfı kendi halkının celladı, her devlet kendi teröristini yaratmakta mahir.

Bileklerinde kötücül bir çağın kelepçesi

Andrew Ross.

New York Üniversitesi, Sosyal ve Kültürel Analiz Profesörü.

Daha duygusal, daha hoşgörülü, daha empatik olmasının bedelini ödüyor.

Bugünün dünyası için daha nazik, daha iyi, daha insancıl olduğu için alıp götürüyorlar onu.

Bileklerinde kötücül bir çağın kelepçesi.

Giderken, bir okulun dersliğinde değil, yeryüzü amfisinde ders verir gibi sesleniyor insanlığa:

“Free Palestine! Free Palestine! Free Palestine!...”

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/free-palastine,47669

26 Kasım 2024 Salı

Ben bu yazıyı yazdığımda…

Yusuf Nazım
26 Kasım 2024

 

Ben bu yazıyı yazdığımda sene 2017’ydi.

 

Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü.

 

Bu yazıyı yazdığım gün, Taksim'e çıkmaya çalışıyordu kadınlar. Daha fazla ölmemek, daha fazla şiddet görmemek, daha çok acı çekmemek içindi bütün çabaları.

 

Ben bu yazıyı yazdığımda Taksim’de, Sıraselviler’de, Tarlabaşı’nda, İstiklâl Caddesi’nde gaza boğuluyor, şiddete uğruyordu kadınlar.

 

Bu yazıyı yazdığım gün Taksim’e çıkmak yasaktı ve fazla mesaideydi kolluk güçleri.

 

7 yıl önce bugün…

 

Leyla'yı Beklerken adlı öykü kitabımın imza günüydü. Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü adına imzaladım bütün kitaplarımı.

 

Bu yazıyı yazdığım gün İstanbul Sözleşmesi’nden henüz çıkmamıştık!

 

Gümüşçay Mahallesi, Dedeli Semti, Ören Yolu üzerinde, 52 Numaralı evin önünde, 11 yaşındaki Rabia Naz sırt üstü uzanıp ölmemişti henüz!

 

Ordu Üniversitesi öğrencisi, balerin Ceren Özdemir’de öyle.

 

Emine Bulut, Kırklareli’nin işlek bir caddesinde, bir dönerci dükkânında kıstırılıp öldürülmemişti!

 

Nasıl unutulur, Beytüşşebap'ta Hürmüz ve Şimoni Diril çifti henüz kaybolmamıştı daha.

 

Munzur Üniversitesi öğrencisi Gülistan Doku kaybedilmemiş, altı yaşında bir çocuk imam nikâhıyla evlendirilmemiş, dokuzundaki Narin vahşice katledilmemişti.

 

Kadınlar…

 

Oysa ne çok şey söylemişlerdi onlar için.

 

Kadınsan kadınlığını bil, demişlerdi…

 

Kır dizini otur evinde, bol bol çocuk doğur, hamileysen sokağa çıkma demişlerdi.

 

Kısa etek nedir, şort giyme, dolmuşta edebinle otur, sakın kahkaha atma demişlerdi...

 

Bugün 25 Kasım 2024.

 

Dominikli Patria, Minerva ve Maria Mirabel kardeşlerin diktatörün adamları tarafından vahşice öldürüldüğü gün.

 

Bugün Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü.

 

Mirabel Kardeşlerin öyküsünü yazdığımdan bu yan tam yedi yıl geçmiş.

 

Bugün yine Taksim’e çıkmaya çalışıyor kadınlar.  

 

Bugün bir kez daha acımasızca şiddete uğruyor Taksim’e çıkmaya çalışan kadınlar.

 

Bugün bir kez daha nefessiz kalıyor kadınlar; Sıraserviler’de, Dolapdere’de, Tarlabaşı’nda…

 

Ben bu yazıyı yazdığımda hâlâ ölmeye devam ediyordu kadınlar ülkenin bütün sokaklarında, evlerinde, ıssızlıklarında…

 

Ben bu yazıyı yazdığımda…

15 Ekim 2024 Salı

Çocuklar şeker, hayvanlar mama yiyebilsinler

Yusuf Nazım
15 Ekim 2024

Orta yaşını çoktan geride bırakmış adam elini dalgalı, sarı saçlarına götürür, siyah örtülerini kaldırır mavi gözlerinden. Bir şiirin dizeleri geçer içinden.

Kız çocuğu adlı şiir aylar sonra tamamlanacak, görülmedik hızla Asya’yı ve Afrika’yı aşacak, Avrupa’yı geçip Amerika üzerinden tüm dünyayı dolaşacaktır. Sonu şöyle bitmektedir:

Çalıyorum kapınızı

teyze, amca, bir imza ver.

Çocuklar öldürülmesin

şeker de yiyebilsinler.

Şiirde anlatılan, 1945 yılında kötücül insan aklının egemen olduğu bir devletin yeryüzüne saçtığı eşine az rastlanır bir acının hikâyesiydi. ABD’nin, Hiroşima’ya attığı atom bombasından etkilenerek ölen kız çocuğu Sadako Sasaki’nin hikâyesini Nazım’ın Turnacıkları yazımda anlatmıştım.

Nazım Hikmet gibi bir dünya şairinde tezahür etmiş duygusal insan aklının, çocuk katliamlarına karşı isyanıdır bu. Hem de, aynı türden kötücül insan aklının barbarlığına karşı, duygusal bir kalkışma.

Hayvanlar öldürülmesin, mama da yiyebilsinler!

Bugünlerde, ülkenin yavaş olmaya aday olmuş/olamamış bir ilçesinden, Seferihisar’dan başka bir ses yükselmekte.

Kuruluşunu, iki ay önce “biz kimiz?” adlı manifestoyla kamuoyuna duyuran Seferihisar Sanat Dayanışması tarafından kitap günleri düzenlenir.

Ne ilginçtir ki bu etkinlik tümüyle imece usulü yapılıyor. Yazarı, şairi, müzisyeni, heykeltıraşı, ressamı, karikatürcüsü bir araya gelir, el birliğiyle iki günlük kitap günlerini planlayıp hayata geçirirler.

Normalde kitap günleri ne için düzenlenir? Yazarlarla okurları ve kitapları buluşturmak, yazarların emeklerinin karşılığını almasını sağlamak ve yayınevlerinin kazancını arttırarak ayakta kalmasına katkıda bulunmak için.

Seferihisar’da mı?

Burada ise durum hayli farklı. Kitap günleri, sokak hayvanlarını yaşatmak amacıyla düzenleniyor. Yazarlar ve yayınevlerini kitaplarını sokak hayvanlarını yaşatmak ve çocukları kitaplandırmak amacıyla etkinliğe bağışlıyorlar.

Ve ortaya iki gün süren renkli, renkli olduğu kadar duygusal, şenlikli bir kitap günleri çıkıyor.

Güzel de bir sloganları var:

“Çocuklar kitapsız, hayvanlar sahipsiz kalmasın!”

Bir çocuğun ağzından duyduğum ise en ironik olanı:

“Hayvanlar öldürülmesin, mama da yiyebilsinler!”

İnsan türünün gezegendeki başka bir tür üzerine olan zalimliği geliyor aklıma. İki milyon yıl önce ayağa kalkmış insan öncesi atalarımızın, bugüne kadarki evrimsel sürecinde ortaya çıkan canavarlık.

20. yüzyıl başında 2 milyon olan şempanze nüfusu bugün 150 bine düşmüş durumda. O yıllarda 509 insana bir şempanze düşerken, bugün 52.000 insana bir şempanze düşmekte…

Bizse, sokak hayvanlarını katletmek için yasalar çıkarmakla meşgulüz.

Dedim ya, insan zekâsının kötülüğe olan evriminin sonuçları.

Ortadoğu’dan yükselen çocuk çığlıkları

Ülkemizin kuytu köşelerinden, izbeliklerinden, çöplüklerden yükselen hayvan inlemelerine bir itiraz olarak Seferihisar'daki İmece kitap günleri devam ederken, aynı günlerde Orta Doğu'dan da başka çığlıklar yükselmekteydi.

Televizyon haberlerinde, İsrail’in bombaladığı Beyrut‘ta çöken binadan çıkarılan 22 ölü, yıkıntılar arasından feryatlar, çocuk inlemeleri…

Gazze'de bombaların altında Filistinli çocuklar
İçimdeki sese kulak veriyorum. Peki ya, şu avuç içi kadar Gazze’nin imdat çığlıkları? Artık sayıları birer rakamdan ibaret kalmaya mahkûm çocuk ölüleri? Onlarla, yüzlerle, binlerle, on binlerle sayılan çocuk ölüleri? Her gün, insanlığımıza çarpan, lime lime olmuş Filistinli çocuk ölüleri?...

İkinci gün sahnede Arjin Sever türkülerini söylüyor. Biraz sonra ise kulağımda İlkay Akkaya'nın yiğidim aslanım burada yatıyor şarkısının ezgileri; yüreğimin bir yanında paramparça olmuş Filistinli çocuk ölüleri, diğer yanında Gebze'de katledilen can dostları… Gözlerimin önünde, her ikisinin yalvarır gibi bakışları… Bizi izliyorlar...

Sahi Filistinli çocuklar şeker de yiyebiliyorlar mı? Peki ya Gebze'de katledilen sokak hayvanları bundan böyle mama da yiyebilecek mi?

Bir soru düşüyor aklıma; şeker mi, mama mı?

Ne demişti Nazım Hikmet?

“Çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler.”

Seferihisar İmece Kitap Günleri’ndeki çocuk ne diyor?

“Hayvanlar öldürülmesin, mama da yiyebilsinler.”

Bizse, her ikisini birden kalbimize basıyoruz.

Kötülük hem içimizde, hem dışımızda. Gezegeni saran büyük bir canavarın kuşatmasındayız.

İlkay Akkaya, Sokak Hayvanlarıyla Dayanışma
Konseri
Eskiden gizli gizli yapılan soykırımlar, şimdilerde alenen gerçekleştirilmekte. Üstelik yüzüne medeniyet maskesini takmış ülkelerin egemenleri tarafından, tetikçi bir devlet eliyle...

Dedim ya, insan türünün hem kendi türüne, hem de öteki türlere karşı olan barbarlığının tezahürüyle karşı karşıyayız.

Seferihisar, İmece Sokak Hayvanlarıyla Dayanışma Kitap Günleri.

Küçük bir ilçede bir araya gelmiş duygusal aklın, insan türünün kötülüğüne karşı itirazı:

Çocuklar şeker, hayvanlar da mama yiyebilsinler.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/cocuklar-seker-hayvanlar-mama-yiyebilsinler,46772