Yusuf Nazım
+Eleştiri | 3.Sayı | Ağustos-Eylül-Ekim 2025
Birinci
hikâye: Kayıp hafıza
Sırtında taşıdığı dünya yüküyle içeri girdi. Yorgun adımlarını sürüyerek ilerledi, kendini masanın yanındaki sandalyeye bıraktı. Yüreğinde taşıdıklarının ağırlığı yüzünün bütün hatlarına sinmişti. Nicedir soluksuz kalmış gibi derin bir nefes aldı. Seslerle, kelimelerle, resimlerle dolu heybesini boşaltmaya koyuldu.
Gelen,
belgesel ve sözlü tarih çalışmaları yapan dostum Kazım Gündoğan’dı. Ankara'dan
Dersim'e, Dersim'den Adıyaman'a, oradan Bursa'ya, Manisa’ya şehir şehir
dolaşır, 1938’de katledilen ailelerin evlatlık olarak verilen çocuklarının
izlerini sürerdi. Heybesinde acı dolu hikâyeler, yüreğinde taşıdığı bu
hikâyelerin dayanılmaz ağırlığıyla bana gelir, heybesini boşaltır, bir bakıma
hafiflemek isterdi.
O
gün de öyle olmuştu. Bu sefer peşinden gittiği, Ankara'da yaşayan, köklerinden
kopmuş, belleği sisler altında kalmış, geçmişini hatırlayamayan Emoş Gülver’in
öyküsüydü. Eski adı Elif'ti, ancak artık Gülo Nine deniyordu ona. Uzun
görüşmelerin, bellek yoklamalarının, geçmişe gidiş-gelişlerin, bazı
seyahatlerin sonrasında yolculukları onu Dersim’de bir dere kenarına
götürmüştü. İşte, hafızası tam da burada çözülecekti. Birden çocuk yaşlarına
gidecek, kendini bir çalının altında kaybolmuş olarak bulacaktı. İçinde
saklandığı çalıyı aralayan kişiye bakacak, onun babası olduğunu hatırlayacaktı.
Heyecanla,
“Babam
beni buldu, babam beni buldu…” diyecek, ardından “Ama” diye şaşkınlıkla
ekleyecekti; “babamın da makinesi vardı!”
İkinci
hikâye: Babamın da makinesi vardı
Hikâye tüyler ürperticiydi. Duyar durmaz mırıldanmıştım:
“Bunu
yazmalıyım!”
“Olur,”
demişti Kazım, “yaz, güzel bir öyküsü olur bunun, iyi anlatırsın sen.” diye
karşılık vermişti.
Hikâyeyi
“Babamın da makinesi vardı” başlığıyla yazdım.
Seksenli
yaşlardaki Emoş Gülver geçmişinden kopmuştu. Babasının bir asker olduğunu
biliyordu. Erzincanlıydı. Ancak bulanık belleği onu, zaman zaman kına yeşili
derin vadilere, yüksek dağlara, bu dağların sarp yamaçlarına, bu yamaçlardaki
beyazlı grili taş kümelerine götürüyordu. Kimlik kartında doğum yeri olarak
Deşt yazılıydı. Sadece Deşt…
Kazım,
uzun araştırmaları sonucunda Deşt’in, Tunceli ili sınırları içerisinde bir yer
olduğunu öğrenmişti. Uzun araştırmaları onu Tülük Köyü’nün olduğu yere götürecekti.
Emoş
Gülver dâhil beş kişiydiler. Yıkılmış evlerin, üstü otla kaplı harabelerin
bulunduğu yamaçlarda gezinirken, Gülo Nine’nin gözü karşıdaki taş kümesine
takılmıştı. Elini alnına götürmüş, karşı tepenin yamacındaki eski karakolun taş
duvarlarına uzun uzun bakmış, işte o an belleği birden çözülmeye başlamıştı.
Eski karakolu işaret ederek;
“Beyaz
pencereli uzun bir binaydı, hatırladım!” demişti, “Hep askerler olurdu orada…”
Yüz
hatları değişmiş; sakin, derin bir boşluğa bakar gibi duran gözlerine, geçmişin
karanlık ve puslu labirentlerinden çıkıp gelen acı dolu bir ifade yerleşmişti.
O an yere kapaklanmış, avuçlarıyla otları yolmaya başlamıştı.
“Deşt!
Deşt! Deşt!” diye çığlık atmış, kelimeler kendiliğinden dökülmüştü
dudaklarından:
“Hava
sisliydi, yol kalabalıktı. Yanımda babam, annem, kardeşlerim vardı. Askerler
geldi, birlikte yürüdük...”
Sonra,
eliyle işaret ederek aşağılara doğru bir yönü işaret etmişti. O tarafta Harçik
Çayı vardı. Araçlarla yola koyulmuş, bir vadiye inerek Harçik Çayı kıyısına
varmışlardı.
Gülo
Nine aradan inmiş, Harçik Çayı’nın sığ sularına doğru yürümüştü. Bir kaya
kartalı, koyu kahverengi kanatlarının altına aldığı rüzgârla vadinin tepe
noktasında havalanmış, kayalıklara yakın, kavisler çizerek uçarak aşağıda, bu
toprakların, dağların ve suyun yabancısı beş kara noktayı meraklı gözlerle
süzmüştü.
Kameralar
tetikteydi. Gülo Nine bir süre derenin içinde öylece durmuş, durmuş, durmuş,
sonra yavaşça geri dönmüştü. Tripodlar üzerinde kendine doğru yönelmiş kameraları
görünce birden dehşete kapılmıştı.
“Hatırladım!”
demişti, “Hatırladım! Makineler vardı böyle... Sonra bir cayırtı koptu.
Çığlıklar, feryatlar, her yer kan, revan…”
Bir
an susmuş, dizlerinin üzerine çöktüğü yerden avuçlarıyla otları yolmuş, başını
tırmalamış; avuçlarındaki
saçlar, yaban otlarına, kır çiçeklerine, papatyalara, tülbendinin yeşil-sarı
işlemeli dantelleri arasına karışmıştı. Ayağa kalktığında gözleri dehşetle
açılmış haldeydi.
“Çalılıkların
arasına saklanmıştım, babam geldi, beni kurtardı!” diye,
mırıldanmış,
yalvarır gibi bakışlarını oradakileri üzerinde gezinirken devam etmişti:
“Öbür
elinde makinesi vardı, öbür elinde makinesi vardı!”
Bir
anda Emoş Gülver’in belleği çözülmüş, kendisini bulanın, ömrü boyunca babası
olarak bildiği asker olduğunu işte o an anlamıştı.
* * *
Bu hikâyeyi yazdım. Yazdım ama yayımlamak için Kazım ve Nezahat Gündoğan’ı bekledim. Zira aynı hikâyenin belgeselini yapıyorlardı. Belgesel Dersim’in Kayıp Kızları, Hay Way Zaman adıyla yayımlandı ve 2013 Antalya Altın Portakal Film Yarışması’nda Jüri Özel Ödülü’ne lâyık görüldü. Bense, Leyla’yı Beklerken adlı öykü kitabımda Babamın da makinesi vardı başlığıyla yayımladım.
Üçüncü
hikâye: Dersim kaç dağ içinde?
2024 yılı Haziran sonu. Yeni romanım Aklın Ayak İzleri’nin söyleşi ve imza etkinlikleri için çıktığım turnenin Dersim ayağındayım. Geceyi arkadaşımın evinde konaklıyoruz. Ertesi gün söyleşi ve imza etkinliği var.
Sabah
erkenden Dersim şehir merkezinden çıkıp, Tunceli çıkışında, Munzur Çayı ile
Pülümür Deresi’nin birleştiği yerden Erzincan yönüne sapıyoruz. Kısa süre
Pülümür Deresi boyunca ilerleyip sonra çaya dik bir şekilde, dereyi arkamıza
alarak tepelere doğru tırmanıyoruz.
Dersim'e
gelmişiz. Söyleşi ve imza etkinliğinin hazırlıkları yapılacak. Kimin umurunda?
Kalbim, beni ıssız dağların kuytuluklarına, Dersim'in kayıp kızlarının hikâyelerinden
izlere sürüklüyor.
“Deşt”
diye fısıldıyorum, “Tülük Köyü.”
Birkaç
telefon görüşmesi yapıyorum. Almanya'dan Kazım, Eski adıyla Tülük, yeni adıyla Savut
Köyü’nün muhtarı, başka bir arkadaş daha... Yönümü belirlemeye çalışıyorum.
Gitmeliyim.
Emoş Gülver’in kayıp belleğinin izlerinin olduğu topraklara gitmeliyim. Tülük Köyü,
Veraniz Mezrası beni bekliyor, ona gitmeliyim.
Tülük
Köyü’ne varmadan bize yol gösterecek olan 1938’den kalma yıkık karakoldan eser
yok. Yerine inşa edilmiş tek katlı evden çıkarıyoruz yönümüzü. Kazım'dan
aldığım tarife uyuyor, ana yoldan ayrılıp soldaki toprak yola sapıyoruz. Araç
sarsılarak yol alıyor. İleride, bahçesine tel çit çekmekte olan bir adam. Adı
Ferhat. Oralarda yabancılarla iyi gözle bakılmaz. Önce soğuk davranıyor.
Derdimiz, kelimelerde şifreli: Deşt,
diyoruz, 38 katliamı, kayıp kızlar, Emoş Gülver..
İşini
bırakıyor, avuç dolusu kirazla geliyor yanımıza Ferhat. Çocuk yaşlarda bir subaya
evlatlık verilen kızın kimliği peşi sıra gidiyoruz. Araç bir kez daha
sarsılarak ilerliyor. Yamaçta bir taş ev, hemen yanındaki meşe ağacı bize
gölgesini sunmaya istekli. Önce Haydar geliyor yanımıza. O bir hikâye
anlatıcısı. Başlıyor anlatmaya. Anlatılan hikâyelerden yaralı sözler dökülüyor
önümüze. Ölenlerin vaktiyle nerede, nasıl öldüğünü, geride sağ kalanların birer
birer ayrıldığını. 2013 yılında, Dersim’in Kayıp Kızları belgeseli çekilirken
oradaymış. Hatırlıyor Nezahat’ı, Kazım’ı. Karısı Sabriye de geliyor birazdan.
İkram için eve davetlerini ısrarla geri çeviriyoruz. Akşamüzeri etkinliğimiz
var. Meşe ağacının altında zaman, bizi oyaladıklarının farkında olmadan hızla
ilerliyor. Aşağıdan bir ses:
“Kahvaltı
hazır!”
Eğreti bir yoldan evin bahçesine
iniyoruz. Mükellef bir kahvaltı bizi bekliyor; buram buram sac ekmeği,
tereyağında menemen, tel peyniri, tulum, kaymak; biberi, semizotu, salatası,
domatesi… Hepsi de el emeği, göz nuru.
Nasıl da mahcup oluyoruz. Emekli öğretmen Hüseyin, karısı Naciye, Ferhat,
Sabriye ve Haydar. Her biri sırayla anlatıyor. Geçmişinden koparılmış yaşlı bir
kadının çocukluğuna götürüyor sözler bizi. Meşe ağacının altında ömürlerinden
yaralı canlar. Sözcükler harap, sözcükler kayıp, puslar içinde sözcükler. 1938,
tedip, tenkil, inkâr… Aramızda fısıltıyla dolaşıyorlar.
Dersim’e gelirken kaleme alıp
gazeteye gönderdiğim yazıdan bahsediyorum. “Başlığı Dersim Kaç Dağ İçinde? Daha sonra WhatsApp’tan gönderirim, mutlaka
okuyun.” diyorum, “Belki de kendinizden bir şeyler bulursunuz orada.”
Ayrılık zamanı geldi çattı. İçinde, Gülo Nine’nin hikâyesi, Babamın da makinesi vardı öyküsünün yer aldığı Leyla’yı Beklerken adlı kitabımı imzalıyorum onlara.
![]() |
| Naciye Uçar ve Sabriye Gül |
Son
hikâye: Kadın ağlıyordu
Ağustostu. Aradan çokça zaman geçmiş, odamda yeni romanımı çalışıyordum. Telefon çaldı. Açtım.
“Merhaba
ben Haydar” dedi.
Bir
an duraksadım. Kısa bir sessizlik oldu. Karşıdaki;
“Dersim,
Vereniz Mezrası’ndan Haydar” diye ekledi.
Birden
anımsadım. Haftalar geçmişti. 26 gün süren Doğu ve Karadeniz turnemi
tamamlamış, yol boyunca söyleşi ve imza etkinlikleri yapıp Seferihisar'a
dönmüştüm. Arayan, turnemin ikinci durağı Dersim'de, bir sabah kendimizi
dağlara verip Dersim'in kayıp kızlarından Emoş Gülver'in izini sürerken karşılaştığımız
Haydar’dı. Konuk olduğumuz, dağ başındaki evin bahçesinde karşılaştığımız hikâye
anlatıcısı. 1938 katliamında kayıp kızlar üzerine hikâyeler dinlediğim Haydar…
“Merhaba
Haydar, bu ne sürpriz? Nasılsın?”
“İyiyim
sağ olasın, seni sormalı, nasıl geçti yolculuk?”
“Ben
de iyiyim, yaramazlık yok. Turnemi tamamladım. Uzun sürdü ama gayet iyiydi.
Döneli çok zaman oldu.”
Karşıdaki
bir an durakladı.
“Şey…”
dedi.
“Bahsettiğin
yazı vardı ya... Dersim kaç dağı içinde...
Onu okudum. Kalemine, aklına, yüreğine sağlık. Çok beğendim. Daha iyisi olur mu,
bilmem.”
“Güzel
yüreğine sağlık Haydar dost, duyguların daim olsun, beğenmene sevindim.”
“Beğendim,
beğendim ama…” dedi, sesi titreyerek devam etti:
“Eşim
Sabriye'ye de verdim. O da okudu…”
Bir
kez daha durdu.
“Okudu.
Okudu ama ağlıyor. Şimdi ağlıyor, durduramıyorum. Ne olur bir şey de...”
Afallamıştım.
“Nasıl
yani? Niye ağlıyor?”
“Bilmem,
ağlıyor işte, durduramıyorum. Bir konuşur musun kendisiyle?”
Şaşırmış,
ne diyeceğimi bilemez haldeydim. Kendiliğinden, çarpuk çurpuk kelimeler döküldü
dudaklarımdan.
“Tabii,
ver, ver konuşayım” diyebildim.
Kısa
bir sessizlik oldu. Sonra, telefonun diğer ucunda bir hıçkırık sesi duyuldu.
Derin, içli bir hıçkırık.
“Alo!”
dedim, “Sabriye Hanım...”
Kadın
ağlıyordu, konuşamıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Nutkum tutuldu, her tarafımı
bir ürperti kapladı. Tekrar üsteledim.
“Sabriye
Hanım! Alo, Sabriye Hanım! Dur, bir dakika!”
Kadın
kendini tutmaya çalışıyor ama tutamıyor, boğulur gibi oluyor, ağlamaya devam
ediyordu. Elim ayağım bağlanmış, ne yapacağımı bilemez haldeydim. Kelimeleri
çaresizce sıralıyordum:
“Sabriye
Hanım, dur, yapma, bekle biraz, az dinle…”
Karşıdaki
kendinden geçmişçesine, hüngür hüngür ağlamaya devam ediyordu.
“Lütfen!
Anlatsana ne oldu?”
Kadın
biçare, kendini durduramıyor, hıçkırıklara boğulmuş, durmaksızın ağlıyordu.
Şaşkın
haldeydim. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Dilim dolandı, kekeledim.
“Sabri..,
Sab… Sa...”
Kadın
ağlamaya devam ediyordu. Son bir gayretle devam ettim:
“Lütfen
söyler misin, ne oldu? Haydi, sakin ol, söyle bana, bak buradayım, konuşalım.
Bir nefes al lütfen.”
Kendini
toparlar gibi oldu, kısa derin bir nefes aldı, hıçkırıkları azaldı.
“Sen...”
dedi.
Umutlandım!
“Evet,
evet, ben... devam et, ne oldu, söyle hadi!”
“Sen,” diye tekrarladı, “Sen bizi yazmışsın."
"Evet, sizi yazmıştım." diye karşılık verdim.
"Söyle, bizi böyle nasıl yazmışsın!?” dedi.
Birden
durdum, yüreğimin en ince kanadından vurulmuş gibi oldum.
“Sen
bizi değil, bizim ciğerimizi yazmışsın…”
Tüylerim
nasıl da diken diken oldu, ömrümce yoruldum. Yüreğimin bütün pınarları kurudu,
lâl oldum. Hicranla kavruldum, derbeder, viran içinde bir hâl oldu. Telefonun
diğer tarafında tekrar bir hıçkırık, ağlama sesi geldi. Güçlükle durabildi.
“Sen”
dedi, “bizim ciğerimizin taa içini yazmışsın…”
O
an öldüm! Öldüm öldüm dirildim, kolum kanadım kırıldı. Öğrendiğim bütün kelimeler,
dudaklarımdaki cümle heceler kurudu. Hem öksüz hem yetim oldum, kimim kimsem
kalmadı, ıssız bir çölde hiç oldum...
Telefonu
kapattım. Göğsüme bir fil oturmuştu. Boğazımdaki düğümü çözemedim. Kendimi
sıktım, nefesimi tuttum, Zel Dağı’nın bütün yaralıları imdadıma koştu, olmadı, yapamadım.
Halvori yolunda kayboldum, Pac Köprüsü’nde vuruldum, Pülümür Çayı’nda boğuldum,
38 kayalıklarında parça parça oldum, Harçik Çayı’ndan kan içtim. Ah göğsüm, ah
yaralı göğsüm! Göğsüm Sürünbaba, Karaoğlan, Mercan dağı, içinde gürül gürül
çığ, bir hıçkırık koptu göğsümden, göğsümün en içinden, derininden.
Bu
sefer cümle kelimeler susmuş, ben ağlıyordum, hıçkıra hıçkıra ağlıyordum! O an Dersim’in
bütün kayıp çocukları dönüp bana baktı. Bende hüngür hüngür ağlamaya devam ediyordum. Şimdi, beni
kim susturacaktı?

