15 Ekim 2024 Salı

Çocuklar şeker, hayvanlar mama yiyebilsinler

Yusuf Nazım
15 Ekim 2024

Orta yaşını çoktan geride bırakmış adam elini dalgalı, sarı saçlarına götürür, siyah örtülerini kaldırır mavi gözlerinden. Bir şiirin dizeleri geçer içinden.

Kız çocuğu adlı şiir aylar sonra tamamlanacak, görülmedik hızla Asya’yı ve Afrika’yı aşacak, Avrupa’yı geçip Amerika üzerinden tüm dünyayı dolaşacaktır. Sonu şöyle bitmektedir:

Çalıyorum kapınızı

teyze, amca, bir imza ver.

Çocuklar öldürülmesin

şeker de yiyebilsinler.

Şiirde anlatılan, 1945 yılında kötücül insan aklının egemen olduğu bir devletin yeryüzüne saçtığı eşine az rastlanır bir acının hikâyesiydi. ABD’nin, Hiroşima’ya attığı atom bombasından etkilenerek ölen kız çocuğu Sadako Sasaki’nin hikâyesini Nazım’ın Turnacıkları yazımda anlatmıştım.

Nazım Hikmet gibi bir dünya şairinde tezahür etmiş duygusal insan aklının, çocuk katliamlarına karşı isyanıdır bu. Hem de, aynı türden kötücül insan aklının barbarlığına karşı, duygusal bir kalkışma.

Hayvanlar öldürülmesin, mama da yiyebilsinler!

Bugünlerde, ülkenin yavaş olmaya aday olmuş/olamamış bir ilçesinden, Seferihisar’dan başka bir ses yükselmekte.

Kuruluşunu, iki ay önce “biz kimiz?” adlı manifestoyla kamuoyuna duyuran Seferihisar Sanat Dayanışması tarafından kitap günleri düzenlenir.

Ne ilginçtir ki bu etkinlik tümüyle imece usulü yapılıyor. Yazarı, şairi, müzisyeni, heykeltıraşı, ressamı, karikatürcüsü bir araya gelir, el birliğiyle iki günlük kitap günlerini planlayıp hayata geçirirler.

Normalde kitap günleri ne için düzenlenir? Yazarlarla okurları ve kitapları buluşturmak, yazarların emeklerinin karşılığını almasını sağlamak ve yayınevlerinin kazancını arttırarak ayakta kalmasına katkıda bulunmak için.

Seferihisar’da mı?

Burada ise durum hayli farklı. Kitap günleri, sokak hayvanlarını yaşatmak amacıyla düzenleniyor. Yazarlar ve yayınevlerini kitaplarını sokak hayvanlarını yaşatmak ve çocukları kitaplandırmak amacıyla etkinliğe bağışlıyorlar.

Ve ortaya iki gün süren renkli, renkli olduğu kadar duygusal, şenlikli bir kitap günleri çıkıyor.

Güzel de bir sloganları var:

“Çocuklar kitapsız, hayvanlar sahipsiz kalmasın!”

Bir çocuğun ağzından duyduğum ise en ironik olanı:

“Hayvanlar öldürülmesin, mama da yiyebilsinler!”

İnsan türünün gezegendeki başka bir tür üzerine olan zalimliği geliyor aklıma. İki milyon yıl önce ayağa kalkmış insan öncesi atalarımızın, bugüne kadarki evrimsel sürecinde ortaya çıkan canavarlık.

20. yüzyıl başında 2 milyon olan şempanze nüfusu bugün 150 bine düşmüş durumda. O yıllarda 509 insana bir şempanze düşerken, bugün 52.000 insana bir şempanze düşmekte…

Bizse, sokak hayvanlarını katletmek için yasalar çıkarmakla meşgulüz.

Dedim ya, insan zekâsının kötülüğe olan evriminin sonuçları.

Ortadoğu’dan yükselen çocuk çığlıkları

Ülkemizin kuytu köşelerinden, izbeliklerinden, çöplüklerden yükselen hayvan inlemelerine bir itiraz olarak Seferihisar'daki İmece kitap günleri devam ederken, aynı günlerde Orta Doğu'dan da başka çığlıklar yükselmekteydi.

Televizyon haberlerinde, İsrail’in bombaladığı Beyrut‘ta çöken binadan çıkarılan 22 ölü, yıkıntılar arasından feryatlar, çocuk inlemeleri…

Gazze'de bombaların altında Filistinli çocuklar
İçimdeki sese kulak veriyorum. Peki ya, şu avuç içi kadar Gazze’nin imdat çığlıkları? Artık sayıları birer rakamdan ibaret kalmaya mahkûm çocuk ölüleri? Onlarla, yüzlerle, binlerle, on binlerle sayılan çocuk ölüleri? Her gün, insanlığımıza çarpan, lime lime olmuş Filistinli çocuk ölüleri?...

İkinci gün sahnede Arjin Sever türkülerini söylüyor. Biraz sonra ise kulağımda İlkay Akkaya'nın yiğidim aslanım burada yatıyor şarkısının ezgileri; yüreğimin bir yanında paramparça olmuş Filistinli çocuk ölüleri, diğer yanında Gebze'de katledilen can dostları… Gözlerimin önünde, her ikisinin yalvarır gibi bakışları… Bizi izliyorlar...

Sahi Filistinli çocuklar şeker de yiyebiliyorlar mı? Peki ya Gebze'de katledilen sokak hayvanları bundan böyle mama da yiyebilecek mi?

Bir soru düşüyor aklıma; şeker mi, mama mı?

Ne demişti Nazım Hikmet?

“Çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler.”

Seferihisar İmece Kitap Günleri’ndeki çocuk ne diyor?

“Hayvanlar öldürülmesin, mama da yiyebilsinler.”

Bizse, her ikisini birden kalbimize basıyoruz.

Kötülük hem içimizde, hem dışımızda. Gezegeni saran büyük bir canavarın kuşatmasındayız.

İlkay Akkaya, Sokak Hayvanlarıyla Dayanışma
Konseri
Eskiden gizli gizli yapılan soykırımlar, şimdilerde alenen gerçekleştirilmekte. Üstelik yüzüne medeniyet maskesini takmış ülkelerin egemenleri tarafından, tetikçi bir devlet eliyle...

Dedim ya, insan türünün hem kendi türüne, hem de öteki türlere karşı olan barbarlığının tezahürüyle karşı karşıyayız.

Seferihisar, İmece Sokak Hayvanlarıyla Dayanışma Kitap Günleri.

Küçük bir ilçede bir araya gelmiş duygusal aklın, insan türünün kötülüğüne karşı itirazı:

Çocuklar şeker, hayvanlar da mama yiyebilsinler.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/cocuklar-seker-hayvanlar-mama-yiyebilsinler,46772

20 Eylül 2024 Cuma

Aklın ayak izleri’nde yolculuklar (6) | Yüz karası değil, kömür karası

Yusuf Nazım
T24 | 20 Eylül 2024

Aklın Ayak İzleri’nde yolculuğumuzun Karadeniz’deki son durağı Karadeniz Ereğli.

Güzergâhımızdaki Fatsa'da Terzi Fikri’nin yol arkadaşı sevgili Ahmet Özdemir karşılıyor bizi. Hozat'a gidecekmiş. Geleceğimizi öğrenince bir gün erteliyor gidişini. Dostumuz, önceden ayarlamış, geceyi öğretmen evinde geçiriyoruz.

Fatsa deyince Terzi Fikri geliyor akla. Fatsa’da, tüm partilerin desteklediği bağımsız belediye başkanı Fikri Sönmez, halk belediyeciliğinin en güzel örneklerinden birini sergilemişti. 12 Eylül askeri darbesi öncesi, dönemin başbakanı Süleyman Demirel tarafından bizzat hedef gösterilmiş, tarihe Nokta Operasyonu olarak geçen askeri bir harekâtla halkın belediyeciliğine son verilmişti. Terzi Fikri “Ben ne yaptımsa halkımla beraber halkım için yaptım” sözünü tarihin sayfalarına kazımıştı.

Terzi Fikri'nin mezarı,
Kabakdağı Köyü, Fatsa
Ertesi gün Terzi Fikri'nin Fatsa’nın Kabakdağı Köyü’ndeki mezarını ziyaret ederek devam ediyoruz yola.

Dışarıda deli dalgalar

Önümüzde Sinop. Bafra'dan geçiyoruz. Kızılırmak, 20 kilometre sonra denize dökülmek üzere Bafra'nın içinden nazlı nazlı akıp gidiyor.

Sinop'ta İl Tarım Müdürlüğü'nün konuk evinde kalacağız. O gün Sinop Cezaevi'ni ziyaret ediyoruz. Hayatımda bu kadar erişilebilir bir yapı kompleksi görmedim. Mimarı, öylesine özenle dokunmuş ki her noktasına... Merdivenlerden inip çıkarken gözün fark edemeyeceği rampalar yapılmış. Tam erişilebilir, mükemmel bir tasarım.

Cezaevinde, Sabahattin Ali'nin kaldığı koğuşu görüyoruz. “Dışarıda deli dalgalar, gelir duvarları yalar” demişti ya şair. Denize sıfır olan Sabahattin Ali’nin kaldığı koğuşun duvarlarını artık dalgalar yalamıyor. Doymak bilmez bir iştahla gezegeni kemiren insan türünün marifeti burada da zuhur etmiş. Şehrin içini yiyip bitirdikten sonra adım atacak yer kalmayınca, çareyi denizi doldurmakta bulmuşlar. Cezaevi dış duvarları ile deniz arasındaki dolgu alanına meydan yapmışlar. Meydana, faili meçhul cinayete kurban giden gazeteci-yazar Uğur Mumcu’nun adını vermişler. Bu arada sahilin bir bölümü de ticarete açılmış.

Sahi, bir devlet kendi şairini öldürebilir mi? Peki, öldürdüğü şairinin heykelini o şehrin meydanına diker mi? Diker! O meydanın hemen yanı başındaki Kültür merkezine onun adını verir mi? Ülkenin adı Türkiye ise pek âlâ mümkün bunlar. Dalgaların sesini dinleyerek şiirler yazdığı hapishane hücresinin hemen önündeki Uğur Mumcu Meydanı’nın tam ortasında büyükçe bir heykeli dikilmiş şairin. “Beni öldürdünüz ama şiirlerim yaşıyor” der gibi bakıyor Karadeniz’e. Meydanın bir ucunda ise Sabahattin Ali Kültür Merkezi... Cezaevinin hemen karşısında ise yüksekçe bir kaide üzerinde Sinoplu Diyojen. Elinde feneriyle insanı değil de insanlığı arıyor gibi...

Sabahattin Ali yontusu, Uğur Mumcu
Meydanı, Sinop
O gün bir şey daha yapmamız gerekiyor. Şahin Tepesi’ne çıkacağız. Sinop’un merkezinden Karadeniz’e bir at başı gibi uzanan yarımada. Şahin Tepesi’ne çıkmak için yol yordam ararken karşılaşıyoruz onunla: Burhan Demirbozan. Şahin Tepesi’nde yaralı bir şahin. Hiç tanımadığı bizleri bir inatlaşma üzerine evine davet ediyor. Eve giriyoruz ki bir de ne görelim. Evin bütün odaları Türkiye ve dünya solunun/edebiyatının sembol resimleriyle dolu. Yüzlerce resim, zengin bir kütüphane karşılıyor bizi. Çaylar, kahveler kesmiyor hızımızı, kahvaltıyla devam ediyoruz sohbete. Çocukluğundan öyle bir hikâye anlatıyor ki Burhan, tüylerimiz diken diken, kanımız donuyor adeta. “Radyo kırıldı” diye mırıldanıyorum, “öyküsünü yazmalıyım bunun...” Yazacağım!

Arkamızda, yeniden uçabilmenin düşleriyle yaralı bir şahin bırakarak ayrılıyoruz.

Yüz karası değil, kömür karası

Sonunda Ereğli'ye varıyoruz. Eski memleketim. Mühendislik yaptığım yıllarda ülkenin en büyük yazılım projesi için on yılımı verdiğim; demirine, cürufuna, tozuna hayali bir eşkıya gibi sızdığım o şehir...

Uzaktan bakıyorum şehre. Güneş, kükürtlü dumanlar arasından ağır ağır denizin koynuna sokuluyor. Şehrin arkasında yemyeşil ormanlar, üç yan deniz. Akşamın alacakaranlığında Baba Burnu hep sessizliği solumakta. Aşağılarda, Kırmacı’nın eteklerinden kıvrıla kıvrıla uzanan asfalt yol Kilimli’ye doğru uzanıyor. Yıllar yılı Armutçuk’un kömürüyle Erdemir’i beslemek için kullanılan demiryolundan eser yok. Hurda niyetine satmışlar! Çeştepe’nin yabanıl ıssızlığı her zamanki gibi çekici ve mağrur. İşte şu tepenin arkasında Kestaneci Köyü. Aşağılara doğru döne dolana inen toprak yol eski bir öyküyü çağrıştırıyor gibi. Asarlık Tepesi’nde bir madenci fenerinin aydınlattığı mezar, boylu boyunca uzanırken etrafa ıhlamur kokuları yayılıyor.

Sonunda varıyoruz. Sevgili Halis, Kandilli Konukevi’nde oda ayırtmış. Fercan ve ben konukevinde kalıyoruz. Serhat ise Kandilli’deki şair dostumuz Salim Çalık'ın evinde. Eski anıları yâd ediyoruz. Çetin ve Mine Ereğli’yi, Alaplı’yı, Akçakoca’yı maden şirketlerinin pençesinden koruma savaşına iki gün ara vermişler. Piknik için son hazırlıklar tamam. Ereğlili dostlarla yorgunluğumuzu rakıyla hafifletip, sohbetimizi mangal ateşinin közlerinde ısıtıyoruz.

Ertesi gün Ereğli'de eski anıların peşinde iz sürüyorum. 90’lı yıllarda ilk öykülerimi yazdığım, ilk gazete yazılarıma başladığım şehir. Çeliğin demiri dövdüğü, cevherin kora dönüştüğü, sinter tozunun ciğerlere doluştuğu yer. Yarım yüzyıl öncesine gidiyor aklım:

O hikâyeler ki madenci sofralarına konuk olmuş, kara taşın esrarına ilişkin nice anlatılar dinlemiştim. O hikâyeler ki peşi sıra gitmiş, an olmuş dilimi yutmuş, an olmuş kömür tozu solumuş, denizin altında 580 metrelere inmiştim. Yüz karası değil, kömür karası insanlar tanımıştım. Gözlerinde sabır, ellerinde nasır, yüreklerinde kahır taşıyan insanlar…

Nasıl yaşamıştım bu kenti ben? Ciğerlerime tarifsiz heyecanlarla soluduğum öyküler hangi sırların eseriydi?

Denizin, yeşilin koynuna büyük bir ihtişamla sokulduğu bir coğrafyayaydı yolculuğum. Ne yana gitsem madenci köylerine düşerdi yolum. Hikâyeler dinleyip öyküler topluyordum. Kazmayı vurdukça kazıyor, kazdıkça derine, daha derine iniyordum.

Geçmişin labirentlerinde dolaşırken aklım, hafızam İ.Ö 401 yılına götürüyor beni:

Lidya’nın Sardes kentinden yola çıkan bir ordu. Mezopotamya içlerinden dönüyor Onbinler. Ah Ksenephon! Tarihin küfeleri sırtındayken hangi talih sana bağışladı bu ömrü? Adımlarınla kan revan içinde Orta Anadolu’yu boydan boya geçmek hangi tanrının emriydi?

Samsun’dan gemilerle Sinop üzerinden İnceburun’u geçerken sen de Şahin Tepesi’ne uzaktan baktın mı? Binlerce yıl sonra orada, dalgaların duvarlarını dövdüğü zindanda bir şairin, on yıl boyunca mahpus kalacağını hayâl edebildin mi? Baba Burnu’nu geçip Heraklia; yani bugünkü Karadeniz Ereğli’de Mısırlı Krispos’la karşılaştın mı? Ölüler ülkesi Hades’in kapısını bekliyordu Kerberos. Onu yeryüzüne çıkarmaya ant içmiş Herakles’i işittin mi?

Anılar diyarından dönüyorum. Ömrünün bahçesinde nice anılar biriktirdiğim bu ilçe, bu kasaba bir kez daha bana kucak açmış. İşte, bir kez daha seninleyim ey şehir!

Kandilli’nin orta yerinde genişçe bir çukurluk. İlk yapıldıkları haliyle kalmış sanki her şey; soyunma odaları, kabinler, duşlar, lambahane… Biraz ileride, Armutçuk Lavvarı’nın taşa, toprağa, toza bulanmış görüntüsü eski zamanların hüzünlü hikâyelerini anlatıyor. Baca ağzı yorgun suretleriyle son vardiya işçilerini kusmakta. Başlarında madenci fenerleri, baretler; çamur ve balçık içinde çizmeleri. Kömür karası yüzlerinde ışıl ışıl bakışları, bembeyaz gülüşleriyle umutları hayâl dokuyor. Karanlık dehlizlerden o gün de sağ salim yeryüzüne çıkabilmenin ürkek ve tedirgin bakışları var. Ustabaşıları somurtkan, puantörler hesap peşinde, ekipler dermansız… Sanırsın, başka bir dünyadan gelmiş gibi suretleri, sanki başka bir dünyanın insanları bunlar...

Tanrı zamanda yolculuk

Aklın Ayak İzleri, söyleşi ve imza etkinliği, Penguen Kitapevi
Söyleşi için Penguen Kitabevi’nde buluşuyoruz. Taşın ve kömürün ustaları çıka gelmişler. Çeliğe su verenler buradalar. Eğitimin, sanatın, hayatın emekçi dostları doldurmuşlar salonu. Bu sefer hikâyeler, çeliğin demiri dövdüğü, kazmanın kömüre vurduğu bir kentin eteklerinde akıyor.

4-5 milyon yıl süren yarı su, yarı karasal bir yaşam, iki ayak üzerinde yürümeye yönelen bazı primat türleri, zamanla bu değişime ayak uyduran embriyolar; fetüsün rahim içinde 180 derece dönmesi, buna bağlı olarak büyüyen beyin ve zamanla akıllı, zeki, daha zeki ve korkunç zeki bir tür olarak ortaya çıkan insan...

Sonunda, içine doğduğu gezegene meydan okuyan; doğaya ve diğer canlılara karşı acımasız bir üstünlük sağlayan bu yeni türün, yeri geldiğinde nasıl durdurulması güç bir yok ediciye dönüştüğünün dramatik hikâyesi...

Ve Oktay Kaynak’ın sorduğu, yanıtı belirsiz, iddialı bir soru; bir şempanze embriyosu, insan rahmine aktarıldığında nasıl gelişir? Aklın Ayak İzleri’nde çıkılan uzun, uzun olduğu kadar gizemli bir yolculuğun soruları bunlar.

Aklın Ayak İzleri’nde çıktığımız yolculuğun sonundaydık. Gerçekte ise insan türünün yolculuğu devam etmekteydi. İçine doğduğumuz bu evrende zaman bir tanrıyı andırıyordu. Önüne gelen her şeyi yutuyor, öğütüyor, değiştiriyor... Değiştiriyor ve yeniden var ediyordu. Hangi esrarengiz yollardan geçerek gelmiştik, nasıl bir sona gidiyorduk? İnsan aklına musallat olan kötülük neyin eseriydi?

İçinde yol aldığımız bu serüven tanrı zamanda çıkılan bir yolculuk gibiydi. Var olmanın öncesinden, yok olmanın sonuna uzanan, aklın ayak izlerinde bir yolculuk... Karanlık, sınırsız, gizemli... 

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/aklin-ayak-izleri-nde-yolculuklar-6-yuz-karasi-degil-komur-karasi,46428

15 Eylül 2024 Pazar

Aklın Ayak İzleri'nde yolculuklar (5) | Bir kavalın ezgileri

Yusuf Nazım
T24 | 13 Eylül 2024

Hopa. Aklın Ayak İzleri’nde devam eden yolculuğumuzun yeni durağı.

Gündüz belediye başkanı Utku Cihan'ı makamında ziyaret ediyoruz. Nezaketle karşılıyor bizi. İstanbul'dan gelmiş, çiçeği burnunda bir başkan. Hopalı olması bir avantaj gibi görünüyor. İzmir Büyük Şehir Belediyesinde deneyim kazanmış bir şehir planlamacısı. Onu bekleyen çok iş olduğunu görüyoruz. Sohbetin sonunda başkana yeni romanımı imzalıyorum.

Burada da kültürden, sanattan, siyasetten yana esen güçlü bir rüzgâr var. 2020 yılında kurulmuş Hopa Kültür ve Sanatevi etkinliğimize ev sahipliği yapacak. Hopa Belediyesi ise kolaylaştırıcı.

Şavşat’ın gençleri gibi, Hopa’nın da ihtiyar delikanlıları kolları sıvamışlar. Zaman etkinlik için pek uygun olmasa da kararlılar.

Etkinlik öncesi Yılmaz Hacımuratoğlu, Yakup Okumuşoğlu ve diğer dostlarla Düşler Sokağı’nda buluşuyoruz. Söyleşinin yapılacağı Hopa Parkı’nda oturma planını gözden geçireceğiz. Hopa, enerji şirketlerinin baskısı altında. Muhteşem doğası; dağları, dereleri, yaylaları, ormanları tehdit ediliyor. Sohbet masasına bir genç oturuyor. Dursun Ali heyecanlı, Cankurtaran Mevkii’nde ağaç kıyımına başlamışlar, gözaltına alınanlar var, diye hararetle anlatıyor.

Fındıklı etkinliğimizi, oradaki Uluslararası Vice Fotoğraf Festivali’yle çakıştığı için iptal ediyoruz. Ama yine de Fındıklı’ya gideceğiz. Belediye Başkanı Ercüment Cervatoğlu'yla görüşeceğiz. Biraz gecikeceğini düşündüğünden olsa gerek, bize rehberlik etmesi için Volkan adlı birini gönderiyor. Volkan, tekerlekli sandalye kullanıyor.  Volkan’la şehri geziyoruz. Her taraf erişilebilir. Kat ettiğimiz bunca yol üzerinde en çok erişilebilir, en mükemmel yer burası. Ercüment Cervatoğlu'yla bir kafede buluşuyoruz. Sıradan bir halk insanı gibi gelip oturuyor aramıza. Selamlaşıyoruz. Volkan'dan arkadaşım diye bahsediyor. Bu dönem ikinci kez seçilmiş. Yani 5 yıllık deneyimi var. Kısa süre içerisinde inanılmaz şeyler yapmışlar. Mahallelerde komiteler oluşturulmuş. İşleri bu komitelere havale ediyor. Şehirde kaldırımlar neredeyse sıfır. Bazı yerlerde doğrudan sıfır. Araçlara kapalı bir cadde yapmışlar. İstiklal Caddesi'nin bir minyatürü. Şaşırıyoruz. 7 bin nüfuslu şehirde böylesine göz kamaştırıcı gelişmeler. Kafede sıradan birine soruyoruz. Ercüment başkan hakkında ne düşünüyorsun, diye. İlk seçimde oy vermemiştim ama ikincide verdim; adam gibi adam, diyor.

Fındıklı Bld.Bşk. Ercüment Cervatoğlu ile
Sohbet ederken bir yurttaş yaklaşıyor, mahallesiyle ilgili bir sıkıntısını dile getiriyor. Mahalle komitesinde değil misin, çözsene diye karşılık veriyor başkan.

İlginç, güzel şeylere tanık oluyoruz burada. Başkana romanımı imzalayıp takdim ediyorum. Başarılar dileyip ayrılıyoruz. Dönerken yol üzerinde Fındıklı'nın ünlü konaklarını geziyoruz. Yönümüzü dağlara veriyoruz. Kazım Koyuncu’nun mezarını ziyaret etmeden dönmek olur mu? Olmaz tabii. Pançol köyüne gidiyoruz. Kazım Koyuncu'nun anıt mezarında hüzün doluyuz. Adalet, eşitlik ve isyanla karışık sevme tutkusuyla ülkesinin damarlarında asice akan; Türkçe, Lazca, Gürcüce, Hemşince ve Megrelce şarkılarıyla yüreklerde taht kurup, erken yaşta kanserden kaybettiğimiz müzisyen. Kolay ayrılamıyoruz oradan.

Dönüşte bir taş köprüye rastlıyoruz. Yüz yıllık bir köprü. Bir tarafında Hemşinliler, öbür tarafında Lazlar yaşıyormuş. İlginç bir hikâye.

Altı bin kilometre süren turne sırasında içime dert olan iki şeyden diğerini de burada yaşıyoruz. Romanda adı sıkça geçen, 1968'in sembol isimlerinden, Oktay Kaynak’a “kurşun kardeşliği” yapan Cihan Alptekin’in İkizdere sırtlarındaki köyü Öce'ye gidemiyoruz. “Bizum Cihan” ı, mezarında ziyaret edememek, başucuna Aklın Ayak İzleri romanını bırakamamak ne büyük eksiklik. Bağışla, sana söz sevgili Cihan, gelecek sefere buluşacağız.

+++

Söyleşi günü Hopa Parkı’ndayız. Bir kavalın ezgileri dolaşıyor aramızda.

Çınar ağaçları, iri koca gövdeleriyle gökyüzüne uzanmış bir abide gibiler. Ihlamurların arasından bize ulaşan rüzgârın sesi kuş cıvıltılarına karışıyor. Şimdi buna bir de kaval eklenmiş. Yusuf Vayiç’in kavalı, ayrı düşmüş aşkların, sevip de kavuşamayanların hüzünlü ezgilerini üflüyor kalabalığa.

Aklın Ayak İzleri’nde Hopa söyleşimiz, işte böyle kavalın ezgileriyle başlıyor.


Bir çocuğun, küçük yaşlardan başlayarak canlıların üreme yöntemlerine olan sıra dışı merakı. Üniversite yıllarında kendini, dünyayı çalkalayan bir isyan ateşinin içinde bulan bir genç, Ülkesindeki başkaldırının liderleri Deniz Gezmiş ve arkadaşlarıyla olan ilişkileri; öfke, itiraz ve isyanla geçen sert yıllar... Ve cezaevi... Burada yıldızlara ulaşmak üzere Mahir Çayan’la girdikleri firar tüneli; uzun cezaevi yaşamında, insan evrimiyle ilgili vardığı şaşırtıcı, sezgisel sonuçlar… Oktay Kaynak öznelliğinde anlatılan hikâyelerde, zaman zaman onun çocukluğuna olan geri dönüşler, cezaevi koşullarında yaptığı deneyler, iç düşünceler, rüyalar, insan evrimine ilişkin tutkulu merak, akıl yorma ve araştırma çabaları...

Hopa Parkı’nda hafif bir yel esiyor. Ağaçların arasında dolaşan esinti, dinleyicilere 1,9 milyon yıl öncesinin iki ayaklılarının yaşam öykülerini fısıldıyor. Yine Doğu Afrika, yine Büyük Rift Vadisi, bu sefer Turkana Gölü civarı, Koobi Fora bölgesindeyiz. İnsan öncesi ilk atalarımıza benziyorlar... Ayağa kalkmışlar, yürüyorlar, eğilip kalkıyor, oturuyor, taşı taşla yontuyor, ellerinde odun tutuyorlar...

Bir kavalın ezgileriyle başlayan söyleşi sorular, yanıtlar, imzalanan kitaplarla sona eriyor. Kültürün, sanatın, edebiyatın Hopalı dostlarıyla vedalaşıp ayrılıyoruz.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/aklin-ayak-izleri-nde-yolculuklar-5-bir-kavalin-ezgileri,46339

 

6 Eylül 2024 Cuma

Aklın ayak izleri’nde yolculuklar (4) | Ardahan, küskün şehir

 

Yusuf Nazım
T24 | 6 Eylül 2024

Aklın Ayak İzleri’nde çıktığımız yolculuğun yeni hedefi Ardahan.

Dersim’den ayrılıyoruz. Aracımız Pülümür, Tercan, Aşkale üzerinden Erzurum yönünde ilerliyor. Çocukluğumda Batı illerinden Ardahan'a, Kars’tan dolaşarak gidilirdi. Oltu ve Göle üzerinden yapılmış yeni bir yol uzun zamandır kullanımda. İlk defa geçiyorum bu yoldan. Etrafa hayran hayran bakıyorum. Göz alabildiğine uzanan meralar, uçsuz bucaksız düzlükle, yeşilin her tonuna bulanmış otlaklar. Erzurum-Kars Platosu 1800-2000 metre rakımlarında. Yüzlerce kilometre devam eden yol, ucu ufukta sonlanan düzlükler, rengârenk çiçeklerle bezeli meralar… Bu ne büyük zenginlik, bu nasıl bir sınırsızlık, bu ne muhteşem doğa. Ah memleketim benim! Ah, bir zamanlar en yoksul haliyle cümle Anadolu’yu doyuran toprağım. Ah, on yıllardır yoksunluğa, yoksulluğa mahkûm edilen yurdum. Senin ki, yalnız Anadolu'yu değil dünyayı besleyecek toprağın var. Senin ki sofran öylesine geniş, toprağın öylesine zengin, bereketli. Yeter ki otur divanına, yeter ki ver tohumunu, yeter ki besle, gör bak, nasıl doyuracak çocuklarını senin.

Akşamın alacakaranlığı. Ardahan Ovası'nın bir ucunda, bir yıldız gibi bize göz kırpıyor şehir. Burada bir hafta kalacağız. Arkadaşım Fercan konuk edecek bizi.

Ardahan Ovası
Sonraki gün etkinlik hazırlıklarını gözden geçiriyoruz. Salon, toplantı yeri, ses düzeni, posterler... Dedim ya, bu sene bahar gecikmiş buralarda. Yağmur aralıklarla yağmaya devam ediyor. Çevrede geziler yapıyoruz. 12 Eylül darbe yıllarında, gezmek isteyen turistlere askerlerin böyle bir yer yok, dediği Ani şehrine gidiyoruz. 1980 öncesinde sağcıların, burçlarına kızıl bayrak asıldığı yalanını yaydıkları Kars Kalesi’ne çıkıyoruz. Kendi köyüm Carishev’in de içinde olduğu köylere uğruyoruz. Beberek köyünün yaşlılarıyla sohbet ediyor, çocuklarıyla çocuk oluyoruz. Dağ taş, dere tepe adeta yeşile boğulmuş. Gel gör ki nüfus azalmış. Okulu, sağlık ocağı, öğretmeni, ebesi yok artık. Çocuk sesine hasret kalmış köyler. Nasıl olur demeyin, koyun nesli tükenmiş buralarda. Göz alabildiğine yeşil dağlar bomboş. Koyun-kuzu melemeleri duyulmaz olmuş yaylalarında.

Susuz Belediye Başkanı Oğuz Yantemur'la,
1.Susuz Eğitim Kültür ve Sanat Festivali
Kars’a giderken Susuz’a uğruyoruz. Amacımız, bir kısmı müze haline getirilmiş Cilavuz Köy Enstitüsü’nü gezmek. Tesadüf bu ya, bir festivalin tam ortasına düşüyoruz. İlçede 1.Cilavuz Eğitim, Kültür ve Sanat Festivali yapılmakta. Sofralar kurulmuş, âşıklar gelmiş, bizi de davet ediyorlar. Yemeğe bölge ozanlarının atışmaları eşlik ediyor. Müzeyi geziyoruz. Anadolu’nun ücra bir köşesinde yakılan küçük bir ışığın bütün ülkeyi nasıl aydınlattığını bir kez daha anımsıyoruz. Enstitü mezunlarından Dursun Akçam ve Ümit Kaftancıoğlu’nu (Garip Tatar) anıyoruz. Geleceğimizi, belediye başkanına önceden haber vermişler. Ancak kalmak programımızda yok. Başkan Oğuz Yantemur’a başarılar diliyor, Aklın Ayak İzleri romanımı imzalıyorum.

Gürcistan sınırına iyice yaklaştık. Amacımız, bölgeyle sosyal-kültürel açıdan ortak köklere sahip Ahıska’yı ziyaret etmek. Hanak, Damal ve Posof üzerinden Gürcistan'a geçiyoruz. Sınır kapısını geçer geçmez durduruyorlar bizi. Arabada çokça kitap varmış. Tehlikeli diyorlar, yasak diyorlar! Bırakmıyorlar bizi. Ahıska’ya gitme planımız böylece suya düşüyor. Çaresiz, üzgün geri dönüyoruz. Ilgar Dağı’nı aşarken mola verip, buz gibi suyundan içiyoruz. Öyle kana kana değil, o kadar soğuk ki ancak yudum yudum içebiliyoruz. Posof ilçesinin yolları delik deşik, adeta kraterler açılmış sokaklarında. Yolculuk boyunca rastladığımız en kötü yollar. Soruyoruz, yeni seçilen CHP’li belediyenin cezalandırıldığını söylüyorlar.

Ardahan'ın sokaklarında çocukluğumu arıyorum. Umutları duvar yazılarında renklenmiş civanmert gençleri; "yârin yanağından gayri her yerde, her şeyde, hep beraber" diyebilen gençlerin o masum, o saf, o gösterişsiz hayallerini. Ama yoklar! Nerede kaldılar, yanaklarında gülüş yığınaklarıyla dolaşan; zulalarında aşk mektupları yerine şifreli pusulalar taşıyan o çocuklar neredeler şimdi?

Umutları örselenmiş bir kent duruyor karşımda. Kendi bürokratı, vekili eliyle sırtından bıçaklanmış Ardahan. Pembe hayallerle okşayıp gururunu, çekincesiz çizmişler şehrin suretini. Kayabaşı'nda bir heyula, bir korkuluk gibi dikilmiş duruyor şehrin tepelerinde.

1940'lı yıllarda Cilavuz Köy Enstitüsü’nce Kura Nehri kıyısında yapılmış, 110 voltla şehri aydınlatan elektrik santrali şimdi yok! Hurda niyetine satılmış. Ya o eski Rus mimarisinin taş yapıları? Silmişler hafızasını, kıymışlar umuduna şehrin.

Ardahan Kalesi restore edilmiş, Kura kıyısında eksikleriyle, yanlışlarıyla da olsa yapılmış bazı güzel şeyler var. Lâkin şehrin yakasına bulaşmış günahları örtmeye yetmiyor bütün bunlar.

Temmuzdayız. Hava mütemadiyen değişiyor. Bir güneş, bir yağmur, bir fırtına. Sabah kısa kollu gömlekle çıkıyor, akşam boğazlı kazakla dönüyoruz eve.

Dursun Akçam Kültür ve Sanat Evi'nde söyleşi
İşte, Aklın Ayak İzleri’nde yeni bir buluşmadayız. Söyleşi Dursun Akçam Kültür Evi’nde. Kendisi de yazar olan Alper Akçam, babasının Cilavuz’da yaktığı ateşi Ardahan'da sürdürme çabasında. Kültür Evi 2005’de açılmış. Geçtiğimiz Haziran'da Dursun Akçam Kültür ve Sanat Günleri’nin 19.su yapıldı. Gönül aynı zamanda Ardahan'da olmayı isterdi. Maalesef gezi programımız buna elvermedi.

Söyleşi başlıyor. Eski zaman dostları çıkagelmişler. Gençler her zamanki gibi azınlıkta. Sahne erişimsiz. Salonun ortasına konulmuş bir masada başlıyoruz söyleşiye. 18 milyon yıl önce, Afrika’daki tropikal ormanların kanopilerinde yaşayan dört ayaklı canlıların hikâyesi dolaşıyor salonda. Doğu Afrika’da, 7 bin km uzunluğundaki Rift Vadisi’nde, bugünkü Kenya’da bulunan Victoria Gölü’nün Rusinga Adası’nda hikâyemizden izler var. Meydana gelen çok şiddetli depremler, süregiden yer hareketleri, doğal felaketler, yıkım ve göçler... Biz kimiz, nereden geldik, nereye gidiyoruz? Atalarımız kimlerdi, insan öncesi halimiz neye benziyordu?

Dışarıda sert esiyor rüzgâr. Hava bulutlu, yağmakla yağmamak arasında tereddütlü. Doğaya, değişime, insana ve onun evrimine dair fısıltılar dolaşıyor içeride. Yüzlerde, ilk defa duyulan ilginç, gizemli sözcüklere dair şaşkın ifadelerden izler. Sorular yanıtları izliyor, üç ciltlik Aklın Ayak İzleri kitabımı imzalayarak sonlandırıyoruz etkinliği.

Ertesi sabah ayrılıyoruz kentten. Bilbilan Yaylası yönünde, Sahara’ya tırmanırken son kez dönüp bakıyorum arkama. Nerede karın, fırtınanın ve zemherinin çocukları? Nerede o masum düşlerimin çocukluğu? Nerede duvarlarına, en keskin hayallerimizi zerk ettiğimiz o sokaklar? Yeşil bir derya içinde yalnız, küskün bir şehir gibi bakıyor bana Ardahan.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/aklin-ayak-izleri-nde-yolculuklar-4-ardahan-kuskun-sehir,46258 


5 Eylül 2024 Perşembe

Aklın ayak izleri’nde yolculuklar (3) | Karadeniz kadar asi

Yusuf Nazım
T24 | 2 Eylül 2024 

Aklın Ayak İzleri’nde çıktığımız yolculukta Ovacık ve Dersim’i geride bırakmıştık.

Yolculuğumuzun yeni durağı Şavşat. Aslında planımızda olmayan bir yerdi burası. Lâkin güzel insanlar her yerde varlar. İyi ki varlar. Ve biz gittiğimiz her yerde karşılaşıyoruz onlarla. Dostluğunu, sıcaklığını esirgemiyor, kucak açıyorlar bize. Sözcüklerin bir ucundan tutuyor, düşlerimize renk veriyor, umudumuza yelken oluyorlar. Şavşat’ın yaylalarından Ali Yüksel ısrar ediyor, buralara kadar gelmişken bir söyleşi de burada yapalım...

Neden olmasın? Sonuçta akçelerin, ihalelerin, pazarlıkların dünyasında değiliz. Sözcüklerin, imgelerin, kitapların özgür evreninde yol alıyoruz. Ve hayalleri, hayallerimiz olan güzel dostlarla buluşuyoruz. Hep güneşin sofrasındayız, hem dost sıcağındayız, hep insan kokuyoruz.

4 Temmuz’da güneş bir güne açıyoruz gözlerimizi. Kura Nehri’ni geçerek Ardahan Ovası’ndan ilerliyoruz. Baharda karlar eridiğinde göz alabildiğine suyla dolan ova şimdi yeşilin bütün tonlarıyla kucaklaşmış. Hayran hayran bakıyoruz. Eski Gürcü köyleri Değirmenli ve Sulakyurt’u teğet geçerek 2800 metre yükseklikteki Sahara Geçidi üzerinden Şavşilerin yurduna doğru yol alıyoruz. Şavşeti’ye, yeni adıyla Şavşat’a varmak bir buçuk saat sürüyor.

Şavşat’ın bir yanı Gürcistan’a komşu. Gel gör ki hısımlarına, komşularına pasaportla gidip geliyorlar. Neylersin, devletler böyle buyurmuşlar. Bölgede Gürcü kültürünün izleri kendini hemen hissettiriyor. Şavşeti adı da Gürcüce zaten. Yöre halkının bir kısmı Türkçe’ye olduğu kadar Gürcü diline de hâkim. Kimi köylerde ise kendi dilini konuşma ve kültürel korunma daha baskın.

İlçe dağlık, engebeli bir arazide kurulmuş. Dört yanı dağlarla çevrili. Ne yana dönsen başı dik, yalçın bir dağ. Yemyeşil yamaçlarında kar öbekleri. Üstelik Temmuz olduğu halde. Zengin su kaynakları, derin vadileri, hırçın akan dereleri, buzul gölleri... Vadilerin ıssızlıklarında, dağların sarp yamaçlarında köyler, yaylalar. Nasıl da tutunmuşlar oralara, nasıl da inatla kök salmışlar.

Kirazlı Köyü, Şavşat
Dağları da, dereleri de, insanları da Karadeniz gibi asi buraların. Şavşat'ın sert coğrafyasına inatla tutunmaya çalışan başka birileri daha var. Bir grup insan, Şavşat Kültür ve Sanat Evi'ni kurmuşlar. Altı bin nüfuslu kasabada edebiyata, sanata, kültüre dair harç karmaya gönül vermişler. Kültür ve Sanat Evi açılalı henüz bir yıl olmuş. Beni söyleşi için davet edenler de onlar. Heybelerini taze sözcüklerle doldurmuş, sanatın gücünü arkalarına almış, ilçenin toprağını hararetle karmaya koyulmuşlar. Şavşat’ın dağlarında tohum olup çiçekler gibi açmaya kararlılar.

Şavşat'ın geçmişten gelen güçlü, sol ve aydınlık bir damarı var. O damardan beslendikleri belli. Mehmet Fatih Keskin genç yüreğinin güzelliğini Kültür ve Sanat Evi’ne yansıtma çabasında.

Fakir Baykurt'un Efkâr Tepesi adlı kitabını yazdığı yer bu ilçenin sınırlarında, aynı isimle anılıyor. Ne yazık ki planlamış olmamıza rağmen zaman yetmiyor, Efkâr Tepesi’ne çıkamıyoruz. Ne büyük kayıp. Turne sırasında içime dert olan iki şeyden biri.

Saat 14.00. Etkinlik saati gelip çatıyor. Şavşat Kültür ve Sanat Evi hayallerini sözlerden, seslerden, ezgilerden yana kuran konuklarını ağırlama telaşında.

Dokuz gün öncesi, hüzünlü bir günü çağrıştırıyor bana. 25 Haziran 2005, en az Karadeniz kadar asi bir çocuğun, Kazım Koyuncu’nun ölüm yıldönümü. Anmadan geçilir mi hiç? Üstelik bu toprakların; hırçın dalgaları olan denizlerin, hırçın akan derelerin, hırçın bakan dağların çocuğu o. Konuşmama, daha önce T24’de Kazım için yazdığım  En az Karadeniz kadar asi başlıklı yazımı okuyarak başlıyorum. Hüzünlü bir coşku doluyor salona.

Salondakilerin meraklı bakışlarıyla göz gözeyiz. Bir yıl değil, on yıl değil, yüz yıl değil, bin yıl değil; hatta binlerce, on binlerce yıl da değil... Milyonlarca yıl öncesinin tropikal ormanlarına gidiyoruz...

Şavşat Kültür ve Sanat Evi
İlk defa burada fark ediyorum. Mahir Çayan’la bu romanın yazılma serüveni arasında bir ilişki var. İlginç ama öyle. Sözcükler kendiliğinden dökülüyor dudaklarımdan, cümleler böyle bir keşfe götürüyor beni. 1968 isyanıyla, o isyan kuşağının sembollerinden birisinin, milyonlarca yıl sürecek insan evrimi hikâyesi arasında nasıl bir bağ olabilir? Mahir Çayan’ın Maltepe Cezaevi’ndeki koğuş arkadaşı Oktay Kaynak’ın anlatılan bilim öyküsündeki rolü nedir? 

Doğu Afrika’da, Bugünkü Etiyopya’nın Afar Bölgesi’nde 3,18 milyon yıl önce neler oldu? Ormanlardaki ağaçların tepelerinden yere inen dört ayaklılar nasıl ayağa kaktılar? Neyle ve nasıl besleniyorlardı? Gündüzleri hangi ortamlarda avlanıp geceleri nerede uyuyorlardı? Onların doğum yapma biçimlerini değiştiren nasıl bir sürecin etkisiydi? Milyonlarca yıl süren bu değişim, dönüşüm, yıkım ve yenilenme sürecinde; akıllara durgunluk veren var olma ve hayatta kalma savaşından onları galip çıkaran neydi? Sorular, sorular, sorular...

Etkinlik p imzaları ve ayaküstü sohbetler eşliğinde sona eriyor. Şavşat’ın, en az Karadeniz kadar asi yaş almayan gençleriyle vedalaşıp ayrılıyoruz.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/aklin-ayak-izleri-nde-yolculuklar-3-karadeniz-kadar-asi,46208

23 Ağustos 2024 Cuma

Aklın ayak izleri’nde yolculuklar (2) | Eşkıyalar kesti yolumuzu

Yusuf Nazım
T24 | 23 Ağustos 2024

Aklın Ayak İzleri’nde yolculuğumuz devam ediyor.

Sonraki durağımız Dersim. Ancak Ovacik-Dersim yolu bir motor festivali sebebiyle kapalı. Bizi Hozat üzerinden yönlendiriyorlar. Çaresiz yola çıkıyoruz. Yol boyunca yüksek dağlar, derin vadiler, meşeliklerle dolu ormanlardan geçiyoruz. Nasıl da göz alıcı vadiler, zümrüt yeşiline boyanmış dağlar, hayran olunası bir coğrafya…

Yolu yarıladığımızda ihtiyaç molası için ana yoldan ayrılıp ıssız, toprak bir yola sapıyoruz. İn cin top koşturuyor etrafta. Derken o da nesi? Eşkıyalar kesiyor yolumuzu! Bilmezdik, Dersim’in dağlarında eşkıyalar olurmuş kol geziyor hâlâ.

Kimsiniz, ne arıyorsunuz, nereden gelip nereye gidiyorsunuz…

Şaşkınız. Ovacık’tır, etkinliktir, Dersim’dir, söyleşidir, kitaptır, diye sıralanıyor sözcükler dilimizde...

Kitap isteriz diye tutturuyorlar! Kitap istiyorlar bizden... Evet, evet kitap istiyorlar...

Dersim’de bir dağın başındayız. Güneşin sofrasındayız. Kuş uçmaz, kervan geçmez bir ıssızlıktayız. Böylece aralanıyor bir sohbetin kapısı. Başlıyor akmaya hikâyeler.

Dağ başında bir yazar bulmuşum, kitabını almadan bırakmam

Buralarda yazar kolay bulunmaz diyor Diyarbakırlı Muhammed Ali. Dağ başında bir yazar bulmuşum, kitabını almadan bırakmam!

Gülümsüyorum. Ne de güzel diyor Muhammed. İçimden bir ses mırıldanıyor; ‘sana kurban olam Muhammed. 

Diğeri Dersimli Mehmet. Deşt’i soruyorum ona. Dersim’in kayıp kızlarından Emoş Gülver’in kimliğinde yazılı yer. Başlıyor anlatmaya Mehmet. Sene 1938, Pülümür Deresi, Pax Köprüsü, 38 kayalığı... Toplanan köylüler, Harçik çayı, mağaralar… Elini şöyle bir kaldırıp işaret ediyor. 236 köylü gitti bizden, diyor. Hepsi şu kayalıkların arkasından aşağıya…

Karşımızda, yakınlarda bir evin çatısını aktaran iki köylü, iki emekçi. Sohbet uzadıkça uzuyor. Bakın diyor, Mehmet; ben Kürdüm, ben aynı zamanda Aleviyim. Sonra ekliyor Mehmet, ben sosyalistim. Sadece ilkokulu okudum, ancak bir yazarın kitabını alarak ona destek olmak isterim diyor. Başka bir şey demiyor Mehmet.

Sahi Dersim kaç dağ içindeydi, kaç namlunun ucundaydı, dağlarında kaç mevsimin adı yazılıydı. Duyardık, buraların dağlarında eşkıyalar dolaşırmış. Şimdi anlıyorum, Dersim’in eşkıyaları başka olurmuş...

Asfalt yol, bir yılan gibi kıvrılıp akarken önümüzden, düşünüyorum. Bir dağın yamaçlarında, yol kesip kitap isteyen Dersimli Mehmet'in bilgeliğinden öğreniyorum hayatı.

Uzaktan Tunceli tabelası gözüküyor. Burada da aynı motor festivali sebebiyle valilik bütün konaklama yerlerini kapatmış. Arkadaşım Aysel’in bize tahsis ettiği evde kalıyoruz.

Söyleşi ve imza etkinliği ertesi gün Yel Çay Bahçesi'nde. Aklımda, benim bir öyküme ve belgeselci bir dostumun filmine konu olmuş bir hikâye. Sabah erkenden kalkıp yönümüzü dağlara veriyoruz. İçimde beni dürtmekten vaz geçmeyen o hikâyenin izini süreceğiz. Dersim'in kayıp kızlarından Emoş Gülver'in hikâyesi bu. Çocuk yaşlarda bir subaya evlatlık verilen kızın kimliğinde yazan Deşt bölgesine gideceğiz. Kayıp kızlardan birinin ruhu, orada beni bekliyor olacak.

Tülük köyüne varmadan bize yol gösterecek 1938’den kalma yıkık bir karakol olmalı. Köyün muhtarından karakolun üç yıl önce İl Özel İdaresi tarafından satıldığını, yeni sahibinin burayı yıkarak yerine ev yaptığını öğreniyoruz.

Bir süre aradıktan sonra görüyoruz onu. Bir yanımızda, yüksekçe bir yamaçtaki düzlüğe yapılan bir ev. Asfalttan ayrılıp soldaki toprak yola giriyoruz. Etrafta kimsecikler yok. Araç sarsılarak bir süre ilerliyor. Nihayet, bahçesine tel çit çekmekte olan birini görüyor, yaklaşıp soruyoruz. Önce soğuk davranıyor bize.

Deşt, diyoruz, 38 katliamı, kayıp kızlar, Emoş Gülver...

İşini bırakıyor Ferhat. Ceviz büyüklüğünde, avuç dolusu kirazlarla geliyor yanımıza. Hele bir yiyin, diyor, tümüyle organiktir. Düşün peşime diye ekliyor.

Ferhat önde, biz arkada araçlarımız bir dağın eteğinde döne dolana ilerliyor. Duruyoruz. Bir taş ev. Bir tarafta, topraktan yüksekçe bir seki, meşe ağacı, altında bir masa. Oturuyoruz. Şimdi anlatın, diyor Ferhat.

Geçmişinden koparılmış yaşlı bir kadının çocukluğuna götürüyor sözler bizi. Sözcükler yaralı, sözcükler kayıp, puslar içinde sözcükler. Birazdan, Haydar da katılıyor aramıza. Emoş Gülver’in belgeseli çekilirken oradaymış. Burası Veraniz mezrası, Deşt ise Emoş Gülver’in beş yaşında mezraya gelmeden önce yaşadığı yerin adı. Aha, şurada diyor Haydar, biraz ileride, yamaçtaki yıkıntıları işaret ederek. Kırmızı Dağın eteklerinde yürüyen yaralı gölgeleri dinliyoruz ondan; Halvori yolu, 38 kayaları, Pax Köprüsü, Harçik Çayı... Emoş Gülver’in ruhu dolaşıyor aramızda. Ah Dersim, ah Deşt, ah Veraniz, ah benim de büyümüş de yaralanmış ömrüm...

Kazım ve Nezahat Gündoğan, yıllar önce aynı yerde, Dersim'in kayıp kızlarından Emoş Gülver'in hikâyesini çekerken (Hay Way Zaman belgeseli,2013 ) Haydar Gül ile karşılaşmışlar. Onlara rehberlik etmiş, yol göstermiş, yörenin yaşlılarından hikâyeler dinletmiş Haydar. Şimdiyse bize anlatıyor. Ölenler vaktiyle ölmüş zaten, sağ kalanlar da birer birer aramızdan diye ekliyor.

Sohbet giderek koyulaşıyor. Bizi oyaladıklarının farkında değiliz. Biraz sonra arkadan, kahvaltı hazır diyor bir ses.

Taş evin bahçesine geçiyoruz. Tam teşekküllü bir sofra, mahcup oluyoruz. Emekli öğretmen Hüseyin Uçar'la tanışıyoruz. Veraniz’in yenilerinden o. Şimdiki adıyla Suvat Mezrası. Kadınlar görüyoruz, bir eli “ekinde, tütünde, odunda ve pazarda” kadınlar. Sabriye ve Naciye kadının emekçi ellerinin eseri onca şey. Sohbet kahvaltı eşliğinde hararetle sürüyor. Hikâyeler birbiri ardı sıra sökün ediyor. 1938, tedip, tenkil, inkar...

Üstümüzden aç bir şahin uçuyor, ağaçta kuşlar şakıyor, Veraniz mezrasından zaman nasıl da çabuk geçiyor. Etkinlik saati ise giderek yaklaşmada.

Veraniz mezrasında beş güzel insan

Veraniz mezrasında beş güzel insan, beş öykücü, ömürlerinden yaralı beş özge can. Her birine, içinde Emoş Gülver’in de hikâyesinin olduğu Leyla'yı Beklerken kitabımı imzalayıp veriyorum. Ayrılıyoruz. Arkamı dönüp bakıyorum, meşe ağacının altında ellerinde kitap, Sabriye ve Naciye kadın el sallıyor bize. Gidiyorum, lâkin çocukluğumdan yaralanmış ruhum kalıyor geride.

Tunceli şehir merkezine iniyoruz. Yel Çay Bahçesi’nde dostlar bekliyor bizi. Ergin Tekin, Orhan Kurul, İbrahim Yıldız, Yüksel Doğan ve diğerleri...

Akşam serinliğinde başlıyor söyleşi. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Cihan Alptekin... Aklın Ayak İzleri’yle nasıl bir ilişkisi var bunların? Bağımsız evrim bilimci Oktay Kaynak’la Mahir dolayısıyla kesişen yolumuz. 1968 isyan yılları, Maltepe Cezaevi firarı, kayıp giden yıllar, insan evrimine uzanan bir hikâye; 35 milyon yıl önce yarılmaya başlayan kıta, Afrika’da Büyük Rift Vadisi, kuzeyden güneye yedi bin km süren yarık; büyük tektonik hareketler, binlerce volkan, irili ufaklı yüzlerce göl, giderek zayıflayan tropikal ormanlar...

Haziran’ın sonu. Dersim’de bir çay bahçesi. İnsandan, evrimden, zekâdan yana sözler uçuşuyor havada; bir kitabın sayfaları gibi aralanıyor yeni sorular. Söyleşi bitiyor. Ezber bozan bir anlatı; şaşırmış, meraklı bir kalabalık. Kitapları imzalarken sürüyor sohbet, çepeçevre meraklı dostlar, alınıp verilen telefonlar... 

Vedalaşıp ayrılıyoruz. Elveda Dersim, elveda dostlar, elveda Dersim’in güzel çocukları.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/aklin-ayak-izleri-nde-yolculuklar-2,46084 

21 Ağustos 2024 Çarşamba

Aklın ayak izleri’nde yolculuklar (1) | Munzur’un çocukları

Yusuf Nazım
T24 | 14 Ağustos 2025

Hep hikâyelerle hemhâl olmuş, edebiyat yaşamımı öykülerle yaşamıştım. 2024 baharı bu sefer romanla geldi.

Üç yıl süren çalışma Aklın Ayak İzleri’ni (Yusuf Nazım-Oktay Kaynak, İzbb Yayınevi) doğurdu. Ve roman, Mart-Mayıs aylarında üç cilt olarak raflardaki yerini aldı.

Bahardı ve çiçeği burnundaydı romanın. İçinde söyleşi ve imza etkinliklerinin de yer alacağı Anadolu turnesine çıkmaya karar verdim. İzmir'den başlayıp Ankara üzerinden Sivas, Divriği, Eğin, Ovacık ve Dersim’e gidip, oradan Erzurum-Kars platosunu aşarak, Ardahan'da bir hafta konakladıktan sonra Şavşat, Hopa, Fındıklı, Fatsa, Sinop derken Karadeniz Ereğlisi’ndeki son etkinliğin ardından İzmir'e geri dönüş…

Heyecanlıyım... 

Dağarcığımda henüz söylenmemiş sözler, heybemde ilginç hikâyeler, beraberimizde koli koli kitaplarla düşüyoruz yola. 23 gün ve 6 bin km sürecek bu zorlu, zorlu olduğu kadar keyifli, heyecan dolu ve büyüleyici; yer yer duygulu ve oldukça hüzünlü yolculukta fedakâr arkadaşım Serhat yoldaşlık ediyor bana.

İşte böyle başlıyor Aklın Ayak İzleri’nde yolculuğumuz.

İzmir’den yola çıkıyoruz. İlk durağımız Ankara. Geceyi orada geçirip ertesi gün Sivas’a varıyoruz.

Divriği'de Ulu Camii'yi geziyoruz. Orada karşılaştığımız İstanbullu bilgisayar servisçisi Mustafa Yıldırım'ın söylediği bir cümle içimizde yer ediyor. Divriği'de iki şeyi mutlaka gezmelisiniz, diyor Mustafa. Birincisi, buranın Ulu Camii'sini, diğeri insanını... Şöyle geçin, Eğin yoluna doğru, herhangi bir köye uğrayın, sizi ağırlamadan asla bırakmazlar. Ne olur uğrayın, diyor. Öylesine emin, öylesine iddialı ki... Zamanımız yok, başka bir sefer dediğini yapmak üzere söz verip vedalaşıyoruz. Hava alacakaranlık. Geç oldu Divriği’de kalsak mı, yola koyulsak mı? Bir an önce Eğin’e varmalıyız düşüncesi baskın çıkıyor, yola koyuluyoruz.

Eğin’deki müze ve Şevket denen bir adam

Eğin(Kemaliye) muhteşem bir yer. KHK Yurdu’nda kalıyoruz. İlk işimiz, Profesör Ali Demirsoy Müzesi'ni gezmek. Romanda da adı sıkça geçen Ali Demirsoy'un kurduğu Doğa Tarih Müzesi bu küçük taşra kasabasına iliştirilmiş aykırı, bir evrim anıtı gibi.

Müze müdürünü soruyoruz, şehirde değilmiş, onun yerine müzenin mimarıyla tanışıyoruz, adı Türkan Sarp. Türkan Hanım müzeye büyük katkının Şevket Gültekin tarafından yapıldığını, onunla mutlaka tanışmamız gerektiğini söylüyor. Gündüz yaptığımız Eğin gezisinden sonra akşam yemeğinde Şevket Bey'in yerine gidiyoruz. Karasu Irmağı kıyısında Doğaperest adlı bir restoran. Adını Prof. Ali Demirsoy'un lakabından alıyor. Gültekin, Ali Demirsoy'la nasıl tanıştığını anlatıyor.

“Öğrendim ki bu adam komünist. Dedim ben bu adamı boğmalıyım. Yakalarsam öldüreceğim. Ya ben ya o! Sonra adama yaklaştıkça bir tuhaflık oldu. Ben ona dokundukça değiştim. Tanıdıkça farklılaştım. Adam nerede, ben orada. Hocayla o dağ senin, bu dağ benim gezdim. Böcek topladım, fosil araştırdım, kelebek avladım. Adam sevgi dolu. Adam insan sevgisiyle dolu. Hayvan sevgisiyle dolu. Doğa sevgisiyle dolu. Hayatımda böyle bir insan görmedim ben. Onunla beraber oldukça bambaşka bir Şevket olup çıktım. Buraya Doğa Tarih Müzesi'ni kurarken gün oldu kaymakamla karşı karşıya geldim, gün oldu valiyle kavga ettim, gün oldu devletle çatıştım.”

Ertesi gün, ortasından Karasu Irmağı’nın geçtiği kayalık, derin bir vadinin yamacına kurulmuş Eğin’i, kasabaya özgü taş ve ahşap karışımı mimarisi olan evleri ve Karanlık Kanyonu geziyoruz. Dünyanın en zor ve tehlikeli güzergâhlarından olan Taş Yolu bu kanyonda yer alıyor. Taşı taşla döverek, kayayı oyarak 130 yılda tamamlanan yolun ilginç bir yapılış öyküsü var. Yamaçtaki kasaba evlerinin altından oluk oluk su akıyor; birleşiyor, çoğalıyor, çağlıyor; taş kanallara giriyor, kimi yerde şelaleye dönüşüyor; değirmenlere girip çıkıyor ve dereler halinde şarıl şarıl akarak Karasu’ya karışıyor. Bir Akira Kurosawa filminin içinde gibiyiz.  

Munzur’un çocukları

Eğin’den Ovacık’a geçeceğiz. Arapgir’den, Keban Barajı ve feribot güzergâhını izlemek yerine Çemişgezek üzerinden ilerliyoruz. Yol en azından 1,5 saat daha kısalıyor. Kemaliye’den çıkışta Apçağa Köyü uğrak yerimiz oluyor. Ahmet Kutsi Tecer’in müze evini görmeden olmaz. Ne demişti şair:

Orda bir köy var, uzakta,

O köy bizim köyümüzdür.

Gezmesek de, tozmasak da

O köy bizim köyümüzdür.

Kararlıyız, gideceğiz! Gezip tozacağız. Ülkemizin değişimine, köylerine, köylüsüne; tohumuna, toprağına, suyuna; düşlerine ve hayal kırıklıklarına dokunup tanık olacağız.

Apçağa’dan ayrılıyoruz. Virajlı dağ yollarına rağmen zengin doğa manzaralarıyla görsel bir şölen sunan yolda büyülenmiş gibiyiz. Çemişgezek merkezinde büyük bir bezuvar heykeli bizi karşılıyor. Bezuvar, yabani dağ keçisi demek. Dere kenarında yapılmış bir çay bahçesinde konaklıyoruz. Erişimi olmayan bir yer.


Akşam saatlerinde Ovacık’a varıyoruz. Heyecanlıyım. Munzur’un çocuklarıyla buluşacağız. Bir motor festivali nedeniyle Tunceli Valiliği ildeki bütün konaklama tesislerini kapatmış. Kalacak yer bulmak olası değil. Sağ olsun Ovacık Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül kucak açıyor bize, erişimi gayet iyi özel bir yerde konaklıyoruz.

Akşam hava soğuk, gündüzse yanıyoruz. Gün içinde Munzur Gözeleri’ni geziyor, Sultan Munzur Ocağını ziyaret ediyoruz. Bütünüyle erişilebilir bir mekân tasarlamışlar. Yaşlı, çocuk, bebek arabası, bisikletli, engelli, herkes için tam erişilebilirlik... Peyzaj sırasında büyük iş makineleri gelmiş. Ovacık halkı müdahale ederek gözelerdeki tahribatı önlemişler. Gözeler büyüleyici, eşsiz bir doğa harikası. Bir nehrin, çok büyük kısmının aynı anda, tek bir noktadan çıktığı nadir doğal oluşumlardan biri.

Söyleşimiz bir çay bahçesinde. Gündüzden belediye anons yaptırmış. Belediye başkanı söyleşi boyunca bizzat yanımda duruyor. Desteğini, sıcaklığını eksik etmiyor. Aklın Ayak İzleri’nde hikâyeler anlatıyorum. Evrimsel, insana dair, köklerimize ilişkin hikâyeler. Biz kimiz? Nereden geldik? Niçin iki ayağımız üzerine kalktık? Ne zaman başladı bu hikâye? Kafatasımız nasıl böyle büyüdü? Neyin etkisiyle zeki bir yaratık haline geldik? Meraklı bakışlarla dinliyor katılanlar. Sorular peş peşe sıralanıyor, insan evrimine dair veriliyor yanıtlar. Üç ciltlik romanımızı imzalayarak sonlandırıyoruz etkinliği.

Güzel dostlar edindik. Munzur’un çocuklarına veda edip ayrılıyoruz. Etkinlik için çabalayan sevgili Başkan Mustafa Sarıgül, Bülent Akbalık, İmam Sevgi ve diğerleri; Munzur Gözeleri, Sultan Baba, Mercan Dağları, çepeçevre meşe ormanları, hepsi el sallıyor bize...

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/aklin-ayak-izleri-nde-yolculuklar-1-munzur-un-cocuklari,45978